04 Eylül 2019 Çarşamba Saat 09:54
0
21
TR
:” ”
:””
” “,
:” ”
Evrensel Hukukta Meşru Savunma Hakkı
BM Cenevre Sözleşmesi sömürge
rejimi altındaki halkların self determinasyon ilkesi uyarınca bağımsızlıklarını
kazanma mücadelesi, bir devletin iç güvenliği sorunu biçiminde
değerlendirilmeyip, uluslararası ilişkilerde kuvvet kullanmasının
yasaklanmasının kapsamında değerlendirilmektedir. Türk sömürgeci rejiminin
ısrarla sorunu terör düzleminde ele alması meşruluğuna gölge düşürme
amacıyladır. AB, ABD gibi güçlerde bu sorunun kaynağını ve mücadelenin
meşruluğunu bilmekte fakat siyasi ve ekonomik çıkarları gereği uluslararası
hukukun Kürtler’ e tanınması noktasında iki yüzlü bir tutum sergilemektedirler.
BM Genel Kurulu 24 Ekim 1970
tarihli ve 2625 sayılı kararıyla halkların direnme savaşını hukuken tanımıştır.
12 Ağustos 1949 tarihli Cenevre Sözleşmesine ek uluslararası çatışmalara
ilişkin ’77 tarihli birinci protokolün ¼ maddesi geleceğini kaderini belirleme
hakkı çerçevesinde sömürgeci üstünlüğe, yabancı işgaline ve ırkçı rejimlere
karşı mücadele eden halkların silahlı çatışmasını uluslararası çatışma olarak
değerlendirmektedir. Uluslararası planda kabul edilen birçok sözleşme de
halkların ve grupların hak gaspı durumunda başvuracağı yollar silahlı savunmayı
/ savaşı da içermektedir. Fakat hiçbir halk, sınıf veya grup zorunlu olmadıkça
savaşı ve silahlı mücadeleyi tercih etmez. Savaş anacak sömürücü ya da
sömürgeci/işgalci hâkim sistemlerin halklara, sınıflara veya gruplara farklı
bir çözüm yolu bırakılmadığında gündeme gelir. Bunun adı da meşru savunma
hakkının kullanılması olmaktadır.
PKK ile gelişen Kürdistan
Devrimci Halk Savaşı gerçeği bu perspektifle ele alınmalı ve
değerlendirilmelidir. Kürdistan’da meşru savunma temelinde gelişen devrimci
halk savaşı koşulları ve nedenlerini Kürt Halk Önderliği şöyle ortaya koymaktadır. “Kavram olarak devrimci halk savaşından
kuşku duymuyorduk. Böylesi bir süreç yaşanmadan ne kimlik ne de özgürlük söz
konusu olabilirdi. Bu amaçla daha ilk başlarda tarihsel toplumda zorun işlevi
üzerinde yoğunlaşmaya çalışıyorduk. Kaldı ki, her gün, her saat iliklerimize
kadar kendini hissettiren çıplak zor güçleri meydandaydı. Zorla fetih sadece
bir egemenlik hakkı olarak değil, Allah’ın emrinin gereği de sayılıyordu.
Genelde olduğu gibi, Kürdistan üzerinde egemenlik kuran güçlerin geleneksel
olduğu kadar Moderniteye dayalı ideaları da bu yönlüydü. Kürdistan geçmişten
beri fethedilmiş bir ülke veya toprak parçasıydı. Tanrının emrinin gerekleri
yerine getirilmişti. Modernite unsurları söz konusu olduğunda ilave
gerekçelerle egemenlik hakkı asla tartışılmazdı. Azami kâr kanunu ve
sanayileşme ihtiyaçları geniş toprakları ve pazarları zorunlu kılıyordu.
