26 Aralık 2014 Cuma Saat 13:11
0
21
FR
Gülen üzerinden
uygulamaya konulan stratejide uluslararası, bölgesel gelişmelerin ve
Türkiye’nin iç politik faktörlerinin çok önemli bir etkisi bulunuyor. Tek
başına iktidarı ele geçirme savaşı veren ve Erdoğan karşısında ciddi bir
mücadele yürüten Gülen’e dair bilinenlerin ‘gizemli’ hale getirilerek
sorgulanmaması bir devlet politikasıdır. Kemalistlerle dahi derin ilişkileri
bulunan Gülen’in çok kritik dönemlerde devletin vermiş olduğu stratejik
görevleri yerine getirdi.
Bütün yaşamı boyunca devlete hizmet eden Gülen, en önemli
kaygısını ‘otoriteye başkaldırmak’ olarak tanımlıyordu. Hiçbir koşulda
ezilenlerin ezenlere, haklıların haksızlara karşı çıkmasını istemedi. Tersine,
devlete boyun eğmeyi temel bir felsefe olarak benimsedi. İtaat etmek onun
cemaat ilişkilerinin de temelin oluşturuyor.
Gülen’in yaşamına dair bilinenler bilinmeyenlerin onda
biridir. Onu, Türkiye’nin ‘karanlıklar prenslerinden’ biri olarak tanımlamak
yanlış olmaz. Kendisi tarafından anlatılan hayat hikâyesindeki küçük kesitler
incelendiğinde dahi çok önemli ve çarpıcı sonuçlar ortaya çıkabilir. Bu nedenle
devlette tek başına iktidar olmak isteyen Gülen’in oynadığı tarihsel rolü daha
iyi anlayabilmek için yaşamının bazı noktalarını irdelemek yararlı olacaktır.
Gülen’in ailesi nereli
Yahudilerin Gülen’e karşı bu hassasiyeti esasen ortak
kökenden gelmelerinden kaynaklanıyor. Bu hikâyeyi biraz yorumlayalım. Gülen ne
anne tarafından ne de baba tarafından Türk değil. Küçük Dünyam isimli kitabının
baskısında baba tarafından ‘Kürt olduğunu’ söyler. (Hatta baba tarafından
ailesinin Kürt-Ermeni karışımı olduğuna dair bir kısım önemli iddialar da var)
Daha sonraki baskılarından bunu kaldırır. Gülen’in ailesi aslen, Van Gölü’nün
kuzeyinde bulunan ve Ermenilerle Kürtlerin birlikte yaşadığı Ahlât bölgesindedir.
Ailesi, başka bir bölgeden gelmeyip bu bölgenin yerleşiklerindendir. Baba
tarafından Kürt veya Ermeni kökenli olmasını güçlendiren önemli iddialardan
biri de budur. Kendi anlatımlarında da anlaşılabileceği gibi Türk boyları ile
hiçbir ilgisi yoktur. Ailesinin karışmış olduğu bir namus meselesi nedeniyle
sürgüne tabi tutulurlar ve gelip Erzurum ili, Pasinler ilçesi, Korucuk köyüne
yerleşirler. Kendisi de Korucuk köyünde doğduğu için Erzurumlu olarak tanınır.
Anne tarafı için verdiği bilgiler ise ilginçtir. Gülen’in
annesinin ismi Refia’dır. Anneannesi Hatice hanımın Şükrü paşazadelerden
geldiğini söyler. “Hatice ninem, annemin annesidir. Herhalde verem olduğundan
erken ölmüş. Edirne Şükrü Paşa sülalesinden gelme. Edirne ilinde bulunan Şükrü
Paşazadelerin ise, 1492 yılında İspanya’da kovulup ve Trakya’ya gelip yerleşen
Safarad Yahudi göçmenleri olduğu iddia edilir. Tarihe ‘İspanyolca konuşan Türk
Yahudileri’ olarak geçen bunların ezici bir çoğunluğu, Yahudiliğini gizlemek
için Türk olduğunu söyleyen sabetaylar olduğuna dair güçlü bir yargı var.
Gülen, annesinin İspanya göçmeni Yahudilerden olduğunu
gizlemek için dedesi yani annesinin babası Ahmet’in ve ninesi Hatice’nin
Müslümanlığına özel bir vurgu yapar. Yaşamında baba tarafını çok az anlatır, ama
anne tarafına dair anlattığı rivayetlerin her satırında hayranlığını vurgular.
Dedesini, dayılarını, teyzelerini öyle olağanüstü anlatır ki, hikâyeyi okuyan
herkesi hayran bırakır. Anne tarafını bu düzeyde ön planda tutmasının nedeni,
onların gerçek kimliğini gizlemeye yönelik olabilir.
Dikkatle vurgulamalıyız ki, kimin hangi etnik ve dini
kökende olduğuyla ilgilenmek doğru olmadığı gibi, uluslar arası insan hakları
sözleşmesine de terstir. Kişinin etnik-ulusal kimliği değil, ideolojik
görüşleri, politik duruşu esastır. Durduğu konum belirleyicidir. Ancak
uluslararası alanda belirgin bir etkinliği olan ve politik dengeleri belirleme
gücüne sahip olan Gülen gibi birinin kendi etnik kimliğini gizlemeye çalışması
da tesadüfi bir durum değil. Bunun baskı görmekle hiçbir ilişkisi olmadığı da
biliniyor. Bu topraklarda Kürtler, Ermeniler, Aleviler, Süryaniler, hatta zaman
zaman Yahudiler de kendi kimliklerini gizlemek zorunda kaldılar. Ancak Gülen’in
durumu tamamen bunlardan farklı olup esasen bilinçli politik bir tercihtir.
Dahası izlediği stratejinin bir parçasını oluşturmaktadır.
Gerçek kimliğini gizlemek için de, anne ve baba tarafına ait
‘secerenin kaybolduğunu’ söyler. Her iki ailenin Seyyid olduğuna dair soruya
geçiştirmeli bir yanıt verir. ‘Ahmet dedem bu mevzuda bir şey anlatmazdı’
diyor. Ailesinin köken olarak Ahlât’tan geldiğini söyleyen Gülen’in aile
tarafının ‘Seyyid’ olduğunu bilmemesi mümkün değildir. Hele Kürtler içerisinde
‘Seyyid’ olmanın manevi olarak önemli bir yer tuttuğu bilindiği halde, dedesinin
ve babasının bundan söz etmemesi mümkün olmadığına göre, Gülen esasen gerçek
kimliğini gizlemeye çalışmış olabilir mi sorusu insanı düşündürüyor.
Çok zengin bir ailenin çocuğuymuş!
