29 Ekim 2018 Pazartesi Saat 09:56
olgusu, halkın bilincini tahakküm altına almada çok önemli bir yer tutmaktadır.
Devletin ulus inşasında yeniden yazılan tarihin oynadığı işlev, sadece
geçmişteki sahte zaferler üzerinden yaratılan bellek ve ortak geçmiş yaratma
değildir.
Yeniden yazılan tarih aynı
zamanda bugünkü sistemin sürekliliğinin vurgusu üzerinden temel bir rol oynar.
Örneğin Ulusun tarihin öznesi halinde kurgulanması ulus devletin kendini
meşrulaştırma araçlarının en belirgin olanıdır. Bu açıdan tarihin sürekli
çarpıtılmasıyla yaratılan mitler ve bu mitlerin bugünkü sisteme yansıtılması,
ulus devletin kendinin “modern ve aynı zamanda “ezeli göstermesi açısından
kritiktir. Bu çarpık bilinç yaratma pratiklerinin birçok farklı yöntemi söz
konusudur. Tarihteki bir dönemin veya kişinin seçilmesi bu yöntemlerin başında
gelmektedir. Tarihteki figürler bu şekilde aslında gerçekliklerinden çok farklı
biçim de kahramanlaştırılır ve güncel siyasi yaşama aktarılır.
Ulus devlet sisteminin tüm
çeşitlerinde görülen bu durum faşizm rejimlerde çok daha geniş bir yer kaplar.
Faşizmde tarihin sürekli güncelleştirilmesi ve miras olarak vurgulanan tarihsel
dönemin basın, eğitim gibi ideolojik aygıtlarla işlenmesi esastır. İtalyan faşizminin
“Roma İmparatorluğu vurgusu ve Alman faşizmin kendini “Bin yıl sürecek olan
III. Reich yani 3. İmparatorluk (Kutsal Roma Cermen İmparatorluğu ve
Bismarck’ın kurduğu Alman İmparatorluğu ilk iki imparatorluk olarak ifade
edilir.) olarak tanımlaması bu açıdan önemli örneklerdir.
AKP-MHP faşizmi de bu ikili
durumu da içinde barındırır biçimde iktidarını kurumsallaştırmak ve kitleleri
yönlendirebilmek için çok çeşitli yöntemler izlemektedir. Topluma kendi
iktidarını meşrulaştırmak için yürüttüğü bu çalışmaların en önemlisi de çarpık
bir tarih bilinci oluşturmaktır. “Osmanlı ve “Abdülhamit vurgularının son
yıllarda sürekli işlemesini, bu açıdan ele almak gerekmektedir. Kuşkusuz ortak
bir zihniyeti de gösteren bu durum aynı zamanda kitleleri yanlış yönlendirmenin
bir yöntemidir. Faşizmin özel savaş
politikaları içerisinde mühim bir yer kaplayan bu tarih anlayışı faşist ve ulus
devlet sistematiğinin AKP-MHP faşizmi özgülüne yansıması olarak görülmelidir.
Bu açıdan AKP-MHP faşizminin bu
politikalarla neyi amaçladığını açığa çıkarmak önem taşımaktadır. Bu noktada
özellikle II. Abdülhamit’in üzerinde durmak gerekmektedir. Özellikle son üç
yıldır devletin tüm basın organlarında bir Abdülhamit “güzellemesi mutlaka yer
almaktadır. “Evliya padişah olarak sunulan ve modern sultan olma isteğinde
olan faşist Erdoğan’ın öykündüğü II. Abdülhamit gerçeğine eğilmek ve bugünkü
rejimle benzerlik ve farklılıklarını değerlendirmek faşizmin politikalarının
içyüzünü anlamak için önemli olmaktadır. Çünkü bir tarz ve anlayış birliğinin
yansıması da söz konusudur. Abdülhamit’in tarzı aynı zamanda bize faşist
Erdoğan’ın anlayışına dair de ipuçları sunmaktadır.
Abdülhamit Dönemi
34. Osmanlı padişahı olarak
1876’de tahta çıkan II. Abdülhamit’in anlayış ve yönetim tarzını irdelemeden
önce 33 yıllık iktidarının önemli dönemeçlerini vurgulamak gerekir.
