31 Ekim 2012 Çarşamba Saat 08:18
0
21
TR
:” ”
:””
” “,” ”
Tarihin sadece insan toplumu için
değil, tüm evrensel oluşumlarda var kılıcı bir rol oynadığı tüm bilimlerin
ittifak ettiği bir hakikattir. Zaman oluşturucudur. İlahlara atfedilen yaratıcı
rolü bizzat zamanın oynaması adeta bir sır niteliğindedir. Oluşumun hızına
zaman diyoruz. Oluşum olmazsa zaman da ‘yok’ boyutundadır. Sır niteliği insan
bilincine böyle yansımaktadır. Yaşlanmayı zamanın öldürücü etkisine bağlamak bu
durumda doğru bir tanım oluşturmamaktadır. Zamanın öldürücü etkisi olmadığından
bu tanımın değeri yoktur. Dolayısıyla ölüm yoktur. Ölüm sosyolojik olarak inşa
edilen bir insan anısıdır. Yapay bir duygudur. Ama yaşam için çok değerli bir
anıdır. Daha doğrusu uyarıcı etkidir. Hegel gibi “Tin’in yolculuğuna çıkma
gereği duymuyorum. Ama bununla Hegel’in ne yapmak istediğini anlıyorum. Her ne
kadar ‘big bang’ teorisi ile evrene bir yaş biçilip (yaklaşık 13,8 milyar yıl)
tarih çizilmek istense de, bunun Batı uygarlığının yeni bir mitolojik anlatımı
olması kuvvetle muhtemeldir. Tüm bilimselliğine rağmen, Kutsal Kitaplardaki
yaratılış öykülerine benzer bir toplumsal rol mesafesindedir. Fakat bu böyledir
diye zaman inkâr edilmiyor. Sadece sırlı özelliğini koruduğu idea ediliyor.
Keşfini kısmen insan toplumunda yapabilmeyi şahsen büyük bir şans olarak değerlendiriyorum.
Toplumsal tarihin insanı
oluşturmadaki rolü son derece önemlidir. Eğer zamanın sırrı çözülecekse, bunu
ancak bu kısacık oluşum sürelerinde keşfedebiliriz. İnsan toplumunun bireyini
oluşturma gücü sanıldığından daha az anlam kazanmış bulunmaktadır. Üzerinde çok
çalışılarak anlam derinliği yakalanabilir. Çünkü başka hiçbir fenomende zamanın
gücünü keşfedemeyiz. Toplumsal bilimi bu nedenle tüm bilimlerin ana kraliçesi
veya tanrıçası mesafesinde değerlendiriyorum. Toplumsal bilime dayanmayan tüm
bilimlerden şüphe ettiğimi yine önemli bir tespit olarak belirtmeliyim. Diğer
tüm bilimlere doğru giden yol toplumsal bilimi gerçekleştirmemizden geçecektir.
Maddenin atom-altı parçacıklarından tutalım, halen genişlediği idea edilen
kozmik evrenin bilgisine ancak toplumsal bilimin gelişimi ölçüsünde
varabiliriz.
Sadece Hegel’in değil, Kutsal
Kitaptaki Tanrının da yaratım serüvenine başlamasını ‘anlaşılmak’ arzusuna,
yani düşüncenin kendini düşünmeye başlamasına bağlaması önemli bir tespittir.
Kendini düşünmeye çalışan düşünce hakikatin özünü vermektedir. Bu da insan
toplumu dışında bilebildiğimiz kadarıyla gerçekleşmesine henüz tanık
olmadığımız bir durumdur. İnsanın kendini düşünmeye başlaması tüm
yaratımlarının temelidir. “Acaba atom kadar kozmik evren içinde de düşünce var
mıdır? sorusu sorulmaya değer ve hayli yakıcı bir sorudur. Hem mikro hem de
makro evrenlerin düşüncesiz gerçekleştiğini sanmaya cesaret edemediğimi
belirtmeliyim. Alıştırılageldiğimiz ‘cansız madde’ kavramının çok kof bir
sosyolojik kavram olduğu yeterince açığa çıkmış bulunmaktadır. Bundan hemen
Hegelcilik yaptığım akla gelmemelidir. Düşüncenin insan beynindeki dalgalarla
ilişkisi saptanmıştır enerji gibi bir şey olduğu hemen hemen kanıtlanmış
gibidir. Tüm sorun bu kanıtlanmış gerçeği insan dışı doğaya ne kadar yansıtmaya
cesaret edebileceğimizdir.
Şuraya varmak istiyorum: Negatif
toplumculuğun gözümüze serptiği ‘ölü toprağını’ taşımak zorunda değiliz.
Pozitif toplumculuk, diğer bir deyişle sürekli özgürleşen toplum yegâne hakikat
zeminimizdir. Evrensel tarihin en yalın tanımı, hakikat zemini olarak toplumsal
gelişimdir. İnsan toplumu bu anlamda sadece insan tarihi değil, gerçek anlamda
da evren tarihidir. Basitçe 13,8 milyar yıl diye tabir edilen süre de dahil,
evren tarihidir. Bunun için insanı, toplumunu ve tarihini çok önemsemek
gerekir.
a- Son Buzul Çağı’nın yaklaşık yirmi bin yıl önce sona
erdiği belirlemesi, toplumsal tarihin gelişiminde önemli bir kilometre taşıdır.
Bu tarihle başlayan Ortadoğu tarihinde özellikle Toros-Zagros dağ sisteminin
etekleriyle komşusu çöl bölgeleri bu tarihin başlangıç döneminde insan türü
için olağanüstü bir besin bolluğu, güvenlik ve üreme kolaylığı sunmaktadır. Bu
üç etkenin birleşimi ise herhangi bir canlı tür için olağanüstü bir yaşam şansı
sayılmaktadır. Doğu Afrika çıkışlı ve evrimine yaklaşık yedi milyon yıl biçilen
insan türünün serüveninde Doğu Afrika’yı boydan boya geçen, Kızıldeniz’den,
Doğu Akdeniz’in dağ eteklerinden Toroslara kadar varan Rif (iki anakara
kütlenin oluşturduğu yarık) doğal bir yayılma hattı çizmektedir. Tespit
edilebildiği kadarıyla en az bir milyon yıllık süreden beri bu yoldan Asya ve
Avrupa’ya hep insan akışının olduğu kanıtlanabilmektedir. Toros-Zagros kavisi
bu yolculukta hep merkezî istasyon rolü oynamaktadır. Jeolojinin önemini
böylece daha iyi anlıyoruz. En az bu dağ etekleri kadar dönemine göre hayli
verimli olan komşu çöller de benzer bir rol oynamaktadır. Son Buzul Çağı’nın
sona ermesi ve bu istasyonlarda kalıcı yaşamı mümkün kılan koşullara erişilmesi
insan türünün gelişim tarihinde patlamaya yol açmaktadır. Bugün bu coğrafyaya
Ortadoğu diyoruz. Bölge jeolojik, biyolojik ve toplumsal önemini bu yakın
tarihsel gerçeklikten almaktadır. Ortadoğu artık herhangi bir coğrafya parçası
değil, sahnesinde evrensel tarihin oynanacağı mekânı teşkil etmektedir.
Son buzul dönemi sonrasına kadar
insan türünün 25-50 civarında niceliklerden oluşan klan tipi örgütlenmeyi
aşamadığına ilişkin ortak bilimsel kanı paylaşılmaktadır. Klan toplumunu ilkel
komünal birimler olarak küçümsemek sonradan gelişen bir ‘uygarlık
şovenizmi’dir. İnsanlık, tarihinin yüzde 98’ini bu tip toplumla yaşamıştır.
Klan, toplumun oluşumunda ana hücre rolündedir. Tıpkı canlıların oluşumunda ana
hücrenin milyar yılı aşan çabası ile bitkisel ve hayvansal tiplerin oluşumuna
geçildiği gibi, klan toplumunun milyonlarca yıllık yaşam serüveni de heterojen
topluma geçişi mümkün kılmıştır. ‘Çoklu Toplum Devrimi’ evrensel tarihin en
temel aşamalarından biridir. Esas olarak ‘simgesel dil’in ‘işaret dili’nin
yerine ikame edilmesiyle bu aşama kat edilmiştir. İnsanın simgesel dili beden
ve gırtlak yapısı nedeniyle büyük bir gelişim potansiyeline sahiptir. Düşünce
devrimini mümkün kılacak olan da simgesel dil olanağıdır.
Tarihçiler her ne kadar Afrika
jeobiyolojik yapısında simgesel dilin tahminen son buzul dönemi öncesinde, M.Ö.
