10 Ocak 2017 Salı Saat 14:25
Güney Afrikalı ünlü gazeteci Justice Malala 2015 yılında
yayımladığı kitabına şu sözlerle başlıyordu: “Çok kızgınım! Çok öfkeliyim.
Çünkü bunun bizde de olabileceğini hiç düşünmemiştim. Ve devam ediyordu. “Ne
olursa olsun, biz Mandela’nın çocuklarıyız. İşler buraya nasıl geldi? Malala
bu şekilde yakınan entelektüel, gazeteci, yazar, akademisyen yahut
siyasetçilerden sadece biri. Aslında son zamanlarda Güney Afrika’da herhangi
bir kitapçıya girdiğinizde en çok satanlar listelerinde sizi ‘Güney Afrika
nasıl kurtulur?’ reçeteleri karşılıyor. Nedensellik ve sonuç ilişkilerini her
yazar/yorumcu kendisine göre kursa da, hepsi ortak bir noktada buluşuyor: Yirmi
yıllık bir demokrasi deneyiminden sonra, Güney Afrika yokuş aşağı yuvarlanmaya
başladı bile.
Oysa bugünden sadece on beş-yirmi yıl önce bütün dünya Güney
Afrika’ya övgüler diziyordu. Apartayd Rejimi’ni dize getirmiş olan özgürlük
hareketi Afrika Ulusal Kongresi (ANC), diğer demokratik bileşenlerle iktidara
gelmeyi başarmış, dünyanın diğer yanındaki ezilenlere mücadele dersi
vermişlerdi. Mandela’nın karizmatik kişiliği etrafında ve liderlik şemsiyesi
altında Güney Afrika yeniden doğmuştu. Uluslararası etkilerinin yanı sıra, en
çok da diğer Afrika ülkeleri için bir umut olmuş, imrenilerek bakılan bir ülke
haline gelmişti. Şimdi ise, Jacob Zuma’nın önderliği altında, hem
yolsuzluklarla boğuşan hem de öğrenci protestoları nedeniyle eğitim/öğretim
sistemi kimi şehirlerde sekteye uğramış bir ülke haline geldi. Bugün Güney
Afrika’yı ziyaret ettiğinizde gördüğünüz manzara karşısında acaba Apartayd gerçekten
bitti mi diye sorabilirsiniz kendinize. Siyahlar ve beyazlar arasındaki
görünmez sınırlar hâlâ baki ve giderek derinleşen eşitsizlik toplumun belli
kesiminde ciddi bir hareketlenmeye neden oluyor. Bunun yanı sıra, genel kanı,
Mandela’nın uzlaştırıcı etkisinin yavaş yavaş kaybolduğu ve yirmi yıl önceki
barış sürecinde halının altına süpürdüğü veya görmezden geldiği sorunların
yavaş yavaş, belki daha da büyümüş şekilde, su yüzüne çıktığı. Gazeteci Alec
Russel’ın da belirttiği gibi, Afrika Ulusal Kongresi artık bir özgürlük
hareketi olmaktan çıktı ve tipik bir iktidar partisi gibi davranmaya başladı.
Birçoklarının aklından geçip de dillendiremediğini Russel açıkça söylüyor:
Güney Afrika ikinci varoluş mücadelesine hazırlanıyor.
Güney Afrika Modeli
Güney Afrika’daki barış süreci, özellikle, ırkçılığın en
vahşi haline bile karşı mücadele edip bundan demokratik ve uzlaşmacı bir akıl
doğurulabileceğini göstermesiyle, anlaşmazlık çözümü ve barış süreçleri
çalışmalarında başvurulan en önemli örneklerden biri oldu. Sonrasında, tüm
dünyaya karizmatik bir liderin barış süreci ve sonrasında ne kadar önemli bir
rol oynayabileceğini gösterdi. İntikam ve hatta adalet isteğinin, bütün bir
ülkenin geleceği için geri plana itilebileceğini ve yeniden başlamak için bazen
affetmenin her şeyden daha çok gerekli olduğunu ortaya çıkardı. Örneğin hakikat
komisyonları gibi yapılanmalar derslerde okuttuğumuzda hâlâ öğrencilerin en çok
ilgisini çeken konulardan biri. Güney Afrika, “barış , “adalet veyahut
“eşitlik gibi, herkesin tanımını bildiğini varsaydığımız kavramları bile
saatlerce tartışabildiğimiz bir malzeme sunuyor bize.