Abdülhamit’in iktidara gelme süreci zaten nasıl bir politik figür olacağını
gösterir şekilde gelişti. İmparatorluğun kapitalist modernite ile tam
bütünleşmesi için devlet mekanizmasında reformlar planlayan Yeni Osmanlılar
diye adlandırılan daha sonraki İttihat ve Terakki partisinin öncülü olan grubun
yaptığı saray darbesi sonrası Abdülhamit’in abisi V.Murat 1876 yılında tahta
çıktı. Fakat iki ay sonra yeni padişahın akli dengesinin yerinde olmadığı
anlaşılınca Abdülhamit reformlar yapma sözü ile padişah oldu. Kanuni Esasi
olarak bilinen ilk anayasada bu süreçte yapıldı. Meşrutiyet sistemi hayata
geçti. Bu doğrultuda seçimler gerçekleşti ve ilk defa meclis açıldı. Fakat bu
reformlara iktidarını sağlamlaştırmak için katlanan Abdülhamit daha iki yıl
geçmeden kendisini iktidara taşıyan Yeni Osmanlı grubunun önde gelenlerini
sürgüne yollayıp savaş bahanesi ile Meclisi fesh etti. Abdülhamit’in zihniyeti
iktidarı paylaşmayı kabul etmiyordu. Uzun yıllar sürecek iktidarı daha baştan
komplolar ve demokrasi karşıtlığıyla başladı.
Bu iktidar dönemi boyunca
özellikle Ruslarla yapılan birçok savaş kaybedildi. AKP faşizmin demagoglarının
Osmanlı’nın dağılışını durdurup, geciktirdiği iddialarının aksine Osmanlı bu
dönemde pek çok bölgede(Mısır, Tunus, Kıbrıs vb.) egemenliğini kaybetti. Kendi
iktidarının devamı için sürekli kapitalist devletlerarası çelişkileri kullanan
Abdülhamit bu çerçevede Rusya’ya karşıt olarak sürekli Almanya ve İngiltere
arasında gidip geldi. İktidarının son dönemlerinde İngiltere’nin Rusya’yı
stratejik ortak olarak belirlemesi(Dünya savaşına da bu iki devlet beraber
girecektir.) Almanya’ya İttihat Terakki döneminde neredeyse sömürge ilişkisine
dönecek bağımlılığın ilk adımının atılmasına yol açtı. Bu denge politikası
doğrultusunda birçok kaynak bu güçlere peşkeş çekildi, Duyun-i Umumiye(Borçlar
İdaresi) kurumu aracılığıyla devletin vergi sistemi emperyalist güçlere
bırakıldı. Balkanlarda halkların özgürlük istemlerine katliamlarla cevap
verildi. Binlerce muhalif ya idam ya da sürgün edildi. 1891-1895 yılları
arasında Ermeni halkına yönelik büyük çaplı bir katliam gerçekleştirildi. Yine
Kürt halkı içerisinde işbirlikçilik Hamidiye Alayları ve Aşiret Mektepleri ile
kurumsallaştırıldı. 1908’de İttihat ve Terakkinin isyanı ile tekrar Meşrutiyet
sistemine geçmek zorunda kalan Abdülhamit 31 Mart olarak bilinen İttihat ve
Terakki provokasyonu ile iktidardan uzaklaştırıldı. 1918 yılında kimsesiz ve
etkisiz bir konumda yaşamını yitirdi.
İslamcılık ve Abdülhamit
Abdülhamit’in zihniyeti ve
pratiği ile AKP-MHP faşizminin sunduğu Abdülhamit portesi arasındaki farkları
ele alırken öncelikle İslamiyet’i politik amaçlar için nasıl kullandığı
üzerinde durmak gerekir. Faşist laf cambazlarının “Tüm İslam Âleminin lideri ,
“Emperyalist Devletlerle Mücadele Eden Padişah imgesinin gerçekle uzaktan
yakından alakası yoktur. Abdülhamit politikalarını belirlerken ne dini bir
amaçla hareket etmiş ne de bu politikalarını kapitalist devletlere rağmen ya da
onlarla çatışarak pratikleştirmiştir. Zaten iktidarının bu devletlere ne denli
bağımlı olduğu emperyalist devletlerle özellikle Filistin’e Yahudi göçü
konusunda zıtlaşmasının ardından 1908’deki İttihatçı isyanıyla kısa bir sürede
Meşrutiyeti tekrar devreye koymasından da anlaşılmaktadır.