100.000’ler civarında oluşmuş olabileceğinden bahsediyorlarsa da, asıl simgesel
dil devriminin Ortadoğu jeobiyolojik yapısına bağlı olarak son buzul dönemi
sonrasında, M.Ö. 20.000’ler civarında patlama yaptığı konusunda hemfikirdirler.
Yaklaşık altı bin yıl öncesine kadar zengin bir bitki yapısına sahip olan Büyük
Sahra Çölü’nden Arabistan ve İran çöllerine kadar Semitik olarak adlandırılan
toplulukların Sami dil kökeni etrafında geniş bir ‘kabileler sistemi’
oluşturduklarına dair daha net tarihsel gözlemler, etnik ve antropolojik
bilgiler mevcuttur. Afrika’nın çok zengin işaret dillerinden Semitik simgesel
dil yapısına dayalı kabile sistemine geçiş, evrensel tarihin temel
aşamalarından biridir. Bu dil ve kültür grubu gerek neolitik tarım ve
hayvancılık devriminde, gerekse şehir (medeniyet, uygarlık) devriminde büyük
rol oynayacaktır.
İkinci büyük simgesel dil
devriminin Toros-Zagros dağ sistemindeki jeobiyolojik yapıya dayalı ve
Hint-Avrupa grubu olarak da adlandırılan Aryenik kabile sistemindeki gruplarca
oluşturulduğu yine tarihsel gözlemler, etnik ve antropolojik çalışmalarla daha
net olarak kanıtlanmış bulunmaktadır. Tarım ve şehir devrimlerinde bu grubun
başat rol oynadığı kanıtlanmış gerçeğin önemli bir özelliğidir. Bu rolü temelde
yerleşim alanının jeobiyolojik yapısına bağlı olarak oynamıştır.
Üçüncü büyük simgesel dil grubunu
Sibirya ormanlarına dayalı ve güneyinde yaşayan Ural-Altay dil grubu olarak da
adlandırılan kabile sistemleri oluşturmaktadır. Buzul dönemi sonrasında bugünkü
Çin’e, Moğolistan, Türkistan ve Finlandiya’ya kadar yayılan bu grupların da
evrensel tarihe katkıları ilk iki grup kadar olmasa bile, hem neolitik devrimde
hem de şehir devrimlerinde önemli olmuştur.
Kafkasya, Amerika ve benzer daha
izole olmuş bazı grupların marjinal de olsa gerek simgesel dil, gerek tarım ve
şehir devrimlerinde rolü bulunduğuna dair tarihsel gözlemler, etnik ve
antropolojik bilgiler mevcuttur.
Köy-tarım devriminin esas olarak
tarihte ‘Verimli Hilal’ olarak da adlandırılan Toros-Zagros dağ sisteminin iç
kavislerindeki eteklerinde jeobiyolojik yapı ve türlere bağlı olarak geliştiği
tüm dilsel, etnolojik, antropolojik, arkeolojik ve jeolojik bilimsel
çalışmalarla kanıtlanmaktadır. İnsanlığın evrensel tarihinde bu devrim aşaması
esastır. Devrim derken niteliksel dönüşüm gelişimlerini kast ettiğimi bir kez
daha belirtmeliyim. Bu devrimin önemi çok yönlüdür. Birincisi, toplum uzun
süreli klan toplumu aşamasından (birbirine benzeyen homojen küçük gruplar) heterojen
(farklı çokluklar) ‘kabile sistemleri’ aşamasına geçmiştir. Ortak dil
kökenlerine dayanan, yarı-göçebe yarı-yerleşim alanlarına konumlanan,
aralarında hediyelik benzeri değiş tokuşlar bulunan, ortak bir tapınak ve
ölülerini gömme mekânları yaratan kabile sistemleri uzun süreli toplumsal
biçimlenişlerdir. İnsanlık tarihini aydınlatma bağlamında bir ‘süpernova’
olarak değerlendirilen Urfa yakınlarındaki Göbeklitepe arkeolojik kazılarında
ortaya çıkan ve M.Ö. 10.000 yıllarında inşa edildiği kanıtlanan kabartmalı
dikilitaş mabetler, tarım devriminden önceki kabile sistemlerinin şimdiye kadar
sanıldığı gibi hiç de ilkel bir konumda olmadıklarını, oldukça gelişmiş
toplumsal yapılanmalar olduklarını çok önemli bir tarihsel keşif olarak
karşımıza çıkarmaktadır. Daireler halinde dizilmiş bu yontulmuş dikilitaş
mabetler büyük bir düşünce ve duygu dünyasının yaşandığını açıkça
göstermektedir. Urfa (daha genişçesi Yukarı Mezopotamya) jeobiyolojisinin bu
kabile sistemlerinin gelişimi için ideal bir konum arz ettiğini önemle
belirtmek gerekir. Tarih ile ilgili çalışmaların mutlaka üzerinde yoğunlaşması
gereken bu kabile sistemi ve kültürü çözümlendikçe, evrensel tarihin daha net
aydınlatılacağından kuşku duyulamaz.
İkincisi, köy oluşumları şimdiye
kadar tarım devrimine bağlı olarak değerlendirilmişti. Yarı-göçebe kabile
sisteminde köy oluşumlarına geçildiği Urfa-Göbeklitepe tapınağının kanıtladığı
diğer önemli bir toplumsal gerçekliktir. Daha önceleri kentin ve devletin
doğuşunu Sümer rahip tapınaklarına bağlamıştım. Aynı biçimde köy ve komün
yönetiminin, yani ilkel (orijinallik anlamında) ilk demokrasinin de bu sefer
kabilelerin ortak tapınak sistemleri etrafında oluştuklarını önemle
belirtmeliyim. Her ortak tapınak yerleşikliğin, ilkel alışverişin, ortak duygu
ve düşünce (sanat) devriminin de temelini teşkil etmektedir.
O halde üçüncü husus olarak,
ticaretin primitif, orijinal biçimi olan hediye alışverişlerinin ortak mabet
buluşmalarında geliştirildiğini belirtmek mümkündür. Dördüncüsü, din ve sanatın
(Bu iki kategori başlangıçta birliktedir ve temel manevi kültür öğesidirler)
doğuş kaynağında da ortak mabet tapınmaları bulunmaktadır. Yazıya hayli
yaklaşılmış tapınak resimleri (Göbeklitepe) düşünce ve duygu düzeyinin
gelişkinliğini kanıtlamaktadır. Sümer ve Mısır yazılarının doğuşunu adeta
önceden haber veren bir sanat söz konusudur. Bu hususlara benzer okumaları daha
da geliştirmek mümkündür.
Belirtilmesi gereken diğer önemli
bir husus, bu kültürün yarı-göçebe niteliğinden ötürü çok esnek ve hızlı
yayılma karakterinde olmasıdır. Bu kültürün tarihte M.Ö. 15.000-M.Ö. 10.000
yılları arasında başta Ortadoğu olmak üzere evrensel çapta yayılım gösterdiğini
belirtmek, tarih anlatımları için hayli aydınlatıcı bir rol oynayacaktır. Şahsi
kanaatim, bu kültürün tüm Asya, Afrika, Avrupa, Amerika ve hatta Avustralya’yı
fethettiği (kültürel yayılım anlamında) doğrultusundadır.
b- Tarım devriminin yarı-yerleşik kabile sistemine
dayanarak geliştiği ve devrimsel bir anlam taşıdığı tarihçilerin ve yaşamın
kendisinin ortak yargısıdır. Verimli Hilal’in en verimli bölgesi olarak geniş
Urfa jeobiyolojik alanını tarım devriminin uzun süreli (tahminen M.Ö.
10.000-5000 dönemi) merkezî alanı olarak değerlendirmek gerçeğe en yakın
tarihsel anlatımdır. Gerek bitkileri tarıma almada, gerek koyun, keçi ve
sığırları evcilleştirmede bu alanlar verimlilik ve çeşitlilik açısından ideale
yakındır. Arazi yapısı, toprağın verimliliği ve iklimsel koşullar, bitki ve
hayvan varlığı (flora ve fauna) açısından dönemine göre en ideal alan
konumundadır. Adeta doğal sulama koşullarına sahiptir. Ayrıca Dicle-Fırat ve
kolları çevresinde sulu tarım için geniş alanlar hep var olagelmiştir. Alan
araştırmaları her geçen gün bölgenin bu rolünü açığa çıkartmaktadır.
