23 Nisan 2012 Pazartesi Saat 13:17
Çözümlememizin kapsamlı bir uygarlık ve modernite eleştirisiyle birlikte, demokratik moderniteyi uygarlıksal gelişme tarihiyle iç içe ve çeşitli ana unsurlarını tanımlayan bölümler halinde oldukça aydınlattığı kanısındayım. Burada yapmaya çalışacağım iş, konuyu ana boyutlarıyla ve bir bütün olarak daha da görünür kılmaktır. Demokratik modernite üstten bir bakışla ana boyutlar halinde nasıl sunulabilir, sorusunu cevaplandıracağım. Tekçi modernite anlayışını kırmak ve örtbas ettiği muazzam tarihsel-toplum varoluşlarını görünür kılmak bilimsel çalışmalarımızın temeli olmalıdır. Uygarlık tarihi, içine inildikçe dibi gözükmeyen bir kör kuyuya benziyor. Ne kadar aydınlatmaya çalışsak da, hemen başka karanlık noktalar beliriyor. Binlerce yıllık toplumsal hafızanın (vicdanın) egemen tekellerin ideolojik bombardımanı altında elbette beyindeki kıvrımları andıran bir katlanmaya uğrayacağı, bilinçaltı denilen olgunun bir benzerinin toplumsal hafızanın binlerce kıvrımlı dehlizleri halinde oluşacağı tahmin edilebilir. Yine de yılmamak gerekir. Hiçbir toplumsal sorun yeterince aydınlatılmadıkça, nasıl doğru teşhisi yapılmayan bir insanın organı doğru tedavi edilemezse, ona benzer biçimde doğru çözümleme (teşhis) ve çözüm (tedavi) imkânına kavuşamaz.
Yadırganmamam açısından sıkça vurgulama gereği duyuyorum. Eğer sosyal bilim veya ona benzer idealı amaçları olan bir başka bilim disiplini başarılı olsaydı, mevcut insanlık durumu şu son dört yüz yılı bu denli korkunç savaşlarla, soykırım ve toplumkırımlarla, zenginlik ve yoksulluk uçurumlarıyla, işsizlik ve göçle, kültürel dejenerasyon ve ahlaksızlıkla, azmanlaşmış tekel güçleri ve hiçliğe indirgenmiş bireylerle, mahşeri andıran çevre yıkımlarıyla bugünkü hale düşmezdi. Beş bin yıldır Dünya Uygarlık Sistemi çare diye yüklendiği tüm maddi ve manevi kültür araçlarını tüketmiş gibidir. Savaş aracıyla artık fethedilecek ve yeniden ele geçirilecek bir yer yoktur. Vardır denilse bile, zararı kârından katbekat daha fazladır. Şehir aracından geriye kalan, çözmeye çalıştıkları ve en sonunda kanser gibi büyüyen kentsiz kentlerle yokluğa mahkûm edilen bir köy-tarım toplumu olmuştur. Ekonomi diye sarıldığı araçtan geriye sonuçta dizginlenemeyen, artık paradan para kazanma gibi en gayri ahlaki yöntemlerle şişen küresel tekellerle sayıları her yıl artan milyonlarca işsiz, yoksul kalmıştır. Devlet diye sarıldığı araçtan geriye artık iç toplumunu yiye yiye şişmiş, hiçbir fonksiyonu kalmamış iktidar ve ulus-devlet tekelleriyle, tamamen aptallaştırılmış, ahlaki ve politik toplumla hiçbir ilişkisi kalmamış vatandaş, sürü kitlesi kalmıştır. Medet umulan ideolojik araçlardan geriye ahlaki işlevini yitirmiş dincilik, iktidarı tüm toplum gözeneklerine yayan cinsiyetçilik, kabilecilikten bin kat daha fazla şovenizme boğan milliyetçilik, sermaye ve iktidar tekellerinin azami kâr yollarını göstermekten başka amacı kalmamış bilimcilik kalmıştır. Sanattan geriye kalan ise duygu yüceliğini, güzellik duygusunu metalaştıran kültür endüstrisi olmuştur. Tarihin sonu denilen durum herhalde uygarlığın bu bilançosu olmalıdır. Medya tekelleriyle sanal bir dünyada boğuntuya getirilen, köreltilen bir toplum, ne kadar tepkisiz kılınırsa kılınsın, iktidar aygıtlarıyla gözeneklerine kadar ne kadar denetim ve gözetime alınırsa alınsın, genelde beş bin yıllık, özelde ise dört yüz yıllık dünya uygarlık ve modernite sistemi zihniyet ve yapısal bunalımın en dip noktasındadır. Küresel ve hegemonik güç haline gelen finans kapitalizmi bunun en açık kanıtıdır. Çarkları finans kapitalizmi tarafından döndürülen dünya ise bunalımdan kıvranan bir krizler dünyasıdır.