İslamcılık bir politik akım
olarak 19. yüzyılda ortaya çıktı. Tüm Müslümanları tek bir devlet altında
Avrupa ve Hristiyan karşıtı bir zeminde buluşması gerektiğini savunan bu akım
karşıt söylemlerine rağmen aslında kapitalist modernitenin çerçevesini
aşamamıştır. Aslında kapitalist moderniteye direniş değil, eklemlenme isteği
başattır. Bu doğrultuda kapitalist tekelci güçlerin Ortadoğu’ya tam olarak
hâkim olmak için İslamcı geçinen akımları desteklemesi sadece güncel bir politik
durum değil, aynı zamanda tarihsel bir yöntem olduğu belirtilmelidir. Bu açıdan
bu akımın kurucu kişilerinden bazılarının emperyalist devletlerle bağı da
gözden kaçmamalıdır. Cemaleddin Afgani
bu bakımdan önemli bir örnektir. Ortadoğu’nun neredeyse tüm ülkelerinde yaşayan
bu kişinin söylem düzeyindeki İngiliz karşıtlığına karşın İngilizlerle ilişkisi
açıktır. Zamanında Mason localarına katılan bu kişinin ömrünün son demlerinin
Abdülhamit’in İstanbul’unda geçmiş olması tesadüf değildir.
Osmanlı padişahlarının İslam
halifesi unvanını kullanması her ne kadar Yavuz Sultan Selim’in Memluk
devletini yıkmasının ardından başlasa bile Abdülhamit’e kadar bu durum
simgesellikten öte bir anlam taşımıyordu. Abdülhamit’in İslamcılık politikaları
çoğunlukla ulusal haklar temelinde isyan eden Müslüman olmayan halklara tepki
ve Osmanlı’yı bir arada tutma yöntemi olarak açıklanır. Abdülhamit’in Müslüman
olmayan halklara yönelik bir tepkisi vardır, yine Kürtlerde gördüğümüz üzere
Müslüman halkları Hristiyan komşularına karşı kışkırtma gibi uygulamaları
vardır. Fakat yine de Abdülhamit İslamcılığında esas belirgin olan emperyalist
devletlere yapılan müzakerelerde elini güçlendirmektir. İngiltere’nin Müslüman
sömürgelerindeki halk arasında dini duygular üzerinden etki sahibi olmak ve bu
yolla hem İngiltere ile hem de Almanya ile ilişkilerde kendine alan açma bu
politikaların esasıdır. İslam’ın ahlaki ve politik özü ile Abdülhamit’in
İslamcı politikaları arasında hiçbir bağ olmaması doğası gereğidir. Alman
emperyalizmin destekleyici pozisyonu ve İngiltere’nin örtük onayı da genel
İslamcılıkta belirgin olduğu gibi Abdülhamit’in İslamcı politikalarında da
açıktır. Ayrıca Kürt halkı başta olmak üzere Müslüman halklarla kurulan sömürü
ilişkilerinin “din kardeşliği kılıfı ile sürekli kılma istemi de bu
politikalarında etkilidir. Özellikle Kürt halkında işbirlikçilik bu söylem
üzerinden palazlandırılmış ve uzun süre bu argüman Kürt işbirlikçiliğinin temel
ifadesi olmuştur. Halife ve Din kardeşliği kavramları belki de en fazla ve yalnızca
Kürtlerde gözle görülür bir etki yaratmıştır. Balkanlardaki Müslüman halklar
arasında Hristiyan komşularla kanlı ve uzun süreli çatışmalara rağmen
İslamcılık bir zemin bulmamıştır. Arap halkı arasında gelişen İslamcı
düşüncelerin nerdeyse tamamı Osmanlı karşıtı bir damara sahip olmuştur.
Öte yandan Abdülhamit’in İslamcı
politikaları olarak ifade ettiğimiz hamlelerin somut adımlardan ziyade
söylemlerden ibaret olduğunu da vurgulamalıyız. Etkisinin cılız olmasının bir
nedeni de budur. Osmanlı Devleti’nin egemenliğinde yaşayan Müslüman halk
Hristiyan ve Musevilere karşı kışkırtılmış olmasından başka bir sonuçta ortaya
çıkmamıştır. Bırakalım İslam’ın özüne uygun uygulamaları devletçi İslam’a dair
bir adımda atılmamıştır. Klasik ulema bile bu dönem önem kazanmış değildir.