De Klerk’in seçilmesi ve daha sonra Mandela’nın serbest
bırakılmasıyla başlayan demokratikleşme sürecinde aslında hâlâ anlatılmayan ya
da tam anlaşılamamış müzakere hikâyeleri var. Özellikle İngiltere’de
gerçekleştirilen gizli görüşmelerle ilgili kitaplar yazılıp filmler çekilse de,
iki tarafın nasıl uzlaşmaya vardığı çok bilinmeyenli bir denklem olmaya devam
ediyor. Örneğin Allister Sparks’ın Tomorrow is Another Country kitabı
müzakerelere giden süreci çok iyi anlatıyor. Ya da Robert Harvey’in Apartayd
Rejimi’nin düşüşü üzerine yazdığı kitabın uyarlaması olan İngiliz yapımı
Endgame filmi çok ilginç detaylar içeriyor. Oysa, Güney Afrika’da yaptığım alan
çalışmasından anladığım bir şey var: Bazı şeyler devlet sırrı, bazılarıysa
adının anılmasını istemeyen kişilerin torunlarına anlattığı hikâyelerde saklı.
O zamanların istihbarat şefi Neil Barnard’ın kendi kitabında bile söylenmeyen
sözler var.
Öncelikle şunu belirtmek gerekiyor: Mandela olmasaydı barış
sürecinin nasıl olabileceğini tahayyül edebilecek çok az insan var. Elbette
uluslararası siyasi ortam hem ANC’yi hem de iktidar partisini kaçınılmaz bir
şekilde görüşmelere zorlamıştı. Küba’nın desteği karşısında Güney Afrika’nın
Angola’da etkisini kaybetmesi, Namibia’nın özgürlüğünü kazanması, Soğuk
Savaş’ın sona eriyor olması, Mandela’nın serbest bırakılması için dünyanın her
tarafından gelen baskılar ve elbette ki yaptırımlar. Bütün bunlara bakınca, her
iki tarafın da müzakere etmeye kısa vadede zaten mecbur kalacağını
söyleyebiliriz. Lakin, Mandela gibi bir liderin kanatları altında yapılan barış
görüşmeleri belki de Güney Afrika’nın Rodezya’ya benzer bir yola girmesini
engelledi. Cape Town ve Johannesburg’daki alan çalışmam sırasında Mandela ile
birebir çalışmış kişilerle görüştüm. Hem anayasanın hazırlanması esnasında
çalışmış olan komisyon üyeleriyle hem de Mandela’nın gençlik döneminde siyasi
çalışmalarında ona yoldaşlık etmiş kişilerle mülakatlar yaptım. Bu görüşmeler
sonucunda, Mandela’nın John Carlin’in kitaplarında bahsedilen o romantize
edilmiş, büyüleyici ve karizmatik liderden farklı olmadığını anladım. Yalnız
sıklıkla duyduğum ve aslında duymayı beklemediğim şeyler de vardı.
Örneğin, müzakerelerde aktif görev almış bir akademisyen
şöyle diyordu: Liderlik önemli ama etkisi bir yere kadar. Mandela umut
sembolleri yarattı ve bu sembolleri müzakereler sonrasında gerçek umutlara
dönüştürdü. O bütün bir ulusu buna inandırabilecek bir adamdı. Kendi rolünü oynadı.
Ama bu umutları yeterince kurumsallaştıramadı. Mandela sonrası dönemde ise bu
kurumsallaşamamanın etkileri kendisini göstermeye başladı. Başka bir görüş ise,
Mandela’nın müzakereler sırasında barışı ön plana alıp adaleti ikinci plana
itmesinin uzun vadede problemlere yol açtığıydı. Araştırmalarım gösteriyor ki,
özellikle yeni kuşak siyahlar kendilerini kandırılmış hissediyor. Müzakerelerin
sonunda siyahların sadece siyasi haklarını geri almakta başarılı olabildiği,
buna karşılık ekonomik ve sosyal adaletin sağlanamadığı düşünülüyor.
Mülakatçılarımdan biri o zamanlar Mandela’nın bir devlet adamı olarak en doğru
kararı verdiğini, örneğin toprak reformu gibi bir maddenin tartışılmasının bile
De Klerk hükümetine geri adım attıracağını söylüyor. İşte o günlerde yeterince
tartışılmayan, sorun çıkarmaması için göz ardı edilen konular bugün Güney
Afrika’da birer birer su yüzüne çıkıyor.