Maksadım bunalım ve kriz teorileri geliştirmek değildir. Kapitalizmi sadece devrevi bunalımlara sahip bir sistem olarak değil, uzun ve devrevi bunalımlı olan uygarlık sisteminin sistemik yapısal bunalım evresi olarak tanımlamıştım. Eğer bunalım evresinin kendi içinde daha şiddetli iç evreleri varsa, şimdi yaşanan süreç odur. Bunları belirtirken, bir dönem ve belki de halen bunalımlardan devrim uman sosyalistlerden olmadığımı söylemem gerekir. Bunalımlar sadece devrimler değil, karşıdevrimler de üretir. Kaldı ki, ben bu tip bunalım-devrim-karşıdevrim teorilerini gerçeklikten çok bir retorik, propaganda çabası olarak değerlendiriyorum. Dolayısıyla ortam demokratik moderniteye hızla açık hale geliyor diye söylem tutturmuyorum. Bunalım ve kriz süreçlerini bir olgu olarak kabul ediyorum. Ama tarihi olayları doğuracak etkenler düzeyinde görmüyorum. Evrenselci ilerlemeci çizgi bir dönem peş peşe kötüden iyiye doğru giden toplum biçimlerini bunalım teorilerinden çıkarmaya özen gösteriyordu. Somutun kendisi bu teoriyi pek doğrulamamıştır.
Demek ki tarihte ve şimdiki halinde belirleyici değer taşıyan etkenleri başka alanda aramak gerekir. Demokratik modernite seçeneği daha çok bu arayış çabalarının sonucu olmuştur. Sunumunu yaparken sıkça değinmek durumunda kalıyorum. Bu seçeneğin ayırt edici özelliklerini tanımanın pratiğe ilişkin çabaları verimli kılacağı kanısındayım. Tarihin olumlu demokratik mirasına büyük saygı ve bağlılık duyuyorum. Bunu kendim için ayrıca bir özeleştiri olarak kabul ediyorum. Sadece ders çıkarın demiyorum, bizzat tarihle şimdiyi yapmanın vazgeçilmez bir yöntem değeri taşıdığına inanıyorum. Tarihin şimdi, şimdinin ise tarih olması gerektiğini kavramayan her düşünce ve eyleme ise, değer ve sonuçları ne olursa olsun, aynı saygı ve bağlılığı duymuyorum. Çünkü böylesi düşünce ve eylemlere inanmıyorum. Geleceğin ise şimdiden geçtiğini biliyor, şimdisini çözümlemeyen ve çözmeyenin geleceği olacağına da inanmıyorum.
Yönteme ilişkin bu tekrarlamalar, demokratik medeniyetin ne geçmişte yaşanan bir ‘altınçağ’ hayali olarak düşünüldüğünü, ne de geleceğe ilişkin bir ‘ütopya’ olarak tasarlandığını ısrarla vurgulamak için belirtilmektedir. Günlük, hatta anlık ihtiyaç olarak düşünce ve eylemde gerçekleşen, yaşam tarzının anlam ifadesidir. Ne eski anıların yâd edilmesi, ne de geleceğin hayalleriyle avunulmasıdır. Ne anlık yaratımlar, ne ebed-ezel gerçeklerin varoluş halidir. Toplumsal doğanın esnek zekâ olarak, özgürlük kapasitesi yüksek farklılıklar içinde birlik olarak varoluş haline demokratik modernite demek uygun düşebilir. Fakat modernite, çağ anlamına geldiğinden, klasik uygarlık çağlarıyla diyalektiğin karşı kutbu olarak varoluş kazandığını, bu tanımla mutlaka bütünleştirmek gerektiğini hatırdan çıkarmamalıyız.
Nasıl kapitalizmin hegemonik çağı olarak modernizm, klasik uygarlığın son dört yüz yılının özgün adlandırılması olarak düşünülüyorsa, demokratik modernite de demokratik uygarlığın son dört yüz yılının özgün adlandırılması olarak düşünülmelidir.
Diğer önemli bir husus, demokratik modernitenin kapitalist modernite şebekelerinin (ağlarının) olduğu her alanda ve zamanda karşı kutup olarak yaşanmakta olduğudur. Başarılı veya başarısız, özgürlük veya kölelik, benzerlik veya farklılık, eşitlikten uzak veya yakın, ekolojik ve feminist anlam kazanmış veya kazanmamış, özcesi ahlaki ve politik toplum özelliğine yakın veya uzak olarak, demokratik modernite kapitalist modernitenin bağrında her zaman ve mekânda varoluş halindedir.
Sol veya sağ muhaliflerin devrim veya karşıdevrimle önce iktidarı (dolayısıyla devleti) ele geçirip sonradan düşündükleri plan ve programlarını hayata geçirmek amacıyla ‘toplumsal mühendislik’ yaparak özledikleri toplumları merkezi planlamayla yaratma metotlarını artık saçma ve propagandatif söylemler (retorik) olarak değerlendirmekle kalmıyor, özünde bu tarzın liberalizmin ya bir oyuncağı ya da üzerinden yetmiş yıl geçse de kendi içinde özümsetmekte zorluk çekmeyeceği düşünce ve uygulamalar olarak değerlendirdiğimi de önemle belirtmek durumundayım.