Medrese ve cami yapımı gibi normal dinsel uygulamalar bile olağan dışı bir
artış göstermemiştir. Aksine Avrupa ve
kapitalist modernite ile bütünleşmeye dönük 19.yy. başından itibaren yürütülen
politikalar sürdürülmüştür. Yani Erdoğan
ve taifesinin “Ulu Hakan ı İslam’ı zikretmiş fakat amel etmemiştir.
Aşiret Mektepleri ve Hamidiye Alayları
Abdülhamit’in AKP faşizminin
açıktan Kürt soykırım politikaları izlemeye başlamadan önce sürekli vurguladığı
bir lakabı vardır: “Kürtlerin Babası . Bu lakabı kazanmak için ise yaptığı iki
uygulaması söz konusudur. Aşiret Mektepleri Kürt halkının o zamanki
seçkinlerini daha çocukluktan aldığı İstanbul’da ve sonrasında Avrupa’da
eğitime yolladığı bir işbirlikçi üretme merkezleridir. Hamidiye Alayları yani erken
dönem koruculuğu ise binyıllardır beraber yaşayan Ermeni ve Kürt halklarını
birbirine düşürme ve katliam aracı olarak özenle oluşturmuştur. Kürt halkında
işbirlikçiliği sistemli haline getirdiği için “Kürtlerin Babası olarak
övülmesi egemenlerin hakikatle nasıl oynadığının tipik bir örneğidir.
Bu uygulamalardan ikisi de
neredeyse eş zamanlı olarak 1890 yılından itibaren pratiğe girmiştir. Aşiret
Mekteplerinde Kürt halkı dışında Arap aşiretleri de yer alsa da esas hedef 19.
Yüzyılın başından itibaren Kürdistan’ın yeniden işgal edilip, özerkliğinin
peyder pey tasfiye edilmesine direnen Kürt aşiretlerin sisteme göbekten
bağlanmasıdır. Zihin işgalinin ve beyaz soykırımın ilk saldırısı olan bu
okullarla hedeflenen, Kürt aristokrasisinde cılızda olsa gelişen Kürtlük
bilincini ortadan kaldırmaktır. TC ise daha yaygın olarak benzer mantıkla
YİBO’ları(Yayılı Bölge Okulları) tüm Kuzey Kürdistan’a serpiştirecektir.
Osmanlı gibi(Osmanlı’nın Türk’e dönmesi çok uzun sürmeyecektir.) düşünen,
yaşayan ve konuşan aynı zamanda kapitalist moderniteye özenen bir Kürt kesimini
ortaya çıkarmak amaçlanmıştır.
Bu mekteplerde eğitim gören bazı
kişilerin sonradan Kürt hareketlerinde yer almış olması, bu mekteplerin
yarattığı tahribatı örtmez. İstisnai olan bu durum zihinsel dünyanın işgale
uğradığı gerçeğini değiştirmez. Gerçekten ortaya “eğitimli işbirlikçi bir Kürt
seçkin sınıfı ortaya çıkarılmıştır. Bu kesim sürekli Osmanlı devleti düzlemini
ve zihniyetini kendine esas almış, kendince Kürtlük mücadelesi yürüttüğü
zamanlarda bile bu anlayıştan kopuşu yaşamamıştır. Bu durumu Abdülhamit
rejimine muhalif örgütlere(İttihat ve Terakki vb.) Kürtlerin katılım tarzında
da görebiliriz. 1908 ile açılan meclislerde Kürt mebusların çoğu bu okullarda
yetişmiştir ve bunların çoğu da Osmanlı kimliğinin amansız savunucuları
olmuştur. Padişah ve Halifeye sadakat temel motivasyonları olmuştur. İttihat ve
Terakki’nin 1910’dan sonra Türkçülük hamlesi karşısında şaşıran bu kesimden
bazıları Türklüğe transfer olmuş bazıları ise Kürtlük bilincini hala Osmanlı
düzleminde sürdürmeye devam etmiştir.
Neredeyse çeyrek asırlık(1890-1910) bir dönem Kürtlüğe dair kültürel ve
edebi çalışmaların dibe vurmasında da Aşiret Mekteplerinin belirgin bir etkisi
vardır.