Evrensel tarih için temel
aşamalarından biri olan bu döneme ilişkin de benzeri hususları belirtmek
mümkündür. Birincisi, tapınak ve köy oluşumlarında niceliksel ve niteliksel
gelişmeler sağlanmıştır. Bismil-Kortiktepe, Çemê Hallan, Ergani-Çayönü,
Siverek-Nevala Çori kültürleri Urfa-Göbeklitepe kültürünün yayılım ve yerleşim
gücünü göstermektedir. M.Ö. 10000-7000 döneminde, çanak çömleksiz olarak
değerlendirilen bu aşamada belirtilen tüm hususlarda gelişme sağlanmıştır. Bu
dönemin de başta Ortadoğu coğrafyası olmak üzere evrensel yayılma karakterinde
gelişme sağladığını belirtmek gerekir.
İkinci önemli husus, M.Ö. 7000’ler
sonrasında gelişen çanak çömlekli neolitiğin daha üst bir aşama olarak
kentlerin eşiğine kadar gelen bir gelişmeyi mümkün kılmasıdır. Tüm arkeolojik
kazılar bu gerçeği doğrulamaktadır. Aynı merkezî alandan özellikle M.Ö.
5000’lerden itibaren daha da hızlanan bir kültürel yayılmanın başta Mısır,
Aşağı Mezopotamya’da Sümer, bugünkü Hindistan-Pakistan sınırlarındaki Pencab
(Pencav) ile Türkistan’ın Amuderya ve Siriderya vadilerinde olmak üzere geniş bir
jeobiyolojik alanda proto-kent eşiğine kadar bir gelişmeye yol açtığı
belirtilebilir. Döneme göre bir nevi merkez-çevre sistemi ilk defa
gözlemlenebilir bir küresel sistem oluşturmaktadır. Çin’den Avrupa’ya kadar,
yani iki okyanus arasında bu kültürün başat rol oynadığı ikinci kuşak bir
yayılmanın M.Ö. 4000-2000 döneminde yaygınlık kazandığını belirlemek, evrensel
tarih açısından büyük önem taşımaktadır. Küreselleşme sadece günümüzde yaşanan
bir fenomen değildir. Belki de en önemli ve sömürücü, baskıcı olmayan
(İstisnalar kuralı bozmaz) en uzun süreli küreselleşme bu dönemlerde
yaşanmıştır. Evrensel tarihten anlaşılması gereken bu husus olmalıdır. Hem
maddi hem de manevi ortak bir kültürel oluşum ve küresel yayılımı anlamlı bir
tarih anlatımı için temeldir. Evrensel tarihten anlaşılması gereken, tüm
toplumların düşündükleri ve pratikleştirdikleri benzer özne-nesne halkalarıdır.
Başta ulus tarihleri olmak üzere, tüm mikro tarih anlatımları eğer evrensel
tarih içine oturtulmazlarsa, ancak öykü değerinde anlam ifade ederler.
Aslında mikro tarih diye bir
anlatım türü yoktur. Kapitalist tekellerin propaganda ihtiyacı mikro tarihi
ortaya çıkarmıştır. Tarihi anlayabilmek için bu hususun kavranması çok
önemlidir. İnsan türü sadece kendisi değildir, tüm evren tarihidir. İnsanda
yeniden yapılaşan, tüm madde-enerji akışlarının faz bütünlükleridir. İnsan
dışında olup da insanda yeniden bir araya gelip yapılaşmayan, duygu ve düşünce
haline gelmeyen hiçbir evren parçası, madde ve enerji bütünlüğü yoktur.
Birincisi, evrensel tarih diyorsak, bu gerçek kastedilmektedir. Panteizmin de
fark etmeye çalıştığı bu gerçekliktir. Evrensel tarih deyince anlaşılması
gereken ikinci tür anlatım, İkinci Doğa olarak da adlandırılan toplumsal
doğanın maddi ve manevi kültürel gelişimidir. Bu tarihi bir nevi toplumun kök
hücresi olan klanlardan alıp günümüze kadar toplumların ana nehir akışları
biçiminde değerlendirmek de mümkündür. Bu tarih anlatımında ana nehir kavramı
önemlidir. Nasıl insan olmayan evren tarihini anlatmak için tüm madde-enerji
toplamları gerekmiyorsa, sadece fazlı geçişlerin mekanizmalarını (Hegel’de
mantık ve momentler) ve ana halkalarını (fizik, kimya, biyoloji) anlatmak veya
anlamak yeterliyse, İkinci Doğa olarak toplum tarihi için de benzer bir anlatım
gereklidir. Toplum tarihiyle kast edilen şüphesiz sosyolojidir. Ayrı sosyoloji
ve tarih anlatımları da anlam bütünlüğünü hep parçalayan kapitalist
tekelciliğin ideolojik hegemonyası gereğidir.
O halde her iki anlamda da
evrensel tarih bir bütündür. Şüphesiz bu anlatımda birey, olgu ve olayların
yeri olmadığı anlamına gelmez. Bilakis birey, olay ve olgular ancak bu evrensel
anlatım içinde rol oynadıklarında anlam kazanırlar. Mikro tarih makro
(evrensel) tarihle ancak diyalektik bağ içinde kendisine yer yapar. Kendi başına
mikro tarih, edebiyat ve sosyoloji anlatımları felsefesiz olmak anlamına gelir
ki, bu da nihayetinde en kabasından pozitivist zırvalıklar haline dönüşür.
Verimli Hilal’de M.Ö. 6000-4000
döneminde uygarlığa geçiş için gerekli olan belli başlı tüm maddi ve manevi
kültür unsurlarının oluşmuş bulunduğu önemli tarihçilerin ortak bir kanısıdır.
Bu kanıyı destekleyen çok sayıda gözlem, etnik ve arkeolojik araştırmalar
mevcuttur. Başta giyinme, beslenme ve barınma alanlarında olmak üzere maddi
kültür araçları endüstrileşerek üretim seviyesine erişebilmişlerdir. Kıtlık ve
çeşitli afet dönemlerinde kullanılmak üzere toplumsal artıklardan birikimler
yapılabilmektedir. Ticaretin temeli atılmıştır. Hediye kültüründen karşılıklı
ihtiyaçlar için ürün değişimi yapılabilmektedir. Manevi kültürün birçok unsuru
da kazanılmıştır. Din, tanrı, sanat, bilim ve tekniğin ilk orijinal hallerinde
büyük gelişmeler sağlanmıştır. Madenden tekniğe geçilmiştir. Tekerlek
kullanılmaktadır. Enerji dönüşümlerinden yararlanılmaktadır. Sanıldığından daha
fazla keşiflerin yaşandığı kuşkusuzdur. Daha da önemlisi, kadının başatlığında
ve çevre ile çelişmeyen bir yaşam söz konusudur. Günümüzdekiyle
kıyaslandığında, yalnız bu husus bile bu dönem toplumunun üstünlüğünü izah
etmeye yeterlidir. Çevre ve kadını günümüz uygarlığı kadar bastıran bir toplum
-çokça propagandası yapıldığı halde- asla üstün ve gelişmiş sayılamaz. Eğer bir
toplumun sağlığından ve üstünlüğünden bahsedilecekse, ekolojik ve feminist
(burjuva anlamında olmayan) kriterler esas olmak durumundadır. Bu yönüyle
günümüz toplumları gerçekten hasta toplumlardır.
c- Kent ve ona dayalı uygar topluma geçiş, Verimli
Hilal’in binlerce yıllık toplum geleneklerinde biriken maddi ve manevi kültür
değerlerinin niteliksel sıçramasıyla gerçekleşti. Mevcut kültürel unsurlar
Dicle, Fırat, Nil ve Pencab (Beşsu) deltalarında oluşan alüvyonlu alanların
verimli yapısı başta olmak üzere öteki bazı unsurlarla sentezlendiklerinde
kentin doğuşu kaçınılmazdır. Bu sentez büyük bir ürün artışı anlamına
gelmektedir. Şu hususu da iyi bilmek gerekir ki, aynı alüvyonlu alanlar
üzerinden yüz binlerce yıl boyunca insan akışları olmasına rağmen, bu
topluluklar kendi öz dinamikleriyle bir kentleşme pratiğine ulaşmak bir yana,
klan toplumunu bile yaşatacak yetenekte olamamışlardır. Bu alanlarda kent
uygarlığına geçiş için diyalektik bağlantı içinde olacakları gelişmiş bir
neolitik toplum şarttır öncelikli koşuldur. Çin’de de benzer bir oluşum bu
diyalektik temelinde oluşacaktır. Tarihçilerin büyük bir bölümü ilk kentin
Dicle-Fırat’ın denizle birleştiği alüvyonlu sahada inşa edilen Uruk olduğu
konusunda hemfikirdir. Evrensel tarih için Uruk dönemi (M.Ö. 3500-3000)
uygarlığın başlangıcını teşkil etmesi açısından önemlidir.