Gülen bütün konuşmalarında ve günlük sohbetlerinde yaşamının
ne kadar yoksulluk içinde geçtiğini söyler. Yoksulluk içinde büyüdüğünü
vurgular ve özellikle bu noktada insanın duygularını sömürmeye özen gösterir.
Kendi anılarını anlatırken ise, bunun tersini söyler. “Halil Dede’min çocukları
buradaki gayri menkulleri 80 bin altına satarlar ve aralarında paylaşırlar…
Zira babalarından kalan mirası iki kardeş pay ederken, altınları tas tas
paylaşmışlar. Teker teker saymak vakitlerini alacağı için böyle yapmışlar. O
devirlerde onların bu mirası bölüşme keyifleri de çok meşhur olmuş bir
hadisedir. 80 bin altını olan bir ailenin o günkü koşullarda sanırım çok
zengin olması gerekirdi. Daha sonraki hayatlarında farklı yorumlar yapsa da,
gerçek olan şu ki, yoksulluk içinde büyümemiştir. Kendi anlatımlarında ortaya
çıktığı gibi, ailesi, ‘altınları, zaman kaybı olmaması için tas tas paylaşacak’
kadar bölgenin zenginleridirler. Demek ki, hemen her vaazında veya röportajında
vurguladığı gibi yoksulluk içinde yetişen biri değildir.
Babası Ermeni düşmanıymış!
Gülen ailesindeki ırkçı-şoven duygularının çok olduğunu sık
sık vurgular. Örneğin “Şamil Dedem de feveran derecesinde bir Ermeni ve Rus
düşmanlığı vardır. Bütün Ermeni ve Rusları doğrasa bu feveran dinmezdi. Bütün
‘Ermeni ve Rusları kesecek’ kadar kindar olan bir aile Erzurum, Van, Muş gibi
bölgelerde Ermenilerin katledilmesinde nasıl bir rol oynamıştır. Ayrıca
Gülen’in kendisi bu katliamı destekliyor mu? Bu ve benzeri sorulara Gülen’in
yanıt vermesi gerekir. Ayrıca 80 bin
altına sahip bir ailenin büyük bir Kürt aşiretinden veya Ermeni bir ailede olması olasılığı insanın
aklına geliyor. Dedesini ‘bir Ermeni düşmanı’ olarak göstermesi de gerçeği
gizlemeye yönelik bir taktik olabilir mi?
sorusu akla geliyor.
Gülen’in Nurcuların arasına girişi kontrgerilla kararıdır
Yaşamı karanlıklarla dolu olan Gülen’in Nurcu cemaatinin
içine gönderilmesinin dahi, MİT ve kontrgerilla gibi devletin gizli
örgütlerinin kararı olduğu anlaşılıyor. Kendi yaşamına dair anlattıkları dahi
bunu doğrulayacak düzeydedir.
Erzurum’da öğrencilik yıllarında ‘Bediüzzaman’ın yanından
gelen Muzaffer Arslan’ın sohbetlerine katılması üzerine risaleleri tanır ve bir
daha da sohbetlere katılmaktan geri kalmadığını’ belirtir. Ramazan nedeniyle
Amasya, Tokat ve Sivas taraflarını dolaşarak vaazlar verir ve sohbetler yapar.
Gittiği her yerde ilk işi devletin bölge yöneticilerinden biriyle ilişki kurmak
olur. Hem de çok kısa sürede bunu başarır.
“‘Kırkıncı Hoca, bana, Selahattin ve Hatem’e Bediüzzaman
Hazretlerinin yanından birisi gelmiş, akşam sohbet yapacak, oraya gidelim’
dedi. Teklifini hemen kabul ettik. Mehmet Şergil’in terzi dükkânına geldik.
Burası, iki kilimden biraz daha genişçeydi. İlk gece veya ikinci gece orada
bulunanlardan aklımda kalan isimlerden bazıları, Mehmet Şevket Eygi, Kırkıncı
Hoca, Esat Keşafoğlu ve Osman Demirci’dir. Şevket Eygi, yedek subaylık
yapıyordu. Esad Keşafoğlu ise o sırada üsteğmendi. Bediüzzaman Hazretleri,
Muzaffer Arslan’a ‘şark’ı bir dolaş gel’ demiş o da Sivas, Erzincan ve
Erzurum’u dolaşmaya gelmişti.
Bu toplantıya katılan isimlerin üçü dikkat çekicidir. O
dönem yedek subay olarak görev yapan ve Gülen’in yakın dostlarından biri olan
Mehmet Şevket Eygi, İslamcı yazar olarak dönemin Amerika’nın ‘anti-komünist
stratejisini’ Türkiye’de gündemleştiren ve CIA ile yakın bağları olan biridir.
Amerika’yı komünizmle mücadelenin merkezi olarak gören ve İslamcıların
Amerika’nın yanında yer alması gerektiğini söyleyen fetvalar veriyordu. “Bizim
en büyük düşmanımız komünistlerdir. Elbette bir İslam devletinde komünistlere
fikir yayma ve örgütlenme özgürlüğü tanınmaz… İslam’ın düşmanları ve
komünistler doğrudan karşı çıkmadıkları İslam görüntüsü altında melanetlerini
işletmeye devam edeceklerdir… Hatta Deniz Gezmiş’in önderliğini yaptığı,
Amerika’nın 6 Filo’suna karşı yapılan protesto gösterilerine karşı, camilerde
Müslümanlara çağrı yaparak, ‘özgürlüğün temsilcisi ABD’nin yanında yer
almaları’ gerektiğini söyler. Eygi, Milli Gazete yazarı olarak, bir Amerikan
ajanı gibi yürüttüğü faaliyetler nedeniyle daha sonraları pişmanlığını
belirtmiştir.
İkinci kişi ise, ‘yeni Asyalılar Grubu’nun kurucusu olarak
bilinen Gülen ile birlikte kendisini ‘Nurcu’ olarak tanıtan Mehmet
Kırkıncı’dır. Said-i Nursi hareketinden görünen ama Türk-İslam sentezini
savunan, Demirel’i ve Adalet Partisi’ni çok aktif destekleyen bir cemaat lideridir.
Üçüncü kişi ise Yahudi kökenli Üsteğmen Esad Keşafoğlu’dur,
Bu kişi, Türkeş’le birlikte Amerika’ya gönderilen ve CIA tarafından
kontrgerilla eğitimi verilen grubun içerisinde olan bir subaydır. ABD’nin çok
özel olarak eğittiği ve Türkiye’de anti-komünizm stratejisini uygulamak için
görevlendirdiği bir subayın Gülen ile yakın dostluğunun olması ve birlikte dini
toplantılara katılması da çok dikkat çekicidir.