Hamidiye Alaylarının etkisi ise
daha kapsamlı, derin ve çok boyutlu olmuştur. Çarlık Rusya’daki Kazak
Alaylarına öykünülerek kurulan Hamidiye alayları sadece Kürtlerden
oluşturulmuştur. Bu alayların kurulması Ermeni halkının yükselen ulusal
demokratik taleplerinin tehlike olarak görülmesine karşı bir önlem olarak ifade
edilse de aslında Kürtlüğe yöneltilmiş bir saldırıdır. Aşiret mektepleri ile
zihinsel olarak bağlanan Kürt egemenleri Hamidiye al)ayları ile fiziki ve maddi
olarak Osmanlı’ya tabi hale gelmişlerdir. Aynı zamanda kendi halkı ve komşu dost
halklara yönelen devlet terörünün basit aracı haline gelerek işbirlikçiliği,
yapısal ihanet boyutuna taşımışlardır. “Kürtlerin Babası unvanı da bu ihanet
karşılığında sağlanan maddi olanaklara sözde şükran sunmak için verilmiştir.
Koruculuk sistemin tohumu olan bu birlikler Kürt toplumsallığında büyük bir
tahribat yaratmıştır.
Kuşkusuz özellikle 1891-95 arası
Ermeni katliamındaki pozisyonları, binyıllardır beraber yaşayan Ermeni ve Kürt
halkı arasındaki bağlara büyük zarar vermiştir. Bu durumda sorumluluk her ne
kadar bu katliamlarda Kürt aşiretlerine rol vererek, egemenlerin klasik
böl-parçala-yönet politikasını uygulayan Abdülhamit rejiminde olsa da Ermeni
halkının ulusal taleplerini istismar eden İngiltere’nin de payını görmek
gerekir. Farklı dinlere mensup olmalarına rağmen binyıllarca yan yana değil
neredeyse iç içe yaşamış olan Kürt ve Ermeni halkı tarihin hiçbir döneminde
ciddi sorunlar yaşamamışlarıdır. Bunun ötesinde doğal bir işbölümü(Kürtler
tarım ve hayvancılığa, Ermeniler ise zanaatkârlık ve ticarete ağırlık
vermişlerdir.) ile birbirlerini tamamlamışlardır. Binyılların bu deneyimi ışığında şekillenen
Kürt Ermeni dostluğu egemen Osmanlı ve kapitalist hegomonik güçlerin planları
neticesinde bozulmuştur. Sonuçta hem bu dönemki katliamlara hem de 1915’teki
soykırıma katılan bu işbirlikçi aşiretler yüzünden olan Kürt-Ermeni dostluğuna
olacaktır.
Hamidiye Alayları Kürt toplumunda
sürekli bir iç çatışma durumunun oluşmasına neden olmuştur. Devletin sürekli
saldırısına karşı direnmek isteyen güçler her zaman öncellikli olarak bu
yapılarla karşı karşıya gelmişlerdir. Kürt toplumunda etkileri günümüze kadar
gelen derin güvensizlik kaynağını bu işbirlikçi damardan almaktadır. Kuşkusuz
daha eski olan işbirlikçi damar bu dönemde ihanetçi bir yapıya kavuşmuştur.
Kürt halkının birçok hareketinin bu ihanetçi yapıya ve devamı niteliğindeki
oluşumların uğursuz rolleri nedeniyle başarılı olamadığı açıktır. Kürt halkının
meşru savunma ve isyan tarihi bu duruma sayısız örnek içermektedir. O dönem
gelişme olasılığı yüksek olan Kürt ulusal hareketinin sekteye uğramasında bu
iki uygulamanın bütünsel bir etkisi olmuştur.