Ulus-devletçi egemenlik anlayışı, asla bölünmez ve başkalarıyla paylaşılmaz güç
teorisine dayanıyordu. Sınırların bir karışıyla dahi oynanmazdı. Bir çakıl taşı
bile verilemezdi. Adeta ol deyince olduran bir tanrısallık, daha doğrusu
ulus-devlet tanrısallığı kendisini eski tanrısallıklardan bin kat daha fazla
güçlendirilmiş egemenlik, merkezi güç, homojen toplum, mutlak köle vatandaş ve
her konudaki tekçi (‘tek vatan’, ‘tek dil’, ‘tek kültür’, ‘tek bayrak’, ‘tek
marş’ vb.) anlayışlar ve emrindeki güçlerle tartışılmaz kılıyordu. En ufak bir
tartışma ve karşı tez, ‘vatanın birlik ve bütünlüğü ’ne yönelik en tehlikeli
suç olarak yargılanıyor ve en ağır cezayla cezalandırılıyordu. Böylesi
koşulların bütün söylem ve eylemleriyle kendisini konuşturduğu ve geçerli
kıldığı bir ortamda en ufak bir karşı ideada bulunmak, ancak kendini zor
yöntemleriyle savunmakla mümkün olabilirdi. Bu tartışılmıyordu. Tartışma bunun
stratejik ve taktik gereklerine ilişkindi. Nitekim PKK’nin çıkış döneminde
meşru savunma araçları tereddütsüz kullanılmıştı. PKK bir nevi milis güç olarak
kendisini örgütlemek zorundaydı. Aksi halde bir gün bile ayakta kalamazdı.
Kalsa bile diğer güçlerden farkı kalmaz ve tasfiye olmaktan kurtulamazdı. (A.
Öcalan)
Bu doğrultuda
değerlendirildiğinde özgürlük, demokrasi ve ulusal kurtuluş savaşları özünde
meşru müdafaa savaşlarıdır. Çağımızda egemen sistemlerinde yadsıyamadığı temel
bir gerçeklik olan meşru savunma insanlığın, zorbalık, zulüm, sömürü, işgal,
işkence, talan vb. haksız ve insanlık dışı uygulamalar karşısında direnmesi,
karşı koyması ve kendini savunması bakımından herkesin kabul ettiği ve
uluslararası anlaşma ve sözleşmelerle çerçevelenmiş bir husustur. Bu hak hem
bireyler hem de toplumlar açısından geçerlidir. Kürdistan halkı durumundaki
sömürgeleştirilmiş ülkelerde meşru savunma hususu net tanım ve ölçülere
kavuşturulmuştur.
Ulusal Kurtuluş Mücadeleleri
sonucu bağımsızlıklarını kazanan uluslar kendi devletleriyle BM’ye kabul
edildiler. Bunu sağlayan bağımsızlık, eşitlik ve özgürce kendi kaderini tayin
hakkı da doğal olarak BM belgelerinde yer almaya başladı. Ve genel bir ölçü
haline geldi. Böylece ezilen halklar kendi gücüyle büyük bedeller pahasına
gerçekleştirdiği mücadele sonucu meşru savunma savaşını uluslararası hukukun
temel bir hakkı haline getirmiş oldu. Sınıf mücadeleleri siyasal, ekonomik ve
sosyal haklarını geliştirip demokratik hukuka kavuştururken, ulusal kurtuluş
mücadeleleri de halkların toplumsal, kültürel, ulusal ve bağımsızlık haklarını
hukuk güvencesine aldı.
Zaten anti-sömürgeci
hareketlerin, mücadelelerin uluslararası hukuktaki meşrutiyetini ve temelini bu
hak oluşturmuştur. Nitekim bu hukuki hak ilk defa ifadesini Aralık 1960 yılında
18 yeni bağımsızlığını kazanmış ülkelerin üye olduğu 15. BM Genel Kurulunda
alınan 1514 sayılı sömürgeciliğin Tasfiyesi Deklarasyonunda bulmuştur. Bu
deklarasyonun çerçevesi şöyledir:
1-Halkları hâkimiyetine, yabancı boyunduruğu altına alma ve sömürüye
tabi tutma, temel insan haklarını çiğnemek, kabul etmemek anlamına gelir. Bu
durum BM şartına aykırılık arz ettiği gibi, dünya barışı davasına zarar
vermektedir.