Uruk kültürünü yansıtan şehir
tanrıçası İnanna ile ilk kahraman kralı Gılgameş adına düzenlenen destanlar
için ilk söylenebilecek olan, kendi dönemlerinin özet anlatımları olduklarına
dairdir. Yazılı halleriyle günümüze kadar ulaşan bu orijinal destanlar
kendilerinden önceki insanlığı düşünce, inanç ve arzuları ile yansıttıkları
gibi, geleceğe dair ölümsüzlük özlemlerini de bir anı gibi bize
hissettirmektedirler. Evrensel tarih işte budur. İnanna Destanı’nda kadının
binlerce yıllık üretken yaratıcı emeği ile yaratılan ve 104’e kadar sayılan
toplumsal kurum ve kuraldan, teknikten bahsedilmektedir. Kurnaz ve güçlü
‘erkekleşen tanrılar’ın bunları ellerinden almak için nasıl hileye ve zorbalığa
başvurduklarını anlatmaktadır. Gılgameş ilk defa büyülendiği kral yaşamının
yardımcısı Enkidu’nun ölümü ile elinden kayıp gideceğine dair içine girdiği
büyük üzüntüsünü ve ölümsüzlük bahşeden otun peşindeki macerasını
anlatmaktadır.
Kadının gittikçe derinleşen
köleliğiyle tanrı-kralın hastalık haline gelen iktidarsal çıkışları uygarlığın
ilk büyük diyalektik çelişkisidir. Köle-efendi çelişkisi de bu temel çelişkiden
kaynaklanacaktır. Günümüzün işçi, işsiz ve her soydan yoksullaştırılan
kölelerine kadar bu öykü derinleşerek ve yaygınlaşarak devam edecektir.
Evrensel tarihin uygarlık aşamasını tanımlamak ve ana momentlerinde belirlemelerde
bulunmak büyük önem taşır. Kırsal alanın ticaret ihtiyacını iyi kullanan, bunu
daha verimli üretimle karşılamanın tasarı ve tekniği üzerine inşa edilen
kentler başlangıç itibariyle olumsuz rol oynamazlar. Tersine kırsal alanla uyum
ve işbirliği içinde toplumsal gelişmeyi hızlandırırlar. Fakat yol açılan ve
büyük birikim arz eden toplumsal artıklar üzerine yürütülen mücadele ve
savaşlarla kente dayalı sınıflaşma ve devletleşme aşamaları, gittikçe kırsal ve
kentsel emekçilerle tüm kabile sistemleri için tehlike haline gelirler.
Hegel’in deyişiyle toplum genel bir efendi-köle ilişkisi ve çelişkisine tabi
tutulmuş bulunmaktadır. Evrensel tarihin uygarlık aşaması hep bu çelişkiden
kaynaklanan savaşlarla, bu savaşlarla birlikte kurulan devlet biçimlenişleriyle
dolu geçecektir. Tarih bu anlamda bir ‘insan mezbahası’dır.
Uygarlık toplumlarında
hiyerarşinin sürekli iktidar ve devlet üretmesini doğru çözümlemek, doğru tarih
anlatımı için büyük önem taşıyan diğer bir husustur. İktidarlı toplum süreci
daha önceki toplumlardan nitelik olarak çok farklıdır. İktidar veya efendi
kurumu uygarlık tarihi boyunca toplumda sürekli gelişen, yoğunlaşan ve
yaygınlaşan bir özelliğe sahiptir. Adeta kanser hastalığı gibidir yayılmadan,
yoğunlaşmadan ayakta duramaz. Tıpkı kapitalist tekellerin sürekli birikim ve
kâr hastalığı gibidir iktidar kurumu. Özünde ikisi de yoğunlaşmış toplumsal
artıkla yaşarlar. Sınıflaşma olgusu toplumsal artıkla yürüyebilir. Bu artık
kesildiği veya azaldığı oranda devletli toplumun krizi kaçınılmazdır. Sonuç,
kendini sürekli üreten savaş ve yeni devlet, iktidar parçası olma arayışıdır.
Avın peşindeki avcı gibidir iktidar elitleri ve kurumları. Devletler ise bu
işin meşrulaştırılmış biçimleri olarak tanımlanmalıdır.
Şüphesiz devletlerin meşrulaşmasında
toplumların genel yönetim ihtiyaçları da tam bir maske olarak kullanılır. Tarih
boyunca tüm devlet yöneticileri kendilerini bu maske ile tanıtmaya büyük özen
gösterirler. Güvenlik, büyük sulama ve endüstri girişimleri, adalet işleri gibi
bazı toplumsal yönetimler gerekli bir ihtiyaç olarak meşru görülebilir. Fakat
iktidar ve devlet yönetimlerinde bu toplumsal işler hep ikinci planda tutulur
ve kendilerini meşrulaştırma temelinde kullanılır. İktidarlı toplumlar erkek
egemen toplumlardır. Yönetilenlere ilişkin Kutsal Kitaplarda da çokça geçen
‘çoban-sürü’ ilişkisi geçerlidir. Bu ilişkinin günümüze doğru gelişimi çevre ve
emekçinin genel karılaşma eğilimi biçimindedir. Bunu iktidarın erkeklik
karakteri sağlar. Neolitik toplumda kadın ağırlıklı yönetimler esas olarak
üretim, güvenlik ve üreme amaçlıyken, uygarlık toplumlarında iktidar
yönetimleri içte ve dışta sömürü ve savaş amaçlıdır. Dolayısıyla savaş ve
iktidar teknolojisine birincil sırada önem verilir. Ayrıca çevreyi sürekli
fethedilecek bir sömürü alanı olarak görürler.
Ortadoğu’nun iktidar kültüründe bu
soyutlamalara en zengin çeşitlilikteki iktidar somutlaşmalarında rastlamak
sadece mümkün değil, işin kuralı, normu gereğidir. Merkezî olduğu ve bütünlük
arz ettiği gerçeğinden hareketle yaklaşım göstermek, uygarlık sisteminin doğru
kavranması için şarttır. Kesinti ve parçalanmış boşluklar uzun süreler içinde
mümkün değildir. “İktidar boşluk kabul etmez deyişi bu açıdan doğrudur.
d- Evrensel tarihin omurgasını teşkil eden Mezopotamya ana
kaynaklı ve kesintisiz akıp gelen beş bin yılı aşan merkezî uygarlığı en temel
tarih birimi olarak incelemek temel metodolojik öneme sahiptir. Bu konuda dar
ekonomist sınıf yaklaşımı yöntemlerinden tutalım, hukuk ve ulusal devlet
eksenli, üretim sistemli yaklaşım yöntemleri tarihin bütünlüğünü vermekten
uzaktırlar. Özellikle gittikçe yaygınlaşan pozitivist mikro tarih yöntemleri
tam bir anlam katliamı rolüne bürünmüş gibidirler. Tarihi birey, olay, hanedan,
ulus, devlet, sınıf ve ekonomi unsurları başta olmak üzere indirgemeci tekil
unsurlarla çözümlemek, anlatı haline getirmek gerçeğin parçalanarak
katledilmesine götürür. Kapitalist tekellerin ideolojik hegemonyası altında
geliştirilen bu mitik anlatımlar ezici yönleriyle propaganda rolünü oynarlar.
Şüphesiz tikel anlatımlar gerekli ve önemlidir. Ama evrensel tarih akışları ile
bütünleşmeden, gerçeğin bütünlüklü kavranışına hizmet etmezler. Günümüzde tarih
anlatımı çok sorunlu bir konudur. Doğru anlatımlar büyük güç ve çabaları
gerektirmektedir. Hem düşünce çabasından hem de eylem gücünden bahsediyorum.
İktidarın sürekli kâr peşindeki sermaye gibi bir özelliğinin olduğunu
kavramadıkça, uygarlık toplumları çözümlenemez. Aslında iktidarı en rafine
örgütlü sermaye olarak düşünmedikçe tam kavranması başarılamaz. Sermayeyi ne tam
ekonomik (Marksistler ve liberaller için böyledir) ne de politik olarak
(ulus-devletçi yaklaşım) düşünmek doğrudur. Birbirini doğuran, biri olmaksızın
diğerinin edemeyeceği ikiz olgular olarak kavramlaştırmak gerçeğe daha yakın
sonuçlar verir.