Bu iç çatışma sadece Kürt
halkının isyanlarında bazı aşiretlerin devletin yanında yer alması anlamında
değildir. Aynı zamanda sırtını devlete veren işbirlikçi aşiretler sürekli aynı
konumda olmayan komşu aşiretlere saldırmış ve bu köklü düşmanlıkların tohumunu
atmıştır. Kürt toplumsallığının var olan parçalı yapısı bu nedenle hem
kalıcılaşmış hem de bu parçacılık daha da artmıştır. Hamidiye Alayları her
zaman suç çeteleri anlamına gelmiştir. Bu suç çeteleri komşularına gözü dönmüş
bir şekilde saldırmıştır. Kendi
toplumsallığına düşmanlık üzerinden yaşama tutunma, Kürt egemen sınıfının
yabancılaşmasını katmerleştirmiştir. Ayrıca devletin sunduğu maddi olanaklar
Kürtlük üzerinden bir kendini pazarlayan bir kesimi de doğurmuştur. TC tarihi
boyunca bu form kendini egemenlere şirin gösterme için mebus olma ya da korucu
olma sırasına giren tiplerde kendini göstermiştir. Maddi olanaklar üzerinden
Kürtlükten uzaklaştırma bu yöntemin etkili olması nedeniyle soykırımcı Türk
devlet sisteminin temel metodu haline gelmiştir.
AKP-MHP faşizminin yüceleştirdiği
Abdülhamit’in Kürt halkına yaklaşımı bu temeldedir. Kürtleri sadık bendi haline
getirme bu yaklaşımın nirengi noktasıdır. Varlığından zihinsel olarak koparma
ve maddi olanaklarla kirli işlerini yaptırdığı bir zümre yaratma şeklinde
özetlenebilecek bu yaklaşımın soykırımın ilk emaresi olduğunu belirtebiliriz.
Kürdün inkâr ve imhasına giden yola Abdülhamit’in önemli köşe taşlarını döşeyen
biri olarak görmek bizi tarihsel gerçekliğe yaklaştıracaktır.
Abdülhamit’in Ermeni Halkına Yaklaşımı ve Siyonizm’le İlişkileri
Osmanlı Devletinin egemenlik
altına aldığı, özellikle Balkanlarda yaşayan halklar 19. yüzyılın başından
itibaren ulusal haklar temelinde mücadele etmeye başladı. Bu isyanlar her ne
kadar Fransız Devrimin etkilerini barındırsa da Osmanlı’nın geleneksel yapıdan
ulus devlet formuna geçmeye çalışması ile bağlantılıydı. Kürdistan’da bu
bağlamda isyanlar art arda gelişti. Bu mücadelede zorlanan ve bazı ülkelerden
çekilmek zorunda kalan Osmanlı özellikle halklara karşı farklı politikalar
yürütmeye başladı. Meşrutiyet yönetimini savunan kimseler bu halkların sisteme
dâhil edilip, Osmanlı kimliğiyle sömürge altında tutulabileceğini iddia
ediyordu. Kendi iktidarının ilahiliğinden şüphesi olmayan Abdülhamit ise
bırakalım halkların devlet yönetiminde temsil düzeyinde yer alması ve
haklarının genişlemesini, iktidarının en küçük parçasını bile kimseyle paylaşmayı
sindirecek zihniyette değildi. Onun döneminde bazı halkların bağımsızlığı veya
özerkliği kazanması ancak zor yoluyla ve kapitalist merkez devletlerin
baskısıyla olabilmişti.
Ermeni halkının Osmanlı
egemenliği döneminde yaşadığı süreci ele almak bu yazının amacını aşmaktadır.
Keza bu süreç çetrefili olduğu kadar büyük trajedileri ve birçok değişkeni
barındırmaktadır. 19. Yüzyılın son çeyreği ile birlikte Ermeni halkının
örgütlenmeye başladığını ifade edebiliriz. Bu örgütlenmelerde gerek Rusya’nın ama
gerekse İngiltere’nin yönlendirici rolü vardır. Bu emperyalist devletler
Osmanlı ile çelişkilerinde, Ermeni halkının doğal taleplerini kullanmışlardır.
Bu çaba Abdülhamit şahsında zor ve katliamlarla karşılandı. Hamidiye
Alaylarının kuruluş amacını ele alırken bu noktaya kısmen değinmiştik.
Abdülhamit’in Ermeni halkına karşı bir genel ve ayrıntılı bir soykırım
planlaması olduğunu iddia edebilmek için yeterince kanıt yoktur fakat 1915’in
ilk adımını onun attığı nettir.