Toplumsal doğalar da biyolojik doğalara benzer biçimde genetik kodlara sahiptir. Biyolojizmin farkındayım. Bunun toplumsal doğalara taşınmasının Darwinizm olduğunu ve en kaba materyalizm olarak toplumsal mühendisliklere fikrî malzeme sağladığını biliyorum. Bahsettiğim husus, zekâ düzeyi en yüksek doğa olarak özgürlük seçimine o denli açık olsa bile, yine de tarihsel-toplumların hafıza ve temel yapısal özelliklerini değiştirmenin kendine özgü hassasiyetleri taşıdığıdır. Genetik kodlarını değiştirip farklı bitki ve ıslah edilmiş hayvan yetiştirir gibi toplumları değişime uğratamayız. Toplumsal doğanın hafızası, bunu zaten ahlaki ve politik toplum olarak boşuna belirlememiştir. Değişimin toplumsal yolunun ancak ahlaki ve politik toplumsal düzeyi yükseltmesi halinde meşru kabul edilebileceğini, aksinin ise her türlü totaliter ve otoriter yöntemlerle ahlaki ve politik toplum düzeyini düşüreceğini, dolayısıyla sonuçları ne olursa olsun meşru kabul görmeyeceğini belirtmek büyük önem taşır.
Demokratik modernite, değişimin meşru yolunu açık tutan sistem özelliğindedir. Ahlaki ve politik değerinin yüksek olması bu sistematik özüyle bağlantılıdır. Değişimin meşru yolu çok önemli olmakla birlikte basittir. Her toplum mensubu, nerede ve ne zaman olursa olsun, bu değişime katkıda bulunabilir. Neolitik toplum kalıntılarını, hatta klan toplumunu yaşayan bir mensubuyla Moskova veya New York’ta yaşayan bir mensubu değişime her an katkı yapma potansiyeline sahiptir. Bunun için büyük, kutsal anlatılar şart olmadığı gibi, kahramanlık eylemleri de şart değildir. Tek şart, toplumsal doğanın temel varoluş hali olarak ahlaki ve politik düşünme ve davranma yeteneğini göstermektir. Her bireyde asgari düzeyde de olsa var olduğuna emin olduğumuz bu yeteneği (erdemi, fazileti) işlevsel kılmaktır. Şüphesiz bununla tarihsel-toplum boyunca ortaya çıkmış, meşru değişim yolunu aydınlatmak için insanlık hafızasına mal edilen büyük ve kutsal anlatıların önemsiz olduğunu belirtmek istemiyorum. Tersine, meşru değişimin yolu ideolojik ve maddi tekellerle kapatıldığından, bu anlatılara büyük rol düşer. Yine benzer biçimde kahramanlık eylemleri özgürlüğe giden yolda vazgeçilmez kutsal değer taşırlar. Mühim olan, demokratik modernitede değişimin tarihsel-toplumun bütünsel çabaları olmadan sağlanamayacağını bilmektir. Önemli kişiliklerin ve örgütlenmelerin rolü inkâr edilmiyor. Ancak toplumun ahlaki ve politik dokularına mal edilmedikçe ve meşru yoldan geçilmedikçe, bu rol fazla anlam ifade etmeyecektir.
Devrimler için de aynı hususlar geçerlidir: Meşru yol ve ahlaki-politik dokuya mal edilmeyen toplumsal gelişme olarak değişmeyi, toplumsal doğanın bir kendiliği olarak değerlendirmemek gerekir. Toplumlar yaratılmaz, yaşanır. Şüphesiz yaşamdan yaşama fark vardır. Daha özgürce, eşitçe ve demokratikçe yaşam olduğu gibi, dayanılmaz kölelik, eşitsizlik ve diktatörlük altında geçen yaşamlar da vardır. Belki de daha çoktur. Demokratik modernite tüm bu koşullar altında yaşamı tüm yöntemlerle daha özgür, eşit ve demokratik kılmanın zihniyet ve yapılanmasını ifade etmektedir. Yola düşmüş bir taşı kaldırmak kadar, meşru değişimin tek yolu olarak kalmış bir devrimi yapmak da demokratik modernite kapsamında değerlidir. Buna karşılık ilahi kurtuluş da, kölece kaderci sûfilik de aynı kapsamda düşünülmüyor ve etik bulunmuyor. Son dört yüz yılın özgürlük, eşitlik ve demokratik mücadelesinden çıkarabileceğimiz dersler ışığında, içinden geçmekte olduğumuz küresel finans kapitalizminin hegemonyasındaki sistemik ve yapısal bunalım döneminde demokratik moderniteyi güçlendirmek ve hatta yer yer güçlü yeniden inşalarla yenilemek mümkündür. Dolayısıyla demokratik modernitenin temel boyutları üzerine yoğunlaşmak ve aydınlanmak bu yönlü çabalarımızı daha başarılı kılacaktır.
Kürdistan Stratejik Araştırmalar Merkezi
www.navendalekolin.com – www.lekolin.org – www.lekolin.net – www.lekolin.info