Merkezî uygarlık sistemini bu
tanımlar çerçevesinde beş bin yılı aşkın süreli bir tarihsel-toplumsal sistem
olarak değerlendirmek mümkündür. Üç ana versiyon ve birçok alt kümeler halinde
şemalaştırabiliriz. Birincisi, Sümerik orijinal çıkıştır. Uruk örneğinin
kendini çoğaltması çığ gibi artan şehir öbeklenmelerine yol açmıştır. Merkezî
alan Aşağı Mezopotamya’dır. Hegemon güç Uruk site devletidir. Yaklaşık beş yüz
yıl sürmüş, ulaşabildiği her yerde yarı-çevreler ve koloniler oluşturmuştur.
Bütün Verimli Hilal’i merkez ve çevre olarak örgütlü kıldığını belirtebiliriz.
Sistemin yaşadığı konjonktürel bunalım sonucunda M.Ö. 3000 yıllarında hegemonik
güç Ur sitesine geçmiştir. Ur Çağı çeşitli bunalımlarla kesintili olarak bin
yıl kadar sürmüştür. M.Ö. 3000-2000 dönemini Ur Çağı olarak
değerlendirebiliriz. Uruk’un tüm çevre ve merkez rolünü devralmıştır. Daha da
genişletmiş ve kentleri çoğaltmıştır. Kentleşmeler merkez ve çevre alanlarında
Uruk döneminin çok üstünde gelişim göstermiştir. Düzinelerce kentleşmeye tanık
olmaktayız. Toplumda hem yatay hem de dikey örgütlülük artmıştır. Yazı
gelişmiştir. Bilim ve eğitim kurumlaşmıştır. Nippur bir nevi üniversite
kentidir. Yakın komşusu olan doğusundaki Elam bölgesinde Sus, batısında Aleppo
ve Ebla, kuzeyinde Mari ve Kazaz, yine Fırat kıyılarında çok sayıda koloni inşa
edilmiştir.
Mısır-Nil ve Pencab vadilerindeki
kentleşme daha uzak çevrenin alt kümeleri olarak değerlendirilebilir. Nil ve
Pencab vadileri özerk kentlerden ziyade adeta koloniye benzemektedirler. Mısır
uygarlığı Firavun’un saray, mezar ve tapınak üçgeninden oluşan mekanikleşmiş
bir köle komününe benzemektedir. Sümer uygarlığındaki özerk, rekabetçi
kentleşmeyi sağlayamamıştır. Kolektifleşmiş büyük bir köyü andırmaktadır.
Firavun sosyalizmi denmesi de bu niteliğinden ötürüdür. Pencab’daki Harappa ve
Mohenjodaro yerleşkeleri daha çok birer koloniyi andırmaktadır. Sümer kolonisi
olmaları ihtimal dahilindedir. Daha sonra (M.Ö. 1500’ler) gelişecek Çin
uygarlığı, Sarı Irmak deltalarında boy veren ikinci bir Mısır örneği gibi
görünmektedir.
Kuzey Mezopotamya’daki
kentleşmelerin daha değişik biçimde geliştiğini görmekteyiz. Bu alandaki
toplulukların kendi öz dinamikleriyle M.Ö. 3000’lerden itibaren kentleşmeye
geçtikleri ve Uruk, Ur (M.Ö. 4500-3500 döneminde El Ubeyd kültür
yayılmacılığına karşı) kolonizasyonlarına karşı kendilerini korudukları, kısa
süre içinde bu kolonizasyon güçlerini kendi içlerinde erittikleri
gözlemlenmektedir. Bölgenin çok güçlü kabile sistemi ve tarımcı köy yapısı bunu
mümkün kılmaktadır. ABD karşısındaki Avrupa’ya benzemektedir. Bir alt küme veya
çevreden ziyade, ikinci bir merkez rolüne daha yakın konumdadır.
Uruk ve Ur hegemonik sistemleri
içte kent (Babil ve Ninova başta olmak üzere) rekabetleri, dıştan Semitik
kökenli Amorit ve kuzeydoğudan Aryenik boyların savunma ve saldırı savaşlarıyla
(Belli başlı olanları Gutiler ve Akadlardır) M.Ö. 2000’li yılların sonlarında
güçlerini yitirmişlerdir. Yeni hegemonik güçler Babil ve Asur’dur. Babil M.Ö.
2950-1600’lerdeki ilk döneminde çok görkemli bir çıkış sağlamıştır. Ünlü
Hammurabi bu dönemi simgelemektedir. İkinci dönemi kuzey ve doğulu boylarla
(Hitit ve Hurri ittifakları bunu ifade etmektedir) ortaklaşa geçen M.Ö.
1600-1300’lü yıllardır. Son dönem Medlerle koalisyon sonucu yıktıkları Asur
hegemonyasından sonraki M.Ö. 600-540 dönemidir. İlk Yahudi sürgününü
gerçekleştiren Nabokadnazar bu dönemi simgelemektedir. Babil tüm dönemlerinde
bir hegemonya merkezidir. Kapitalist hegemonyanın merkezleri olan Londra ve
Newyork’u andırmaktadır. Sanayi, ticaret, din, sanat ve bilim merkezidir. Çünkü
ünlüdür. ‘Yetmiş iki millet’ sözü Babil’den kalmadır. Çekmediği boy ve kabile
yok gibidir. Dönemin Yunanlıları için Paris ve Londra gibidir. İlk filozofları
Babil ekolünden geçmişlerdir. Kısaca döneminin hegemonik dünya kentidir.
Asur hegemonyasını da üç dönem
halinde ayrımlamak mümkündür. M.Ö. 2000-1600 Babil’e bağlı ticaret kolonileri
dönemi, M.Ö. 1300-1000 tam hegemonik dönemdir. Son dönem ise M.Ö. 900-600’dür.
Zagros’tan Akdeniz’e, İç Anadolu’dan Mısır ve Umman’a kadar geniş bir
coğrafyada hegemonik güç olabilmeyi başarmıştır. Ticaret ve sanayide ilerleme
sağlamıştır. Mamul mal satıp hammaddeleri metropollerine taşımıştır.
Kapitalizmin birçok özelliğini (muhasebe, tartı, ölçü, kredi, para benzeri
işler) geliştirmiştir. Son döneminde Van merkezli Urartular karşısına en ciddi
rakip olarak çıkmışlarsa da aynı başarıyı sağlayamamışlardır. Fakat Urartuların
Asur’a karşı ayakta kalan tek güç olmayı başarmaları önemlidir. Asurlular tüm
hegemonya dönemlerinde güçlü koloniler oluşturmuşlardır. Kâr, kârhane
kavramları Karum (acente) kökeninden gelmektedir. Doğuda Medler ve Persleri,
batıda Mısır, İsrail ve Fenikelileri, İç Anadolu’ya kadar birçok beylikleri
kontrolleri altına alabilmiş ve kolonileştirmişlerdir.
Yine tıpkı Uruk, Ur ve Babil
dönemlerinde hegemonyacılığa karşı direnmede gösterdikleri başarıyı Asur
hegemonyasına karşı da tekrarlayan, Aryen kabilelerinden oluşan Hurri ve Hitit
güçleri olmuştur. Hitit Kralı I. Murşili’nin Hurri müttefikleri ile birlikte
M.Ö. 1596’da Babil dahil hegemonik merkezi tümüyle düşürdüğünü bilmekteyiz.
Hurrilerin Mitanni kolu, M.Ö. 1500-1250 döneminde Kerkük’ten Akdeniz’e kadar
geniş bir bölgede imparatorluk benzeri bir güç oluşturabilmiştir. Aynı kökenden
gelen Urartular ve Medler ise, uzun yıllar süren direnişler sonunda, M.Ö.
612’de Asur’un stratejik yenilgisine yol açmışlardır. Fakat Asur’un yenilgisini
sadece dış savaşlara bağlamak yetersiz bir yaklaşımdır. Temel neden, savaşların
artık kârlı olmaktan çıkmasıdır. Tıpkı sermayenin azalan kârının bunalım
ve kriz etkeni olması gibi, savaşların azalan kârı da kriz ve yenilgilerle
sonuçlanmaktadır.