Gülen askerler tarafından korunmuş!
İlginç olan en önemli nokta, Gülen’in yaşamı boyunca yürüttüğü
bütün faaliyetlerde mutlaka subaylarla yakın bir ilişkisinin bulunmasıdır.
Hangi il veya ilçeye giderse gitsin, mutlaka iletişim halinde olduğu bir kısım
askeri elamanlar var. Özellikle de askerler tarafından korunması da dikkat
çekicidir. Ayrıca savcı, hâkim, emniyet müdürü, komiser vs. devlet görevlileri
ile çok yakın ilişkiler kurar. “Zaten Emniyet Amiri Resul Bey’le ileri derecede
dostluğum vardı. Bazı hâkim ve savcılarla içli dışlıydım. Asker kökenli Vali
Sabri Sarp ile iletişimleri gayet iyidir. Askerlik şubesi başkanı Karadenizli
Albay ile yakın bir ilişki içine girer.
Gülen’in askerlik yaşamı son derece dikkat çekicidir.
Askerdeyken kontrgerilla faaliyetlerine uyumlu bir çalışma yürütüyor. Daha
askeri birliğine katıldığı andan itibaren askerlerin korunmasına girer. “Teslim
olduğumda zannediyorum 10 Kasım’dı. Mehmet Mutlu o zamanlar üsteğmendi. Zaten
yarbaylıktan emekli oldu. Bizim bölük komutanı Yılmaz bey, onun Harbiye’den
arkadaşıymış ve gelip beni bölük komutanına lanse etti. Ayrıca Kurmay Başkanı
Reşad Taylan’a ben de Edirne’deki bir yakınından selam getirmiştim. Hatta
benimle ona badem ezmesi göndermişlerdi. Cenabı Hakk’ın inayetiyle böyle
korunmaya alındım. Nizamiyeden içeri girer girmez, subayların korunmasına
alınan Gülen’e bu ilgi, Allah’tan gelen bir yardım olmayıp, onun yürüttüğü ve
yürüteceği dönemin kontrgerilla faaliyetlerinin içinde yer almasındandır.
Gülen’in yaşamı torpillerle geçiyor. Birinci torpilli,
ilkokula gitmediği için, Erzurum’da dışarıdan aldığı diplomada görülür. İkinci
torpilli görev, İmamlık sınavını kazanması ve Edirne’ye İmam olarak
atanmasıdır. Gülen’in açıklamasına göre ‘uzun yıllar Türk Hava Kurumu
Başkanlığı yapmış olan eski Milletvekili Mustafa Zeren devreye girer. Bir gün
M. Zeren Edirne Müftülüğünü arar: “Yeğenimin gözlerinde öperim, imtihanı
kazandı sözleriyle torpil müjdesini verir.
Üçüncü torpilli görevi ise askerde istihbaratçı olmasıdır.
“Dört ay sonra, Özmutlu’nun araçlığı ile beni de yüksek sürate ayırmışlar.
Özmutlu, beni rahat ettirmek için böyle düşünmüş, telsizci olursam, eğitime,
içtimaya çıkmam ve rahat ederim diye komutana söylemiş… Böylece yüksek sürate
yazıldık. Hâlbuki benim kafamda Genelkurmay’da kalma planı vardı. Orada bir
görev istiyordum fakat olmadı. İslamcı görünen Gülen’e ordunun ‘laik’
subayları tarafından özel torpilli telsizci olarak istihbarat görevi verilir.
Böylelikle ordu içindeki bütün konuşmaları dinleme olanağına sahip olur. Bu
görevin sıradan birine verilmeyeceği bilinir. Genelkurmay’da görev alma
isteğinin olması da bir başka ilgi çekici noktayı oluşturuyor.
Gülen, Mamak’ta acemi birliğindeyken, Tümen komutanlığında
ilk namaz kıldıran imam olarak da tanınır. Hatta kendisinin deyimiyle mescit
dahi kurar. “Bir de askerde iken mescit yaptık. Hayatında hiç namaz kılmamış
insanlar dahi orada namaza başladılar. 200 kişilik mevcut varsa, yaklaşık 30
kişi devamlı namaz kılar hale gelmişti. Sinema salonunda Cuma namazı kıldırdım,
Hutbe de okudum Din konusunda çok hassas olduğu söylenen Ordu’nun en önemli
birliğinde namaz kıldırması, hutbe okutması vaazlar vermesinin Gülen’in
etkinliğiyle değil esas olarak ona biçilen görevle ilişkisi olduğu açıktır.
İstihbaratçı Gülen
Gülen, telsiz istihbaratçısı olarak İskenderun’a gider. Her
ne kadar, kura çekimi sırasında ikikez üst üste Erzurum çıktığını söylese de peki inandırıcı
değil. Bir askere dört kez kura çekimi yaptırılmaz. Üçüncüsünde Diyarbakır’ın
çıktığını ama bu kez de subayların gönlünün razı olmadığını söyler.
İskenderun’a gelişi ile çok yönlü faaliyetleri eşzamanlı yürür. “Komutanlarla
aram iyiydi. Bir de Arif Başçavuş vardı ki, onun himayesini çok gördüm. Beni
haber merkezine almıştı. Müstakil kalabileceğim bir şekilde arabayı
ayarlamıştı.
‘Laik’ komutanlarla olan ilişkisi ona özel muamele
edilmesini, özel yerde kalmasını sağlayacak özelliktedir. İlginç olan bir başka
önemli nokta da, her hafta İskenderun Merkez Camii’nde vaaz vermesidir. Geldiği
ikinci hafta vaazlarına başlar, peki bir askerin, gidip camilerde vaaz
verebilmesi nasıl mümkün oluyor? Kimler bunu organize ediyor. Kendi söylemine
göre, verdiği vaazları dinleyen birçok subay varmış. Gülen nasıl bir görev
üslenmiş ki, asker olarak, camilerde imamlık yapabilir. Bunun bir tesadüf
olmadığını tersine çok yönlü bir
projenin parçası olduğunu söylemek yanlış olmayacaktır.
Askerdeyken özel görevle Erzurum’da
Gülen, ABD’nin bölgede uyguladığı anti-komünizm stratejisini
uygulamak için görevlendirilmiş biri olarak hemen her alanda faaliyetlerini
yürütür. Özellikle halkın dini duygularını kullanmaya özel bir önem verir.