2-Bütün halklar kendi kaderini tayin etme hakkına sahiptir. Bu hak
temelinde özgürce politik statülerini belirlerler ve onu özgürce
şekillendirebilirler.
Bu deklarasyon halkların bir
başarısıydı ve BM şartında var olan kendi kaderini tayin ve bunun için direnme,
savaş yürütme hakkını tutarlı bir şekilde somutlaştırdı. Bu kararname özellikle ulusal kurtuluş
mücadelesinin meşruluğunu gösterme yolunda önemli bir gelişme olmuştur ve
halkların canı, kanı pahasına görkemli direnişlerle elde edilmiştir.
Deklarasyonun en önemli yönü yabancı işgali/hâkimiyeti altında bulunma/tutulma
olgusunu yani “işgal ile “insan hakları arasında doğrudan bağ kurmasıdır.
1966 yılına gelindiğinde ise BM
Genel Kurulu Kendi Kaderini tayin hakkını iki insan hakları çerçeve
sözleşmesinin başına koydu. Ekonomik, Sosyal ve Kültürel Haklara dair
Uluslararası sözleşme ile Medeni ve siyasi haklara ilişkin Uluslararası
Sözleşmesi’nin 1. Maddeleri şu şekilde formüle edildi:
“Bütün Halklar Kendi Kaderini tayin etme hakkına sahiptir. Bu hak
sayesinde özgürce siyasal statülerini belirler. Ve özgürce ekonomik, sosyal ve
kültürel gelişmelerine biçim verebilirler.
1970 yılında BM’de kabul edilen
başka bir deklarasyon yukarıdaki iki çerçeve sözleşmeye bağlı olarak halkların
hangi yollarla kendi kaderini belirleyeceklerini metinsel (hukuki) güvenceye
kavuşmuştur.
Buna göre:
“Kendi kaderini tayin hakkının gerçekleştirilmesi yolları: Egemen ve
bağımsız bir devlet kurulması, başka bir bağımsız devletle birleşme, böyle bir
devlete üye olmak ya da halkın özgür kararıyla belirli başka siyasal statünün
oluşması kendi kaderini tayin etme hakkının gerçekleştirilme yollarını ifade
eder.
Bu sözleşmeler kendi kaderini
tayin hakkını sadece uluslararası hukuk ve ilişkilerde bir siyasal prensip ya
da bağlayıcılığı olmayan bir ilke değil, uluslararası bağlayıcılığı olan
emredici bir hukuk kuralı haline getirmiştir.
27 Haziran 1981 tarihinde İnsan
Hakları ve Halkların Haklarına ilişkin Afrika şartı imzalandı. Bu şartın 20.
Maddesi:
“Bütün halklar var olma hakkına sahiptirler. Onların tartışmasız ve
vazgeçilmez olarak kendi kaderini tayin etme hakları vardır. Halklar özgürce
politik statülerini belirler ve ekonomik, sosyal, kültürel gelişmelerini yine
kendi iradeleriyle belirledikleri politikaya göre şekillendirirler
demektedir.
İrdelediğimiz sözleşmeler
ekseninde halkların kendi kaderini tayin iki şekilde gerçekleşmektedir. Bunlar:
Ayrılmayı ifade eden “Dışsal kendi kaderini tayin hakkı ile özgür ve eşit
birlikteliği ifade eden “içsel kendi kaderini tayin hakkı dır. Bunların
tercihi halkların ve toplulukların ortak istemine ve iradesine bağlıdır.
1-Bağımsızlık İlkesi: Ayrılma ile Kendi Kaderini Tayin Hakkı
Tür olarak evrensel hukukta “dışsal
kendi kaderini tayin hakkı tarzında tanımlanmıştır. Burada “Ayrılma ve “bağımsız olma
temel kriterdir. Sözleşmelerde şöyle ifade edilmiştir.