Asur sonrası Ortadoğu’nun yeni
hegemon gücü Pers-Med ittifakına dayalı Pers İmparatorluğu’dur. M.Ö. 550-330
döneminde dünya hegemonu rolünü oynayan Pers imparatorları en geniş küresel
sistemi kurmayı başarmışlardır. İktidar alanları Ege kıyılarından Pencab’a
kadar uzanmış olup, Çin hariç dünyanın o dönemine göre tüm uygarlık alanlarını
aynı gücün hegemonyası altında birleştirebilmişlerdir. Bu başarıda manevi
kültür olarak Zerdüştlüğün belirgin payı vardır. Sistem daha eski olan Mısır
uygarlık güçleriyle yeni bir uygarlık sürecinde olan Ege İon uygarlık
güçlerinin sürekli isyanlarıyla yıpratılmıştır. Eski Mezopotamya mirasını
sürdüren Babil de sık sık isyan etmiştir. Kuzeyde İskit boyları adeta dönem
gerillası gibi savunma ve saldırı savaşlarıyla sistemi en çok aşındıran güçler
olmuştur. Yeni, fakat Grek kültürünün etkisiyle hızla gelişen Makedonya’nın çok
genç kralı İskender’in (Aristo’nun öğrencisidir) ideolojik ve taktik üstünlüğü
Pers hegemonyasının sonunu getirmiştir. Böylelikle yeni Grek uygarlığı kendini
başarıyla kanıtlamış olmaktadır.
e- Yeni hegemonik güç, üstünlüğünü kanıtlayan Helen
uygarlığına ve onu temsilen Greko-Romen güçlerin eline kaymaktadır. Bu, Doğudan
Batıya doğru ilk ciddi güç kaymasıdır. Ege kıyılarındaki İon kent kültürüne
(M.Ö. 600-M.S. 500) dayalı Greko-Romen uygarlığı, evrensel tarihte ikinci büyük
kentleşme dalgasına yol açmıştır. Bu kent uygarlığının başlıca güç kaynakları belki
de yüzlerce yıl süren özümsemeyle devralınan Mısır, Babil, Hitit, Girit ve
Med-Pers maddi ve manevi kültür birikimleridir. Mısır, Babil ve Pers
saraylarını gezmeyen, kültürlerini yoğun gözleme tabi tutmayan önde gelen
(Solon, Thales, Pisagor) İon bilgeleri yok gibidir. Şüphesiz uygarlığa
Greko-Romen katkıları da çok yönlü olmuştur. Önemli olan uygarlıkların
zincirleme etkilenmesidir. Temelinde toplumsal artının ele geçirilmesinin rol
oynadığı iktidar savaşları ve kurumlaşmaları geleneksel bir miras gibi sürekli
birbirlerine aktarılır. İktidarı en çok çoğaltan, kendini en başarılı sayar. Bu
da artık-değerin büyütülmesi ve ele geçirilmesiyle bağlantılıdır.
Greko-Romen uygarlığı, Avrupa
uygarlığının 9.-13. yüzyıllarda Doğu uygarlıklarından sağladığı maddi ve manevi
kültürel aktarımların adeta benzerini M.Ö. 1600’lerden önce Miken-Hellas
örneğiyle Yunan Yarımadasında, M.Ö. 1000’lerde Etrüsklerle İtalya Yarımadasında
sağlamıştır. Neolitik kültür aktarımları ise M.Ö. 7000-4000 dönemlerinden hep
süregelmiştir. Evrensel tarihten kültür aktarımları tek taraflı olmayıp
karşılıklı bağımlılık temelinde hep olagelmiştir. Uygarlık dönemlerindeki
tahakküme dayalı yayılımlar sanıldığından daha sınırlıdır. Tarih de her şey
değildir resmi tarihlerin propagandasını tarih olarak alamayız. İktidar
kökenli uygarlık yayılımları evrensel tarihin sınırlı bir parçasını oluşturur.
Dipte asıl rol oynayan ise, kabileler ve halklardan örülmüş toplumsal tarihtir.
İktidar tarihlerine tarih demek bile zordur. Asıl tarihi toplumsal bağlamda
izlemek evrensel tarihin özünü verecektir. Bu sorunların halen tüm ağırlığıyla
tartışıldığını bir kez daha belirtmeliyim.
Ege Denizi’nin her iki yakasında
gelişen kentleşme (M.Ö. 700-500) ve ona dayalı kültür ve uygarlık hareketi
evrensel tarih açısından yeni bir moment ve sentezi ifade eder. Batı Avrupa
uygarlığının oluşumunda bu sentez ve moment orijinal çıkış olarak
değerlendirilir. Dünyaya tüm bakış açılarında başlangıç olarak ele alınır.
Avrupa merkezî uygarlığı bu konuda tüm bilimsel, hatta felsefi idealarına
rağmen ağırlıklı olarak mitolojik yaklaşım sergilemekte, bunu yaparken evrensel
tarihe ilişkin büyük çarpıtmalara başvurmaktadır.
Şimdiye kadarki anlatımlardan da
gayet iyi anlaşılmaktadır ki, Ege kıyılarında gelişen kültür, dönemine kadar
süren tüm Ortadoğu kökenli kültürlerin yüzlerce, hatta binlerce yıl süren
aktarımları sonucu oluşan çok önemli bir sentezdir. Çok ötelere gitmeye gerek
yoktur. Yalnız Pers-Helen ilişkilerinin oluşturduğu sentez M.Ö. 600’lerden
(Medleri de dahil edersek) Batı Roma’nın yıkılışına, yani M.S. 500’lere
(Sasanileri de eklersek) kadar süren ilişkilerin sonucuna tanıklık etmekte ve
bu gerçeği kanıtlamaktadır. Sadece Adıyaman’ın Nemrut Dağı’ndaki tanrılar
panteonuna bir göz atmak bile bu
gerçeği kavramak için yeterlidir.
Greklerin kentleşme hareketi
başarılı bir sentez ve üstün bir aşamadır. Yol açtığı kültürel ortamda
mitolojik kökeni ağır basan dinsel ideolojileri çözmüş, felsefe ve bilimin
ağırlık kazanmasına çok ciddi bir katkıda bulunmuştur. Bilim ve felsefeyi temellendirmede
bu katkının rolü belirleyici olmuştur. Dolayısıyla evrensel tarihe de ciddi bir
ivme kazandırmıştır. Fizik, kimya ve biyoloji biliminin önü açılmış, tarih ve
toplum felsefesinin temelleri de daha bilimsel ölçütlere kavuşturulmuştur.
Sanatta da özellikle kent mimarisi, heykelcilik, tiyatro ve destan anlatımında
görkemli örnekler sergilenmiştir. İskender’in büyük zaferlerinin arkasında
şüphesiz bu kültürel üstünlük yatmaktadır. Roma’nın askeri ve siyasi
hegemonyasını doğuran da yine bu kültürel üstünlüktür. Roma gerek cumhuriyet
gerekse imparatorluk aşamasında Grek kültürünün siyasi ve askeri alana
taşırılmasını ifade eder. Roma’nın yaklaşık bin yıllık (M.Ö. 508-M.S. 495)
hegemonik serüveni Atina’nın niyet ettiklerinin hem doğrulanması hem de gerçekleştirilmesidir.
Dolayısıyla ayrı bir sentez veya orijinal saymak olası değildir. Şüphesiz
nicelikçe daha çok büyümüş, nitelikte de (askeri ve siyasi hegemonyada)
mükemmeliyete yaklaşmaya çalışmıştır. Hukuk, mimari ve retorik alanlarında
bunun örneklerini sergilemiştir.
Roma hegemonyası evrenselliği ve
evrensel tarihi oldukça zorlamıştır. Bu yönlü katkısı önemlidir. Fakat
ağırlıklı olarak Ortadoğu kültür sahasında bu rolü oynadığı unutulmamalıdır.
Doğu Roma (Bizans İmparatorluğu) örneği bu gerçeği açıkça ifade etmektedir.
Batılı olmaya, Avrupa uygarlığına erişmeye çaba harcamıştır. Bu çabasında
Gotlara (Germenik kabileler) karşı seferler için bazı yollar, kaleler ve
korunma surları oluşturmaktan öteye gidememiştir. Doğulu yanlarının (Fırat ve
Dicle uzun süre Doğu sınırlarını oluşturmuştur) egemen olduğu bir evrenselliği
yaşadığı kesindir. Grek örneklerinden daha fazla Doğulu olmuştur. Hem maddi hem
manevi kültür alanlarında böyle olduğu gibi, nicelik ve nitelikte de böylesi
bir sentezi ifade eder. Şüphesiz Avrupa uygarlığının oluşumunda bir ön deneyim
ve tarihsel aşamadır.
Roma hegemonyası döneminde Doğu
kültürünü Perslerin (Akhamenit hanedanları) yerine geçen Part ve Sasani
hanedanları temsil etmeye çalışmışlardır (yaklaşık M.Ö. 250–M.S. 650). Temsil
derken, iktidar kültürünün siyasi ve askeri damarlarını kastediyorum. Bu
temsilde nasıl ki İskender sonrası Greko-Romen hegemonyasının arkasında Helen
kültür dünyasının oynadığı temel bir rol söz konusuysa, Pers-Med ağırlıklı
hegemonik iktidarların arkasında da Zagros eteklerindeki Mağ’larda (ateş
ocakları) tüten alevler etrafında oluşan Zerdüşt kültürünün belirleyici etkisi
vardır. İki hegemonik güç arasında yaklaşık bin yıl süren siyasi ve askeri
üstünlük savaşlarına paralel olarak, iki kültür arasında da benzer bir
ideolojik savaş sürmüştür. Batı kültür sentezinde bu çatışmanın rolü
belirleyicidir.