Kendisine 3 aylık hasta raporu verilir ve Erzurum’a gönderilir. Öncelikli
görevi anti-komünist mücadeleyi örgütlemek olarak belirlenir. Asker olarak
geldiği Erzurum’da ikinci Komünizmle Mücadele Derneği’ni kurar: “…Ve yine bu
devreye ait bir teşebbüs de Erzurum’da Komünizmle Mücadele Derneği’ni açma
teşebbüsümüz oldu. O güne kadar sadece İzmir’de vardı. İkincisi de Erzurum’da
bizim gayretlerimizle açılacaktı… Bir arkadaşı İzmir’e gönderip tüzük
getirttik. Derneği kuracaktık. Ben bir vaazdan sonra anons ettim ve gençlerle
Caferiye Cami önünde toplandık. Gayemiz komünizme karşı örgütlenmekti. Dernek
ve camii işlerinden anlayan bir akrabam vardı. O gelip bize yardım etti, bize
yol gösterdi… Gülen’in söz konusu
ettiği bu akrabası kimdi ? Dönemin kontrgerilla örgütleriyle ilişkisi var mıydı
? gibi soruları da not düşmek gerekir.
Maraş Katliamının provası Erzurum’da yapılır!
Gülen dernek kurma görevini yerine getirdikten sonra Erzurum
ve çevre illerinde propaganda faaliyetlerine devam eder. Dönemsel olarak
provokasyonların devlet kurumları tarafından çok yaygın olarak kullanıldığı,
halkın manevi ve dini duygularıyla oynanarak, anti-komünist mücadele
stratejisine bir meşruluk kazandırıldığı bir süreçte, Gülen, bir er olmasına
rağmen, zamanının önemli bir kesimini bu çalışmalara ayırır. “Yine ikindi
vaktiydi. Cemaate ‘yazıklar olsun size! Sizin dininizle, peygamberinizle alay edecekler,
siz de kuzu kuzu oturup burada beni dinleyeceksiniz. Onlar ecdadımızın aziz
ruhlarıyla eğlenecekler, siz de Müslüman geçineceksiniz’ gibi sözler söyledim.
Cemaat birden ayağa kalktı, Ben ‘yok, yok, bizim sokağa dökülmekle işimiz yok,
Bu meseleyi başka yoldan haletmek lazım’ falan dediysem de dinletemedim. Yolda
iltihaklarda olmuş. Büyük bir kalabalık sinemayı basmış. Hadise tamamen bütün
Erzurumlarca benimsenmişti. Bu provokasyon bir ön hazırlık aşamasını taşıyor.
Provokatör ise asker olarak görevlendirilmiş Gülen’in kendisidir. Maraş
katliamı sırasında, aynı oyun oynanmış, bir sinema ateşe verilmişti. Gülen
bunun tatbikatını Erzurum’da birkaç yıl önce denemiş ve başarılı olduğunu
görmüştü.
Üç aylık izin süresi dolar ve hastalık gerekçesiyle bir aylık
izin daha alır. Böylece 4 aylık süre Erzurum ve çevresinde çok boyutlu
örgütlenmeler yapar. Bir başka gün yine camide ‘Deccal’ı anlatmaya karar verir.
Vaaz sırasında “Deccal hakkında ne biliyorsam anlattım. Cami miting meydanına
dönmüştü. Cemaat bazen heyecandan ayağa kalkıp oturuyor. Meğer istihbarat
erkenden gelip kürsünün etrafını almış ve belki de konuşmaları kaybetmişler.
Meğer benim gelip teslim olmam hadiseyi yatıştırmış. Yoksa gaye ikinci Menemen
hadisesi çıkartmakmış. Askerlerden bir ikisi ‘vurun şu herifi’ deyince halk
bağırıp çağırmaya başlamış, Hava iyice gerginleşmiş. Bunlar olurken ben caminin
içindeydim. Çıkıp da teslim olunca yapacakları bir şey kalmadı. Bu olay
toplumsal provokasyonun bir başka deneme alanını oluştururken, camiye gelen askerler,
yine bir başka özel görevli askeri tutuklar. Gülen, tutuklandığı anda, hemen
tümen komutanına bildirilir. Gülen’e göre Tümen komutanı ‘milliyetçi bir
insan’mış. O’na gidenler, “Efendim, bu arkadaş onların dediği gibi değildir,
Biz vatanımızı, milletimizi, bayrağımızı ve tarihimizi sevmeyi ondan öğrendik
demişler, ayrıca, “derhal Ankara’ya Genelkurmaya gitmişler ve oradaki bazı
paşalarla görüşmüşler. Gülen’in bu anlatımlarından kontrgerilla ve istihbarat tarafından ne
kadar kıymetli biri olduğu anlaşılıyor.
Öyle ki sıradan bir asker için Genelkurmay Başkanlığı düzeyinde müdahale
edilmesi tesadüf olmasa gerek.
Gülen, Genelkurmayın devreye girmesiyle hemen serbest
bırakılır ve İskenderun’da birliğine döner. İskenderun’a gelir gelmez, yine
merkez camiinde vaaz verir. Halkın dini duygularını kullanarak tahrik eder ve
bir bakıma yeni bir provokasyona hazırlar. “Bu nasıl Müslümanlık, bu otellerin
çerçevelerini indirmek lazım gibi şeyler söyledim. Sert konuştum. Askeri
elbisenin üzerine cübbe giyilmezken ben böyle bir kıyafetle vaaz veriyordum.
Bir başka konuşmamda da ‘devletin nizamı var, polisi var. Polis yapmazsa bu
vazifeyi kim yapacak’ diye yine otellerdeki ahlaksızlıkla ilgili bir şeyler
söylemiştim. Erzurum’dan gelir gelmez, hem de asker elbisesi ile vaaz vermek
ve halkı provokasyona getirmenin, Gülen’in cesaretinden kaynaklanmadığı
bilinir. Böyle rahatça hareket etmesini sağlayan nokta, devletin kontrgerilla
güçleriyle olan derin bağlarıdır.
Asker olarak camilerde vaazlarını süreklileştiren Gülen ikinci
bir kez tutuklanır. Ancak Genelkurmayın müdahalesiyle hemen serbest bırakılır.
“Lehimdeki umumi baskılar mahkeme heyeti üzerinde toplanınca hâkimlerin
tavırları değişti. Tümen komutanı ağırlığını koymuştu. Ankara’dan -Genelkurmay
bn- ‘mademki milliyetçi bir çocuk, bir meseleden dolayı onu niye bu kadar
eziyorsunuz’ mealinde telefon ve telgraf gelmiş. Hiç beklemediğim bir anda,
bana küfür yağdıran o binbaşı, elinde çanta, hapishaneye girdi. Daktilosunu da
yanında getirmişti. Beni de müdürün odasına aldılar. Daha önce zorla aldıkları
ifadeleri bir bir değiştirip, yerine mahzursuz ifadeler yazdılar. Sonunda da,
‘bundan böyle hapishaneye atılmasını gerektiren bir şey yok. Çıkarın
dediler.. Genelkurmay’ın, ordu ve tümen
komutanlarının devreye girmesi, Gülen’in üstlendiği görevle ilişkilidir. Bu
nedenle askeri açından suç görülen hiçbir yasa, kanun Gülen için geçersizdir.