“Egemen bir ülke içinde yaşayan bir azınlık, özellikle bu devlet içinde
belirli bir bölgede yoğun olarak yaşıyorsa, ısrarla ve olağanüstü çabalarla
siyasi ve toplumsal eşitlik ve kültürel kimliğini koruma hakkından yoksun
bırakıldığı takdirde, uluslararası hukukun, siyasi sözleşmelerce yasaklanan bu
tür baskıcı uygulamaları sömürgecilik tanımının kapsamına alınarak söz konusu
devletin emperyal olarak görülmesinden itibaren ayrılma hakkı tabi bir hak
olarak doğar.
Bu tür sorunu olan çoğu devletler
sorunu çoğulcu, katılımcı demokrasi, güçlendirilmiş yerel yönetim ve hukukun
üstünlüğü ilkesiyle halklara özgürlük alanı, kendini yönetme ve gerçekleştirme
imkânı tanıyarak bütünlük içinde kendi kaderini tayin hakkını kabul etmektedir.
Fakat Türk faşist sömürgeci gibi devletler katı bir inkâr ve imha siyasetiyle
her türlü seçeneğe fırsat vermemekte ve birlikte yaşama zeminini tüketmektedir.
Bu açıdan “Ayrılma ve öngördüğümüz KCK sistemini tek taraflı kendi
topraklarımızda gerçekleştirme evrensel hukuka göre de meşru bir hak olmaktadır.
Özyönetim ilanlarıyla gerçekleşen halk direnişleri kendi kendini yönetme
hakkından ileri gelmektedir. Kürdistan meşru savunma direnişinin uluslararası
hukukta yeri ola da kapitalist modernitenin pragmatist tutumu ve ahlaksızlığı
nedeniyle görülmezden gelinmekte ve faşist Türk rejiminin soykırımlarına sessiz
kalınmaktadır.
2-Demokratik Vatan Bütünlüğü İçinde Kendi Kaderini Tayin Hakkı
Tür olarak evrensel hukukta “içsel
kendi kaderini tayin hakkı tarzında tanımlanmıştır. Demokratik Özgür
Birlik temelinde gerçekleşmektedir. Ayrılma yerine bulunulan devlet sınırları
itibariyle “otonomi, Güçlendirilmiş yerel yönetimler , “Federe Birimler veya
uzun süre gündemde olan “Demokratik Özerklik şeklinde gerçekleşmektedir.
Yukarıda incelediğimiz evrensel
hukuk normlarına göre benzer sorunu yaşayan her ulusal ve etnik topluluğun
1-Egemen ve Bağımsız bir devlet kurma hakkı
2-Başka bir devletle birleşme veya üye olma hakkı
3-Halkın özgür kararıyla ayrılma veya birlik temelinde başka bir siyasi
statüyle kendi kaderini tayin hakkı.
Bu meşru haklar için zorunlu
hallerde meşru savunma temelinde savaş yürütülebilir.
Bu bakımdan Kürdistan’da faşist
Türk işgalci sistemine karşı gelişen Demokratik öz yönetimler direnişi her
açıdan haklı olup evrensel demokratik hukuk normlarına göre de meşrudur. Bunun
da ötesinde Kürt halkı bu şamada Bağımsız demokratik bir ülke kurma hakkına
sahiptir ve bu seçenek tüm siyasal kanalların tükendiği bu aşamada gündeme
gelmelidir. Faşizmin hüküm sürdüğü bir ülkede mutlak yapılması gereken
direnmektir ve öz savunma araçlarını en etkili bir şekilde kullanmaktır.