Şu hususu önemle belirtmeliyim ki,
Toros-Zagros eteklerine dayalı toplumsal kültür hiçbir dönemde orijinalliğini
tamamen kaybetmemiştir. Kendi içinden çıkan askeri ve siyasi, hatta rahip dinî
hegemonlara teslim olmamıştır. Toplumsal tarih olarak kalmaya devam etmiştir.
Tarih boyunca dört taraftan uğradığı tüm istila dalgalarına karşı toplumsal
varlığını sürdürebilmiştir. Bunda yaşadığı ve derin köklere sahip (M.Ö. 15.000’lerden
günümüze) kabile sistemi ile tarım ve hayvancılık ekonomisinin rolü belirleyici
olmuştur. Bu kültürde adeta iki âlem vardır. Birincisi, toprağa ve tarihe
derinliğine gömülü kabile ve halkların toplumsal dünyası ikincisi, sayısız
istilacı, sömürgeci, sömürücü ve imhacı güçlerin hegemonik iktidar kavgaları,
savaşları ve devletleri dünyasıdır. Anlatmaya çalıştığım, evrensel tarih
açısından günümüze kadar devam eden diyalektiksel gelişmenin iki dünya
arasındaki kırmızı çizgisidir. Bölge kültürü en azından öznesellik anlamında
çevre olmayı hiç kabul etmemiş, bunu aklına bile getirmek istememiş, merkez
olmakta bazen komik ve trajik öyküleri olsa da, merkez kalmakta hep ısrarlı
olmuştur. Mikro tarihimize bu evrensel bakış açısından baktığımızda hem onurun
hem alçaklığın, hem acının hem coşkunun, hem komedinin hem trajedinin binbir
örneğini görmekte ve anlamakta zorluk çekmeyeceğiz. Kendi toplumsal doğamızı
(onunla ayrılmaz bir bütün olan fiziksel, kimyasal ve biyolojik doğa) daha çok
kavrayacak ve olumsuzlukları geriletmenin irade ve eylemine daha çok koşacağız.
f- Ortadoğu merkezî uygarlığının son evrensel hamlesi
İslamî uygarlık momentinde ve sentezinde gerçekleştirilmiştir. İslam adı
altında sanıldığının aksine rafine bir din ideolojisi değil, o döneme kadar tüm
ideolojik varyasyonların bir sentezi söz konusudur. İslam bir orijinalite
değil, Ortadoğu’nun evrensel kültür akışında ve uygarlığında bir dönem, bir
momenttir. Aynı zamanda çok karmaşık bir ideolojik sentezdir. Talihsizlik
şuradadır ki, Batı Avrupa Hıristiyanlık sentezini yeniden çözümleyerek bilim ve
felsefede evrensel tarihsel bir hamleye yol açarken, İslam sentezinde başlayan
bilimsel felsefe çözümleri sonuca tam vardırılmadan bastırılmış, bu da Ortadoğu
merkezî uygarlığının Avrupa’ya kaymasında en önemli nedenlerden birini teşkil
etmiştir.
İslam uygarlığı, başlangıçtaki tüm
kurtuluşçu temalarına rağmen, çok kısa süre içinde (Emevi Hanedanlığında,
650-750) bir hegemonik uygarlığa dönüşmüştür. İslamiyet aslında son
dönemlerinde iyice yozlaşan, kâr getirmeyen, bölge halklarını ve toplumsal
örgülerini çok yıpratan Bizans-Sasani çekişmesinin yüzyıllarca süren çıkmazına
ve çözümsüzlüklerine karşı bir çıkış, bir çözüm olarak kendini sunmuştur.
Adından da anlaşıldığı üzere bu mesaj Selam (İslam’ın köken kavramı), yani
barış dinidir. Fakat gelenin gideni aratması türünden bir güç olan Emevi
Hanedanlığıyla (Muhammed’in Medine Mukavelesi 650’ye dek sürmüş, Muaviye-Ali
çekişmesinde Kureyş kabilesinden Emevi Hanedanlığı başaran taraf olmuştur)
Ortadoğu’daki uygarlık savaşları daha da yoğunlaşmıştır. Bizanslılar ve
Sasaniler defalarca yenilgiye uğratılmış, Konstantinopolis kuşatılmış, Sasani
kentleri tümüyle ele geçirilmiştir. İslam akınları ancak Çin sınırlarında (750)
durdurulabilmiştir. Hindistan’dan İber Yarımadasına ve Afrika çevresine kadar
olan alanlara yerleşilmiştir. Türk boylarının İslamlaşmasıyla Kuzey
yarımkürede, Orta Avrupa’dan tüm Güney Sibirya ve Orta Asya’ya kadar yayılma
sağlanmıştır. İktidar-devlet-uygarlık alanlarında büyük bir genişleme
sağlanmıştır.
Abbasi Hanedanlığı döneminde
(750-1250) hegemonik zirveye tırmanılmıştır. Cihan İmparatorluğu kavramı çokça
seslendirilmektedir. Grek, Hint, hatta Çin kültürü hızla tercüme ve telif
edilerek, İslam için bir kültürel üstünlük yaratılmak istenmiştir. Ticaret
kapitalizmi tarihin en gelişkin aşamasına erişmiştir. İstese aslında daha sonra
karşısında hegemonik yenilgi alacağı Avrupa’yı kontrolü ve hatta işgali altına
alabilecek güçtedir. Kârlı olmadığı için Avrupa’nın fethini sınırlı tutmakla yetinmiştir.
Sanıldığının aksine Avrupa’nın işgali karşı direnişten ötürü değil, tıpkı Roma
işgallerinde olduğu gibi verimsiz olduğu için yarım bırakılmıştır. Yine Hun ve
Cengiz Han istilaları da benzer nedenle yarım bırakılmıştır. 15. yüzyıla kadar
Avrupa’nın şansı henüz büyük güçlerin (Ortadoğu kökenli) iştahını kabartacak
kadar verimli ve kârlı bir saha haline gelmemiş olmasıdır. Bu duruma geldiğinde
de (19. yüzyıldan itibaren) karşı hamleyle kendi hegemonyasını gerçekleştirmeyi
ve kalıcı kılmayı bilmiştir.
Uygarlık anlamında İslam’ın
hegemonik çöküşü çözümlenirken, dıştan Moğol Cengiz Han Hanedanlığının istila
ve işgalleriyle içte mezhep çatışmaları baş sebep olarak gösterilir. Bu eksik
bir anlatımdır. Belirtildiği gibi, asıl neden kültürel Rönesans’ı gerçekleştirememesidir.
Abbasi döneminin yönetimleri bu gerçeğin farkındadır. Kurtuluş ve barış mesajı
olarak İslamiyet’in sadece dinsel fonksiyonuyla imparatorluğu ayakta
tutamayacaklarını iyi bilmektedirler. 800-1200 döneminde gerçekten İslamî
Rönesans’a yaklaşan çabalar yoğunca sergilenmiştir. Bilim ve felsefede ciddi
açılımlar sağlanmıştır. Tıp, biyoloji, matematik, fizik, kimya, tarih ve toplum
bilimlerinde Avrupa’nın önündedir. Felsefenin hikmet, tasavvuf, mantık,
ilahiyat, adalet konularında oldukça ciddi açılımları söz konusudur. Fakat
sonuçta dinsel dogmatizmin ağır basmasıyla bu çalışmalar dumura uğratılmış,
hatta lanetlenerek devre dışı bırakılmıştır.
Avrupa ise, tersine, bir yandan
Greko-Romen kaynaklarına direkt ulaşmaya çalışırken, diğer yandan İslam
ülkelerinde sağlanan ve yararlanabileceği tüm kaynakları bu dönemde aktarmasını
bilmiştir. Ortadoğu’da inkıtaya (kesintiye) uğrayan Rönesans Avrupa’da hamleye
geçmiştir. 14. ve 15. yüzyıllar Avrupa’nın Rönesans yüzyıllarıdır. Avrupa’nın
şansı kendi Rönesans’ını Hıristiyan dogmatizmine rağmen sürdürmesi ve tüm
Avrupa’ya yayabilmiş olmasıdır. 16., 17. ve 18. yüzyıllarda Reformasyonun
(dinde köklü reform) yanı sıra felsefi ve bilimsel devrimle aydınlanmasını
sağlayarak süreci başarıyla kat etmesini bilmiştir. Sonuçta 19. yüzyılın
başlarına geldiğimizde kültürel (zihniyet) devrimin zaferi kesin olmuştur.