Bir asker olarak camilerde ve hatta bazen askeri elbisesinin üzerine cübbe
giyerek vaazlar vermek konusunda, sanırım ordu tarihinde tek örnek Gülen’dir.
Peki, neden sorusunu sormak gerekir. Genelkurmay, neden Gülen için her
defasında devreye girer?
Gülen, Said-i Nursi’nin mezarını ortadan kaldıran general
Turan’ın korumasında
Gülen’i koruyan önemli kişilerden biri de dönemin 2. Ordu
Komutanı Cemal Tural’dır. Belki de dikkat edilmesi gereken en önemli
ilişkilerden biri budur. Gülen şunları söyler: “Cemal Tural o sıralarda 2. Ordu
Komutanıydı. Ve hakikaten milliyetçi görünüyordu. Barzani hareketini adım adım
takip ediyordu. O günlerde, Güneydoğu’daki bazı evlerde, Barzani’nin resimleri
asılıydı. Barzani her an halkı ayaklandırabilir şeklinde şayia vardı. Cemal
Tural’a karşı duyduğumuz alaka biraz da Barzani’yi yakın takibe almasından
dolayıydı. Şimdi durum ve tutumumuza bakınca bir kere daha şu tuhaflıkların
karşısında hayrete düşüyorum. Dünkü şaki bugün eller üstünde. Gülen’in Erzurum
ve çevre illerindeki faaliyetleri çok daha net olarak ortaya çıkıyor. Hedef,
Barzani’nin etkisini kırmaya yönelik Türk-İslam çizgisi ekseninde dini
faaliyetleri örgütlemektedir. Yani bir bakıma Kürtlerin tasfiye politikasının
çok kapsamlı olarak uygulandığını ve Gülen’in de bunun önemli bir parçası
olarak işlev gördüğünü ortaya koyuyor.
Yakın dönemd sarfettiği ‘Kürtlerin köküne kibrit çalın’ fetvasını
nkökeni eski.
Ancak Cemal Tural’ın yaptığı çok önemli bir iş daha var.
Tural, Said-i Nursi’nin mezarını yerinde kaldırıp kaybettiren kişidir. Gülen,
bunu çok iyi bilir. Ama hiç bahsetmez. Said-i Nursi’nin Kürdi kimliğini çok
bilinçli olarak arka planda tutar ve hatta yok sayar. Bu nedenle Gülen’in,
Nurcu olduğunu iddia etmesi çok bilinçli bir yalan ve aldatmacadır. Tersine,
Said-i Nursi’nin mezarını ortadan kaldıran generale duyduğu saygıyı vurgular.
General Cemal Tural, Gülen’in kim olduğunu ve nasıl bir görev üstlendiğini çok
iyi bilmekte ve onu bu nedenle korumaktadır.
Gülen, askerliğinin önemli bir kesimini kışlanın dışında
yapmıştır. 24 aylık askerliğin yaklaşık olarak 10 ayını farklı şehirlerde
camilerde verdiği vaazlar geçirmiş veya komünizmle mücadeleyi örgütlemekle
meşgul olmuştur. Bunun için de askerliği 34 gün erken bitirtilmiş. “İkinci
bölük komutanı Mahmud Mardin adında bir yüzbaşıydı. Çok sert bir insandı. Meğer
o da her zaman gelip beni dinliyormuş. Benim haberim yoktu. Ben disiplinden
çıkınca hemen yanıma geldi. ‘Ben seni çok dinledim. Şimdi ben seni evine
göndereceğim. Artık askerlik bitti. Ben tezkereni arkandan gönderirim’ dedi…
Beni böylece 34 gün evvelinden saldılar, tezkeremi de arkamdan gönderdiler.
Gülen öyle ki, yaşamın her anı torpillerle geçiyor. Konuşmalarında öyle sözler
söyler ki, dinleyen acır, üzülür, efkârlanır. Yaşamını öyle çileli anlatır ki,
insan hayranlık duyar. Ama yaşamını az çok incelediğimizde bunun böyle
olmadığını, bütün yaşamı boyunca devletin önemli güçleri tarafından korunduğunu,
sahiplenildiğini görürüz.
Said-i Nursi’yi hiç görmemiş!
Said-i Nursi’ye dair anılarında geçen tek bölüm şudur:
“Üstad’dan Erzurum’a bir mektup geldi. ‘Mektup kime hitaben yazılmıştı? Üstad
bu mektubu kime dikte ettirmişti?’ hatırlamıyorum. Fakat selam gönderdiği
isimler vardı. Sonunda da Fethullah ile Hatem’e de selam deniyordu. Ben adımın
zikredildiğini duyunca ayaklarım yerden kesildi zannettim o kadar sevinmiştim.
Hayatımda o derece sevindiğim çok az vakidir. Şimdi o mektup nerdedir,
kimdedir, onu da bilmiyorum. Ancak bu bana yetmişti. Sohbetlere gitmeyi bir
daha terk etmedim. Bunun dışında Said-i Nursi için söylediği pek bir şey
bulunmaz.
Türkiyenin her yerini istediği gibi dolaşan, gittiği her
yerde devlet yönetiçilerinde himaye gören Gülen Said-i Nursi yaşadığı halde
gidip görme ihtiyacı hissetmemişti. Nursi’ye yüksek derecede bağlı olduğununu
sıklıkla vurgulamasına, gönderilen bir mektupta kendisine selam söylenmesine
rağmen, bir gün huzuruna çıkıp elini öpmemesi oldukça garip ve düşündürücüdür. Peki, neden sorusu gündeme geliyor: Gülen’in,
Nursi cemaatinin içerisine devletin bir görevlisi olarak gönderildiğine dair
iddialar bu savı doğrular niteliktedir.
Kontrgerilla eğitim kapmalarını kuran Gülen
Gülen, hemen her dönem devlet gizli gücünü arkasında
hissetmiştir. Bütün faaliyetlerinde gizli ilişkilerin özel bir rolü var.
Örneğin, eğitim kampları olarak anlattığı sürecin, bir bakıma devlet destekli
kontrgerilla çalışmalarının bir parçası olduğu çok açıktır. Özellikle 1965-1980
yılları arasında, devletin kontrgerilla güçlerinin, toplum içerisinde
anti-komünist propagandayı süreklileştirmek ve sivil faşist ve İslamcı güçleri
kullanarak devrimci harekete saldırmak için, askeri ve politik eğitim kampları
kurdurduğunu biliyoruz. Gülen bu sürecin çok önemli bir halkasını
oluşturmaktadır.