İçsel kendi kaderini tayin hakkı
tercihi ancak demokrasi kanallarının açık olduğu, uzlaşı ve barış araçlarının
siyasette etkin kullanıldığı bunların Anayasal güvenceye alındığı koşullarda
gerçekleşir. Model olarak ihtiyaç ve özgünlüklere göre değişkenlik arz
edebilir. Örneğin Kürtler Demokratik Cumhuriyet temelinde Demokratik Özerklik
çözümü ve talebini öne sürmüşlerdir. Devletçi paradigmaya dayalı bir çözüm
yerine demokrasiye ve Demokratik Topluma dayalı bir toplumsal ve ulusal
örgütlülüğü esas almışlardır. Bunu Demokratik Ulus olarak projelendirmişlerdir.
Tüm Kürdistan parçaları bakımından ise Demokratik Konfederalizm biçiminde
somutluk kazanmıştır. Evrensel hukukta bu süreç “içsel kendi kaderini tayin
hakkı olarak ifadesini bulur. Yani bütünlük içinde demokratik çözüm anlamına
gelir. PKK önderliğinin ısrarla geliştirmek istediği ancak sömürgeci Türk
devletinin yanaşmadığı bu çözüm biçimidir.
Kürt Halk önderi A. Öcalan
Kürtlerin tayin hakkını şöyle formüle etmektedir.
“Kürdistan içinse kendi kaderini tayin hakkı milliyetçi temelde devlet
kurmak değil, mevcut sınırları sorun yapmadan ve sınırları esas almadan kendi
demokrasisini kurma hareketidir. İran’da, Suriye’de, Türkiye’de ve hatta
Irak’ta oluşacak bir Kürt yapılanmasında tüm Kürtler bir araya gelerek kendi
federasyonlarını, birleşerek de bir üst konfederasyonların oluştururlar.
Demokratik Konfederalizm dört parçaya bölünmüş ve dünyanın her tarafına
yayılmış olan Kürt halkının Demokratik birliğinin ifadesidir. Kürt ulusunun
kendi içindeki sorunların çözümünde demokratik birlik ilkesini esas alır.
Milliyetçilik temelindeki devletleşme eğilimlerini, çağını doldurmuş
ulus-devlet anlayışının devamı olarak görür. Bu tür çözümler Kürt sorununu
çözmede ve Kürt toplumunu ilerletmede yeterli olmayacağı için böylesi güçlerin
demokrasiye, demokratikleşmeye açık olmaya ve demokratik ulus birliği temelinde
konfederasyona katılmaya davet ediyorum. Demokratik Konfederalizm, demokratik
derin zihniyete ve özgürlük bilincine dayandığı halklar arasında hiçbir ayrım
yapmadan, tüm halkların eşit-özgür birliğini esas alır. Katı sınırlara dayalı
milliyetçi-devletçi ulus yerine demokratik ulusu geliştirir. Bu temelde tüm
Ortadoğu halklarının ve demokrasi güçlerinin birleşmesinden yanadır. Komşu
devletler ile ilişkileri, eşit ve özgür birlik ilkesine dayalı olarak siyasal,
sosyal ve kültürel hakların yaşamsallaştırılması temelinde düzenlemeyi
öngörür.
PKK Önderliği Stratejik olarak
geliştirdiği KCK sistemine bağlı olarak güncel çözüm olarak da Demokratik Özerklik projesini
somutlaştırdı. Meşru savunma savaşımını da bu paralelde düzenledi.
Yeni paradigması doğrultusunda
iktidar, devlet, savaş, şiddet ve zor olgularını derin bir çözümlemesini
yaparak insanlığa ve doğaya kaybettirdiklerinden ders çıkararak yeni meşru
savunma çizgisini geliştirmiştir. Yine geçmiş savaş sürecinde
iktidarcı-devletçi ve milliyetçi paradigmalara bağlı olarak ortaya çıkan,
amacını aşan şiddet ve savaş tarzlarını mahkûm ederek yeni bir anlayışa
ulaşmıştır. Bu çerçevede meşru savunma çizgisinde BM, Cenevre Sözleşmesi’ne ve
Lahey Adalet Divanı Kararlarına uymayı taahhüt etmiş ve meşru savunma savaşının
genel hükümlerini belirlemiştir.