İslamîk uygarlığın hegemonyasını yitirişi ve bunun sonucu olarak hegemonyanın
Avrupa’ya kayışında bu kültürel devrimin zaferi belirleyici rol oynamıştır.
Hegemonyanın kayışında ikinci
sırada sayılması gereken etken, ticaret kapitalizminin benzer biçimde Avrupa’ya
başarıyla aktarılmasıdır. Başta Venedik, Cenova ve Floransa olmak üzere İtalyan
kentlerinin 11. yüzyıldan itibaren Haçlı Seferleriyle birlikte giriştikleri
muazzam ticari hamle sadece kâr amaçlı olmamıştır. Ortadoğu dünyasında binlerce
yılda oluşan tüm kapitalist gelişmeleri (tarım, para, ticaret, endüstri) kârla
birlikte bir kültür olarak da taşımasını bilmiştir. Mallarla birlikte o malları
üreten tüm usul ve teknikleri de aktarmıştır. Çin uygarlığından yapılan (kâğıt,
barut, matbaa, top vb teknikleri) aktarımları da buna dahil etmek gerekir.
Özellikle ‘Moğol Yoluyla’ üçüncü sırada siyasi düşünce ve askeri tekniğin
aktarılması söz konusudur. Avrupa kendiliğinden iktidar ve devlet tekniklerini
ve arkasındaki düşünceyi inşa etmemiştir büyük oranda miras olarak almıştır.
Kendi katkılarını ancak 16. yüzyıldan itibaren yapmaya başlamıştır. Dördüncü
sıraya sanat ve edebiyat aktarımlarını koymak gerekir. Bu aktarımlarda İtalyan
kent devletleri ile Endülüs İslam Devleti başat rol oynamıştır.
Son olarak Hıristiyanlığı da temel
ahlaki ve moral aktarım aracı olarak değerlendirmek mümkündür. Roma’nın
yıkılışından sonra Avrupa’yı moralmen ayağa kaldıran Hıristiyanlık olmuştur.
Daha da önemlisi, yeni kent hamlesi çoğunlukla Hıristiyanlık manastırları
çevresinde gelişmiştir. İtalya ve Batı Avrupa kıyılarında 11. yüzyıldan
itibaren hız kazanan yeni kentleşme hareketleri evrensellik açısından Sümer ve
İon hamlesinden sonra üçüncü ana hamledir. Hem arkalarındaki kültür hem
yapılanış biçimleri farklılık arz eden, ama benzer yönleri de çok olan bu
tarihsel hamlelerin birçok alt kümesi de şüphesiz mevcuttur.
Beş bin yıllık uygarlık öyküsü
aynı zamanda kent varyasyonlarının gelişim öyküsüdür. Kentler hem maddi hem
manevi kültürün en sağlam kayışları olarak tarihte sürekli ve kalıcı rol
oynamışlardır. Halen devam etmekte olan Avrupa kentleşme aşamasının nasıl
sonuçlanacağı, kentleşmenin yaşadığı ağır bunalım ve kanser türü büyüme
hastalıkları nedeniyle büyük tartışmalara ve yeni çözüm arayışlarına konu
olmaktadır. Hıristiyanlık bu yönleriyle manevi ve maddi kültür öğelerinin
aktarımında stratejik ve taktik önderlik rolü oynamıştır. Hıristiyanlığın
Ortadoğu kökenleri dikkate alındığında, 16. yüzyıldan itibaren yeni bir
uygarlığa geçen Avrupa’nın nasıl doğduğu daha iyi kavranmış olacaktır.
Greko-Romen uygarlığının mirasını devralan Avrupa uygarlığı bu yeni aktarımlar
temelinde yenilenmiş, güçlü bir kültürel senteze erişmiş ve üretim-birikim
tarzında radikal dönüşümler sağlayarak kendi hegemonyasını kurmayı başarmıştır.
Hegemonyanın inşasında İtalyan
kent devletleri, İspanya Krallıklarının yeniden fetih hareketleri ve
imparatorluk denemeleri, Hollanda ve İngiltere’nin yükselişi, Fransa ve
Almanya’nın bununla rekabetleri ikinci planda kalır. Bu hegemonik yükselişte
Yahudi kültürünün maddi ve manevi öğelerinin stratejik rol oynamada en az
Hıristiyanlığınkiler kadar etkili olduğu önemle belirtilmek durumundadır. İslam
dünyasından tüm kültür unsurlarının aktarımında Yahudilerin öncülük rolünü
oynadıkları kesindir. Ticaret ve paranın Avrupa’ya öğretilmesinde hep başat
rolde olmuşlardır. Her fikir, bilim ve felsefe hareketinde Yahudilerin kalıcı
izleri olmuştur. Bütün devrimlerde teorik ve taktik önderlik etmede sürekli
mevcudiyetlerini hissettirmişlerdir. Yeni uygarlığın kanı ve beyni rolünü
oynadıkları, en azından gelişiminde başat pay sahibi oldukları inkâr edilemez.
Sonuç olarak Hegel’in Grek şehir
devletinden başlatıp Napolyon kurucusu olduğu ulus-devletle sonlandırmak
istediği evrensel tarihin hiç de söylemleştirdiği gibi olmadığı gayet açıktır.
Hegel ile zıtlık içinde olan liberal felsefe de Sovyetler Birliği’nin
çözülüşüyle birlikte benzer bir ‘tarihin sonu’ kehanetinde bulunmuştu. Burada
bir ‘son’ vardır ama bu, evrensel tarihin sonu değil, merkezî uygarlık
tarihinin, onun iktidar ve devlet biçimlenişlerinin sonudur. Ulus-devlet
toplumun en mahrem gözeneklerine kadar sızarak, iktidar ve devlet sorunsalını
aynı zamanda bu biçimiyle sonlandırmıştır. Dolayısıyla Hegel’in felsefesi bu
biçimiyle ayakları üzerine oturtulursa (Marks’ın yaptığı gibi değil) çok daha
öğretici olacaktır. ABD 2000’ler sonrasındaki Ortadoğu hamlesinde Saddam
Hüseyin’in başını götürürken, acaba ulus-devletin sonunu ilan ettiğinin
farkında mıdır diye kendime hep sordum. Cevap o kadar önemli değil, gerçeğin
kendisi önemlidir. Şu benzetmeyi de yapmıştım: Ulus-devletin inşası için
Fransız Devimi’nde 16. Louis’nin başının koparılması ne kadar önemliyse,
Saddam’ın başının koparılması da en azından Ortadoğu ulus-devletinin sonu için
o denli önemlidir. Evrensel tarihe doğru ve derinden bakmasını bilenler, daha
şimdiden Afganistan’dan başlayıp Fas’a kadar uzanan ulus-devlet halkalarında
yaşanan kırılmalarda bu sonlanmaya ilişkin birçok ipucunu yakalayacaklardır.
Fakat Hegel tarzı
iktidar-devlet-uygarlık fenomenlerinin sonlanışları evrensel tarihin sonu
değil, başka bir paradigmadan yeni bir başlangıç anlamına gelmektedir. Evrensel
tarihin hep dipte olan, ama sürekli atan ana damarlarından toplumsal tarih,
uzun aralardan sonra yeniden başını günyüzüne çıkarmakta ve tarihsel rolünü
oynamaya hazırlanmaktadır. Demokratik uygarlık tezlerinde ne devletlerin
inşalarına ne de yıkılışlarına ilişkin fazla idealarda bulunulur. Demokratik
uydarlık hiyerarşik ve devletli uygarlıkla arasında stratejik ve taktik hatları
hep netleştirmeye çalışır. Bu iki uygarlık evrensel tarihte hep var olmuştur,
şimdi de vardırlar. Bizim görevimiz kendi demokratik uygarlığımızın tüm
ideolojik ve siyasi programlarıyla stratejik ve taktik ilke ve araçlarını, K.
Marks’ın yaptığı gibi Sol Hegelcilik yaparak değil, onun tüm felsefesini
eleştirerek aşmak ve kendi öz demokratik uygarlık felsefemizi yaparak
geliştirmektir.
Kürdistan Stratejik Araştırmalar Merkezi
www.navendalekolin.com –
www.lekolin.org – www.lekolin.net – www.lekolin.info
a-b-c-d-e-f-