Edremit, Buca, Avcılar, Kızılkeçeli bölgelerinde kurulan ve
devlet tarafından da korunan eğitim kamplarında yüzlerce genç eğitime tabi
tutuluyordu. Gülen, kampların amacını şu cümlelerle açıklar: “Bir inayet ve bir
koruma altında olduğumuz apaçıktı. Umumi teveccüh ekseriyetteydi. Urfa’dan,
Diyarbakır’dan bile talebe geliyordu. Komünizmin gemi azıya aldığı bir dönemde
ona karşı, hem de böyle nizamı bir mücadele, geleceğin milliyetçi ve
maneviyatçı tarihçilerini derin derin düşündürecektir. Çok açık olarak
belirtildiği gibi, bu kamplar, ABD’nin özellikle Ortadoğu ve Asya bölgesinde
uygulamaya koyduğu ‘yeşil kuşak’ stratejisinin somutlaşmış biçimi olan
‘komünizmle mücadele’ politikasının Türkiye’de güncelleştirilmesinin bir
parçasıdır. MHP’ye bağlı olarak kurulan ama esasen MİT ve CİA tarafından
organize edilen ‘Komando Kampları’ gibi Gülen öncülüğünde oluşturulan ‘İslamcı
Kampları’ da birer kontrgerilla faaliyetidir.
12 Mart 1971 Askeri darbesi sırasında kısa bir süre tutuklanmasına
rağmen, kampların faaliyeti kesintisiz olarak davam etti. “Benim tutuklu
olduğum dönemde de, kamp hizmeti devam etmişti. Bu hizmet çok masumdu ve hedefi
de gençleri komünizm ve anarşizmden koparmaktı… Ben kaldığımda Avcılarda
kalıyordum. İlk sene kapasitemiz azdı. Avcılar’da 50-60 kişi vardı. Diğer iki
kampta ise 70-80 kişi bulunuyordu. İkinci ve üçüncü senelerde Avcılar’ın
kapasitesi daha da arttırıldı ve ortalama bu kampa 80-100 arasında insan
katılabiliyordu. Peki, bu gücü nereden alabildi. Tutuklu olmasına rağmen, kamp
eğitimlerini nasıl örgütledi. Kendi deyimiyle çevresinde çok az kişi kalmasına
rağmen, bunu başarması yine devlet destekli bir politikadır. Kamuoyu genelde Türkeş tarafından organize edilen
‘kampları bilir. Gülen’in organize ettiği ve MİT, Ordu ve Hükümet tarafından
desteklenen kamplar genelde kamuoyundan gizlendi. MİT ve CIA desteğinde,
komünizme karşı mücadeleyi öncelikli görevleri arasında gören Gülen,
Türkiye’nin hemen her yerinde örgütlenir. Özel görevi bilinmediğinden dolayı
bazen tutuklansa da, Ankara’daki üst düzey dostları vasıtasıyla her defasında
‘paçayı’ kurtarır, dahası. Gülen’in kısa sürelerle cezaevine konulmasının, onu
meşrulaştırma ve etki gücünü arttırmanın bir aracı olarak kullanıldığı
anlaşılıyor.
Kendisini Hz. Hamza olarak görüyor
Gülen’in bir başka özelliği de muska yapmaktır. “Ben
merdivenden çıkarken, bacımız trans halinde imiş. Cinler ona ‘hoca geliyor,
fakat biz onun hakkında da geliriz’ diyorlarmış. Kapıyı çaldım. Arkadaşım beni
karşısında görünce şaşırdı. Tabii ki, onun böyle şaşırmasının sebebini ben daha
sonra anlayacaktım… ‘Bu dua mecmuasını bacımız üzerinde taşısın, mutlaka
faydası olur, cinler yayına sokulamazlar’ dedim… Sonra trans halindeki bacımız,
‘nasıl, Hz. Hamza geldi diye kaçıyorsunuz değil mi?’ diye bağırmaya başlamış.
Gülen’ın insanların psikolojik sorunlarını muskalarla çözmesi bir yana,
anlattığı uyduruk hikâyeden görüleceği gibi müthiş bir egoizmi ve kendini
beğenmişlik duygusu var. Trans halindeki kadın, Gülen’i Hz. Hamza ile eş değer
görüyor. Vaaz sırasında hıçkırarak ağlaması, kendisini sıradan zavallı
göstermesinin arka planında büyük bir beğenmişlik, bencillik vardır. Dikkat
edilirse yaşamına ait anlattığı bütün anılarında, kendisini sürekli Hz. Ömer,
Hz. Hamza, Hz. Ali gibi İslam büyükleriyle kıyaslar, onlarla eş değer görür.
Tüccarlarla özel ilişkisi var
Gülen bütün yaşamı boyunca ticaretle, parayla çok iç içe
olmuştur. Ailesinin zenginliğini bir yana bırakırsak, gittiği bölgelerde devlet
yöneticileriyle bağlar kurarken, aynı zamanda tüccarlarıyla, zengin eşrafıyla
da yakın bağlar kurar. Yaptığı örgütlemede onları özel olarak değerlendirir.
Özellikle anti-komünist mücadele stratejisine bağlı olarak kurdukları kampların
bütün masraflarını bölgenin zenginlerine ödettirir. Bu bakımdan İzmir’de,
Kestane pazarını kendisine mesken seçmesi de bilinçli bir tercihidir. Burası
aynı zamanda ekonomik bir merkezdir. Tüccarların ve işadamların yoğun olduğu
Kestanepazarı, Gülen’in ilişkilerinde önemli bir yer tutar. Örneğin Kamp kurmak
için Ankara’da topladığı 3 bin liralık bonoyu, Kestanepazarında paraya çevirir.
Askeri darbeleri destekleyen Gülen
Ordu ile stratejik bir ittifak içinde olan Gülen, hem 12
Mart 1971, hem de 12 Eylül 1980 askeri darbesini çok aktif bir tarzda
destekledi.
Örneğin, 12 Mart 1971 askeri darbesini desteklemek için
vermiş olduğu bir vaaz da, Deniz Gezmiş, Yusuf Aslan ve Hüseyin İnan için dini
merasim yapılmasını dahi eleştirmektedir: “Deniz Gezmiş’ler, ömürleri boyunca
dine, Allah’a, mukaddesata küfrediyor, sonra da devlete baş kaldırınca
öldürülüyor. Ama sonra da dini merasimle gömülüyor. Bu ne perhiz, ne lahana
turşusu? 1971 Askeri darbesinde aranır durumda görünmesine rağmen askeri
darbeyi çok açık destekler ve generallerin ‘süngüleri’ çekmek zorunda kaldığını
söyler.