1891-95 arasında Ermeni halkına
yönelik katliam sadece bir bölgeyle sınırlı bir saldırı değildir. Van’dan
Sason’a Ermeni halkına yönelik katliamlar gerçekleştirilmiştir. Bu katliamlar
sonucunda en az 80.000 Ermeni öldürülmüştür. Binlercesi sürgün edilmiş ve mal
varlıkları gasp edilmiştir. Abdülhamit “Kızıl Sultan lakabını bu
katliamlardaki rolüne atfen gelişmiştir. Adalet timsali olarak sunulan
Abdülhamit’in zorba ve katliamcı yüzünü sadece bu pratik bile
göstermektedir. Ermeni halkına çeşitli
vaatlerde bulunan emperyalist devletlerin bu katliama tepkisi ise dudak ucuyla
kınamanın ötesine geçmemiştir. Ermeni halkı bu katliamlarla daha güçsüz hale
gelmiş ve değişik birçok etmenle birlikte bu durum 1915’i daha olası hale
getirmiştir.
AKP’nin kalemşorları Abdülhamit’i
övdüğü bir diğer konu da Siyonistlerle ilişkisidir. Bu konu da yoğun bir
çarpıtma söz konusudur. Yahudi örgütlenmeleri ile Abdülhamit’in çelişkileri
olduğu doğrudur. İttihat ve Terakki örgütlenmesi ve zihniyetinin oluşumunda
Mason loncalarının dolayısıyla Siyonizmin belirleyici etkisi olduğu ise
tartışmasızdır. Kürt Halk Önderi Abdullah Öcalan, son savunmasında
Abdülhamit’in iktidardan düşürülmesinin temel nedenin bu olduğunu
vurgulamaktadır. Fakat aynı zamanda Abdülhamit’in Yahudi kesimlerle yakın
ilişkileri olduğunu da eklemektedir.
Bu açıdan Siyonistlerin
Abdülhamit ile Filistin’le ilgili görüşmelerine bakmak bize bu konuda fikir
verir. Zaten Abdülhamit’e övgüler bu görüşme çarpıtılarak yapılmaktadır. Resmi
teze göre Siyonist hareketin lideri Abdülhamit ile iki kez baş başa görüşüp
Filistin’i satın alma teklifinde bulunmuş, Abdülhamit ise güya “Vatan benim
malım değil, ayrıca toprak satılmaz diye cevap vermiş. Abdülhamit’in
Filistin’de özerk bir Yahudi devleti ve Filistin’e yapılacak topu Yahudi göçünü
kabul etmediği doğrudur. Fakat Siyonist hareketin kurucu lideri Theodor Herzl
çok sıkı bir ilişki kurduğu ve pek çok kez mektuplaştığı ve Yahudilerin
Osmanlı’ya tek bir bölgeye olmamak üzere göçmesini istediği kesindir. Ayrıca
Yahudilerle her zaman çok sıkı bir ilişki geliştirmek istemektedir, İslam’ın
“yüce halifesi .
Yani ortada Siyonizm’e karşı
alınmış İslami bir tepki yoktur. Ayrıca toprağı kendi malı görmeme durumu
kesinlikle söz konusu değildir. Sadece Abdülhamit için değil tüm Osmanlı
padişahları için Osmanlı’nın egemen olduğu topraklar vatan değil onların
malıdır. Osmanlı hukuk sisteminde teoride tüm topraklar zaten padişahın
malıdır. Fakat toprakta farklı tür mülkiyet şekilleri vardır. Bu konuda
ayrıntıya girmektense şunu ifade etmek gerekir geliri doğrudan padişaha giden
topraklar her zaman olmakla beraber bu topraklar bireysel olarak şu ya da bu
padişahın değil tahtın malıdır.
İşte bazı bölgeleri üzerine
tapulayarak kişisel malı haline getiren (Örneğin Musul’da birçok alanı petrol
olma olasılığına karşı buraları şahsi malı haline getirmiştir. Bu durum
sonradan İngiltere’nin Musul’u işgali sonrası garip hukuki problemlere neden
olmuştur.) ilk Osmanlı padişahı Abdülhamit’tir. Sade bir yaşam sürdüğü iddia
edilen Abdülhamit’in kişisel zenginleşmesine çok önem verdiği bilinmektedir.
YAZININ DEVAMI: Abdülhamit’in Yönetme Tarzı
Kürdistan Stratejik Araştırmalar Merkezi
www.lekolin.com – www.lekolin.org – www.lekolin.net –
www.lekolin.info -www.navendalekolin.com -http://kursam.org/index.html-
http://kursam.net/index.html