Bu Hükümlere göre Meşru savunma
savaşı, temelde doğal demokratik insani hakların kullanılmasına dönük bir çözüm
mücadelesidir. Savaşa ancak kördüğüm olmuş sorunların çözümüne katkı sunmak ve
politik tıkanıklıkları açmak için başvurulur. Meşru savunma stratejisinde
amaçsız, fetişleştirilmiş bir şiddet anlayışı yoktur. Aksine meşru savunma
siyasi çözüm ü geliştirecek, hukuka bağlı bir zorunlu mücadele stratejisidir
Meşru savunma savaşında
devletlerin zor örgütleri, savaş kurumları ve silahlı güçleriyle buna destek
olan kontra örgütler, fiilen savaşa katılan, rantçılığı yapan, sivil halka
yönelen kurumlar hedeftir.
Meşru savunma kapsamında
misilleme hakkı vardı. Her halk ulusal, kültürel değerlerine saldırı ve imha
tehdidi karşısında kendini savunma hakkına sahiptir. Saldırıya karşı misilleme
hakkı amacını ve kapsamın aşmadıkça, uluslararası sözleşmelere aykırı
düşmedikçe meşrudur.
Meşru savunma savaşında sivil, savunmasız
kesimlerin hedef alınmaması, korunması ve yaşamlarının güvence altına alınması,
savaşta savaş dışı kalmış yaralı ve esirlerin tedavisi ve can güvenliklerinin
sağlanması, bu konuda uluslararası insani örgütler Kızılhaç ve Kızılay gibi
kurumların denetimine ve çalışmasına imkân tanınması sağlanacaktır.
Sonuç olarak: Kürt Özgürlük hareketi sorunun çözümü yönünde
demokratik, barışçıl, yasal ve sivil siyasete geçiş için değişim ve dönüşüm
kararlılığını en zor koşullarda ortaya koydu. Meşru savunmaya dayalı
uluslararası hukuka uygun bir temelde sorunun çözümü ve şiddet araçlarının
devreden çıkarılması amacıyla defalarca zemin hazırlayıp ateşkes imkânı sundu.
Ancak Kürdistan’ı işgal eden sömürgeci devletler inkâr ve imha siyasetini
derinleştirmiş ve orantısız kirli savaş metotlarını/araçlarını en etkin bir
şekilde kullanmayı esas yöntem haline getirmiştir. Kürt halkına öz savunma
savaşı dışında kendini koruyacak ve özgür kılacak bir imkân bırakılmamıştır.
Sömürgecilik ve işgal altında
olan, baskı gören halkların uluslararası sözleşmelerle güvence altına alınan
direnme ve özgürlüğünü kazanma hakkıdır. Saldırı ve imha tehditleri karşısında
kendini koruma, meşru savunma anlayışının temeli olduğu gibi, saldırılara karşı
misilleme hakkı da en doğal ve yaşamsal bir haktır. Halkların kimliğine,
kültürüne, diline ve demokratik özgürlükler temelinde kendini yönetme hakkına
karşı yürütülen inkâr ve imha politikaları meşru savunma gerekçesidir.
Kürdistan ve Bölge halklarının, bu inkâr ve imhada ısrar eden statükocu güçlere
karşı, halkların eşit, özgür birlikteliği ve demokratik yaşama temelinde
kendini savunma hakkı, çağdaş uygarlığın bir gereği ve en meşru yaşamsal
hakkıdır. Bu hak temelini, BM Cenevre Sözleşmesi, İnsan Hakları Evrensel
Bildirgesi ve Kopenhag kriterleri gibi uluslararası hukuktan almaktadır.
Dıjwar SASON
0
21
TR
KO
:” ”
:””
” “,
Kürdistan Stratejik Araştırmalar Merkezi
www.lekolin.com – www.lekolin.org – www.lekolin.net –
www.lekolin.info -www.navendalekolin.com -http://kursam.org/index.html-
http://kursam.net/index.html