Haziran 1980’de yani askeri darbeden yaklaşık olarak 3 ay
önce, İzmir’de camide verdiği vaazda, darbe çağrısı yapar: “İstihbarat duysun,
emniyet duysun, askeriye duysun, başbakan duysun, riyaset-i cumhuriyet duysun.
Polise, askere kurşun sıkan bu hainlere mahkemelerde gereken ceza verilmezse ne
devlet kalır, ne millet… Bu nasıl iştir!.. Türkiye’de devlet ve hükümet yok mu?
Ne oldu askere? Polisler Nerede? Marks’ın bayrağı altında mitingler yapıyorlar
ve bunlara müdahale eden çıkmıyor! Aslında bunlar askeri de karşılarına
almışlardır.
12 Eylül 1980 darbesinden sonra yine bir camii vaazında
yapmış olduğu ve daha sonra ‘Sızıntı’ dergisinde yayınlanan konuşmasında
şunları söyler: Her milletin tarihinde asker bir tepe varlıktır (…) bir de
anadan doğma asker-millet vardır. o, asker doğar, askerlik türkülerinden
ninniler dinler ve asker olarak ölür. Âşıktır askerliğe, serhad boylarına,
akına ve kavgaya (…) onun süngüsü, yüz defa iniltimizi dindirdi ve ateşimize su
serpti. Yakın tarihimizde dahi kaç defa onda mazinin tebessüm eden çehresini ve
yıldırımlaşan celadetini gördük… Eğer, atik davranıp da yıllardan beri
hazırlanan karanlık emellerin önüne geçmeseydi, bütün bir millet olarak inkisar
içinde ağlamadan başka çaremiz kalmayacaktı. Tuğa selam, sancağa selam ve ölçülerimiz
içinde onu tutan yüce başa binlerce selam… Düşmanı kıskıvrak yakalama ve bir
zaferdir. içtimai bünyenin, harici bir kısım eraciften temizlenme, arındırılma
ve aslına irca zaferi (…) ümidimizin tükendiği yerde, hızır gibi imdadımıza
yetişen Mehmetçiğe, istihalerin son kertesine varabilmesi dileğimizi arz
ediyoruz.
12 Eylül 1980 askeri darbesinden sonra, afişlerle aranan
Gülen, İzmir’de camilerde darbeyi desteklemek için vaazlar verir. Dönemin Milli
Güvenlik Konseyi Sekreteri Haydar Saltık’ın koruması altında, faşist darbeyi
desteklemek için görevini sürdürmüştür.
Gülen’in stratejisi devleti içten ele geçirmek
Gülen Cemaati’nin uzun yıllara dayanan örgütlenme
stratejisinin özü devleti içerde ele geçirecek kadroların yetiştirilmesidir.
14 Aralık Operasyon’unda Zaman gazetesi ve Çağlayan Adliyesi’nin önüne giderek
Cemaatin gösterdiği reaksiyonu yakından izledim. Gülen, diğer Cemaatlerin
yaptığı gibi mahallelerde, camiilerde, sokaklarda örgütlenmekten çok devlet
kurumlarında örgütlenecek elit kadrolara önem verdiği anlaşılıyor. Cemaatin
seçimlerde istenilen düzeyde başarılı olmamasının temel nedeni, geçmişten beri
izlemiş olduğu örgütlenme stratejisiyle ilişkilidir. Toplumun alt
katmanlarından örgütlenmeyi ön planda tutmadı. Bütün dikkatini devletin hücrelerine
kadar örgütlenecek olan kadroların eğitilmesine/yetiştirilmesine verdi. Bu
çalışmada oldukça başarılı oldu.
Gülen hareketinin izlediği politika’da devlet ve devleti
içten ele geçirme esaslı bir durumu teşkil eder. Gülen’in yıllar önce
söyledikleri, bugünkü durumu özetler niteliktedir: “Adliyede, Mülkiyede veya
başka bir hayati müessesede bizim arkadaşlarımızın mevcudiyeti, öyle ferdi
mecburiyetler şeklinde ele alınıp öyle değerlendirilmemelidir. Yani bunlar
gelecek adına bizim ünitelerde bizim garantilerimizdir. İstikbale yürümek için,
sistemin püf noktalarını keşfedin. Hatta bu sistem devam ediyor. Bu sistem
içerisinde arkadaşlarımız istikbale yürüyeceklerdir. Öyleyse o sistemin püf
noktalarını bilmemiz lazım. Aşmaları lazım. Bu da meselenin diğer bir yanıdır.
Kuvvet dengesi olmadığı bir yerde kuvvete başvurmayacaksınız. Teknik-taktik
yerinde sizin kalbiniz önemli… İster mülkiyede çalışan arkadaşlarımız olsun,
ister Adliyede çalışan arkadaşlarımız olsun herkes için söz konusudur bu.
Sivrilmeden, mevcudiyetinizi hissettirmeden çok ilerilere gitme. Erken vuruş
diyeceğim çıkışlar yapılırsa, dünya Cezayir’deki gibi başlarını ezer. Zayiata
meydan verilmemeli. Bu açıdan ister o daireden ister diğer daireden
arkadaşlarımızın korunması çok önemlidir.
Fakat ben kuvvet dengesi olmadığı için şahsen o yol yerine,
böyle kendi düşüncemi yayma, kendi düşünce sistemim adına varlığı, her tarafı
fethetme, ele geçirme yolunu şahsen tercih ederim, Hususiyetle öyle devlet
memuru olarak arkadaşlarımız kahramanlık yapmazlar, fuzuli kahramanlık olur.
Gereği yoktur o tür şeylerin… Başka kuvvetler var bu ülkede. Değişik kuvvetleri
hesap ederek, böyle dengeli, dikkatli, tedbirli temkinli yürütmekte yarar var
ki geriye adım atmayalım…. Anayasal müesseslerdeki kuvveti cephenize çekmeden
her adım erken. Kirama ereceğiniz ana kadar dünyayı sırtınıza alıp,
taşıyabilecek güce ulaşacak ana kadar, o kuvveti temsil edeceğiniz şeyler
elinizden olacağı ana kadar, Türkiye’deki devlet yapısı ölçüsüne göre bütün
anayasal müesseslerdeki kuvveti cephenize çekeceğiniz ana kadar her adım erken
sayılır… İslamcı hareketin devlet
içerisinde örgütlenerek iktidarı ele geçirme stratejisinin en iyi
uygulayıcılarından Gülen, Erdoğan ile girdiği iktidar mücadelesinde tahmin
edilenden daha güçlü bir konumda bulunuyor.
Gülen Cemaati’nin örgütlenmesini öncelikli olarak
tamamladığı alanlar:
• Polis/Emniyet
Genel Müdürlüğü
• Adalet
Bakanlığı
• Milli
Eğitim Bakanlığı
• Maliye ve
Ekonomi Bakanlığı
• Ordu/Genel
Kurmay Başkanlığı
Ayrıca Sağlık, Ulaştırma, Bayındırlık, Tarım ve Kültür
Bakanlıklarına ait bütün genel müdürlüklerin, bölge ve il müdürlüklerinin çok
önemli bir kısmına Gülen cemaatine yakın isimler atandı. Bu atamaların tamamı
Erdoğan’ın bilgisi ve onayı ile gerçekleştirildi. Daha önce ‘Gülen’in Emniyetteki
Polisleri’ isimle makalemde yaklaşık olarak 54 emniyet amirinin isimlerini
yazmıştım. 985-1987 yılları arasında Gülen tarafından özel olarak eğitilen 60
kişilik bir grubun polis akademesine, yaklaşık 50 kişilik bir grubun da Harp
Akademileri Okuluna girmesi sağlandı. Emniyet Müdürlüğü’ndeki isimlerin bir
kısmı deşifre edilmesine rağmen önemli bir kısmı görevde bulunuyor. Ordudaki
ekip ise ‘uyuyan hücreler’ olarak varlıklarını olduğu gibi koruyorlar. Bunların
önemli bir kısmının kurbay albay, tuğgeneral veya tümgeneral rütbesine
oldukları tahmin ediliyor.
Cemaat devlet içerisindeki kurumsal yapısını tamamlamak için
önceliği AKP ile ittifaka verdi. Böylelikle Kemalist generalleri önemli oranda
tasfiye etti. AKP’ye her dediğini yaptıran Gülen Cemaati, uluslar arası
dengeleri de gözeterek Erdoğan’ın tasfiye edilmesini öncelikli olarak önplana
çıkarttı. “Kuvvet dengesi olmadığı bir yerde kuvvete başvurmayacaksınız yerine
bu kez ‘ kuvvet dengesinin değiştirilmesi noktasına gelindiğine karar verildi.
“Sivrilmeden, mevcudiyetinizi hissettirmeden çok ilerilere gitme sürecinin
tamamlanarak devlet içerisinde güç dengelerinin esasen kendi lehine
dönüştüğünden emin olarak, bu kez İslamcı güçler arasındaki ‘ikili iktidar’
yerine bütünüyle cemaate endeksli ‘tek merkezli iktidar’ planı uygulanmaya
konuldu. Yıllarca birlikte çalıştıkları Erdoğan ve AKP’yi çok yakın takibe
alarak bütün zaaflarını tespit edip saldırdı. AKP kadrolarının özellikle rüşvet
ve yolsuzlarını kontrol altına alarak baştılan operasyon, Erdoğan ve ekibinin
tasfiyesine veya etkisizleştirilmesine yönelik bir hamle olarak ön plana
çıktı. Bu bakımdan Erdoğan ile Gülen
arasındaki iktidar savaşı kesintisizce devam edecek. Erdoğan bütün
olanaklarıyla Cemaate saldırıp, iktidar içerisindeki gücünü kırmaya yönelmiş
bulunsa da, Cemaat’ı ciddi oranda geriletemedi. Tersine Erdoğan’ın etrafını
kuşatan ve yönlendiren ekibin içerisinde halen Gülen’in talimatıyla hareket
edenler var.
Gülen’in istihbarat örgütleriyle olan ilişkisi kamuoyuna
açıklanmalı
Gülen’in yaşamı tahmin edildiğinden çok daha karmaşık ve
karanlıktır. Kozmik odalarda gizlenen Gülen’e ait çok sayıda ve son derece
önemli olan bilgiler ve belgeler vardır. Örneğin Gülen’in CİA ile çalıştığına
dair ciddi iddialar bulunuyor.1970’lı yıllarda Gülen’in adına açılan özel banka
hesapları var mıdır? CİA veya benzeri bir ABD kurumundan düzenli olarak para
aktarıldı mı? 1965’lerden bu yana Gülen’i Genelkurmayda özel olarak koruyan
generaller oldu mu? Gülen, Amerika’da süresiz oturum almak için hazırlattığı dosyada
ne tür çok özel bilgiler bulunuyor.
Bütün bunların açığa çıkartılmadan küresel güçlerin desteğiyle büyüyen
Gülen ve cemaatini deşifre etmek oldukça zordur.
Gülen cemaatiyle çatışmalı olan ve fiilen iktidar savaşına
tutuşan AKP hükümetinin Gülen’in geçmiş yıllarını deşifre etmeye gücü
yetmez. Devletin başında bulunan
Erdoğan’ın ve yakın arkadaşım dediği MİT Müsteşarı Hakan Fidan’ın da gücü
yetmez. Devlet adına yapılmış onlarca provokasyonun ve katliamın birçoğunun izi
Gülen’in kapısına çıkar. Geçmiş yıllara ait arşivleri açabilirler ama açmaya
hiçbir şekilde cesaret edemezler. Özel Harp Dairesi ve Genelkurmay Başkanlığı
İstihbar Dairesi ile olan derin ilişkilerinin bütün belgeleri, CİA ile olan
özel bağlantıları, yer aldığı provokasyonların tamamı MİT’in dosyalarındadır.
İktidar olduğunu söyleyen İslamcı hükümet, hiçbir şeyin karanlıkta kalmasını
istemiyorsa, öncelikle açması gereken Gülen dosyasıdır.
Bu dosyalar açıldığında bu kez, ‘ne istedinde vermedik’
diyen cumhurbaşkanına çok özel sorular gelecektir. Bu bakımdan AKP ile Cemaat
arasındaki savaşın sınırları her iki taraf için de devletin ‘derin’ sınırlarına
dayanıp durur.
NOT: Bu yazı Haziran 2010 tarihinden kaleme alınmıştı. AKP-Cemaat ittifakında Gülen’in ‘bilinmeyen’
özelliklerine dikkat çekmiştim. Mevcut politik gelişmeler AKP-Cemaat
çatışmasında Gülen’in elde ettiği gücün arka planını yeniden sorgulamamıza yol
açtı. Bu nedenle yazıyı bugünkü gelişmeler çerçevesinde günceleyerek
yayınlıyorum.
Dr. Mustafa PEKÖZ
Kürdistan Stratejik Araştırmalar Merkezi
www.navendalekolin.com – www.lekolin.org – www.lekolin.net –
www.lekolin.info