Protestolar, Yolsuzluk ve Giderek Büyüyen Irkçılık
Güney Afrika’ya ilk ziyaretimde Stellenbosch
Üniversitesi’ndeki protestolar karşılamıştı beni. Tam bir yıl sonra yeniden üç
aylığına yaptığım araştırma ziyaretinde yine aynı şeyi gördüm.[i] Sanki aradan
bir yıl geçmemişti. Öğrenciler dersleri boykot ediyor, üniversiteye ait kamu
araçlarını yakıyor, kampüste bulunan ve aparthayd yadigârı “beyaz adam
heykellerine ANC’nın Winnie Mandela etkisindeyken uyguladığı yöntem olan
necklacing yapılıyor, yani bir tekerlek cezalandırılacak kişinin boynuna
geçiriliyor ve yakılıyor öğrenciler hem yeni hem de ANC’nin kuruluş yıllarına
dair sloganlarla yeri göğü inletiyordu. Kwazulu-Natal ve diğer bölgelerde
üniversite kütüphaneleri ateşe verilmişti ve molotofkokteyli ile yapılan
saldırılarda üniversitelerin diğer binalarında yangın çıkmıştı. Bu yüzden
araştırma görevlisi olduğum Stellenbosch Üniversitesi’nde hiçbir binaya polis
veya özel güvenlik kontrolünden geçmeden giremiyorduk. Kütüphanenin çevresi ise
dikenli tellerle kapatılmıştı. Johannesburg Üniversitesi’nde yapacağım konuşma
ise can güvenliğimi sağlayamayacakları nedeniyle iptal edilmişti. Elbette
öğrenci protestolarına hükümet polis şiddetiyle karşılık veriyordu. Çıkan
arbedede birçok öğrenci yaralanmış, hatta plastik mermiyle vurulmuştu.
Peki neden şiddet içeren öğrenci protestoları tüm ülkeyi
kaplamıştı? Aparthayd’ın sona ermesinden beri gelmiş geçmiş en büyük öğrenci
protestolarına şahit oluyordum. Bir yıldan uzun bir sürede, protestoların
maliyeti 40-50 milyon doları bulmuştu ve de yükseköğretim bazı üniversitelerde
tamamen felç olmuştu. İlk protesto dalgası 2015 yılında üniversite harçlarının
artışına tepki olarak doğmuştu. #FeesMustFall adıyla başlayan protesto
etkinlikleri çığ gibi büyüdü. Sebep harçlardaki artış gibi görünse de asıl
neden ekonomik eşitsizliklerin günbegün daha da çekilmez hale gelmesiydi.
Aparthayd’ı yaşamamış koca bir kuşak şimdiki haline bakıyor ve çoğunluk olduğu
bir ülkede, bir özgürlük mücadelesi sonucunda kazanılmış haklarını yeterli
bulmuyordu. Sınıfsal olarak “ezilen halk olmanın ötesine geçilememişti.
Zuma’nın geçici bir çözüm olarak önerdiği zam artışını durdurma konusu 2017
için yeniden gündeme geldi ve zam yapılması kararlaştırıldı. Öğrenciler
harçların tamamen kalkmasını ve sınıflar arasındaki eşitsizliklerin yeniden
üretilmemesini talep ediyor. Ama aynı zamanda üniversite yönetimleri de harçlar
olmadan üniversitelerin devletten aldıkları yardımların asla eğitim-öğretimi
devam ettirmelerine yetmeyeceğini söylüyor.
Tahmin edilebileceği gibi protestolar kısa zamanda yeni
kuşağın Afrika Ulusal Kongresi’nden (ANC) memnuniyetsizliklerinin bir nevi
dışavurumu oldu. 1994’ten beri süregelen eşitsizlik, işsizlik ve yolsuzlukla
mücadelede pasif kalınması protesto edilen konuların başında geliyor. Mandela
sonrası dönemde yeni bir siyahi burjuva kesimi oluştu ve toplumun geniş
kitleleri yine sınıfsal olarak dezavantajlı konumda bırakıldı. Moeletsi Mbeki
ve Nobantu Mbeki’nin de Sosyal Değişim için bir Manifesto: Güney Afrika Nasıl
Kurtulur? isimli kitaplarında belirtikleri gibi, “Artık Güney Afrika’da siyah
kardeşlerinin sefaletinden yine siyah kardeşleri sorumlu. Siyahlar arasında da
giderek büyüyen bir eşitsizlik söz konusu. Güney Afrika bugün 168 dünya ülkesi
arasında yolsuzluk listelerinde üst sıralarda yer alıyor. İşte bu yüzden
yazarlar şöyle diyor: Afrika Ulusal Kongresi şu anda kendisine oy veren halkla
bir çatışma içerisinde. Ve benim çalışmalarım gösteriyor ki bu çatışma giderek
daha radikal partilere desteği artırıyor, örneğin Ekonomik Özgürlük Savaşçıları
(Economic Freedom Fighters –EFF) gibi.
Daha önce ANC’nin silahlı mücadelesinde bulunmuş, daha sonra
da anayasa komisyonunda yer almış bir görüşmecinin bana söylediğine göre yeni
kuşak, Mandela ve diğer müzakerecilerin konsensüsü bozmamak için siyahların
haklarından çok tavizler verdiklerini ve yeni bir mücadelenin gerekli olduğunu
savunuyor. “Öğrenciler ANC’nin savaş zamanında bile kullanmadığı taktikleri
kullanıyor, diyor. Aslında özgürlük mücadelesine biraz özlem var, biraz da hem
yönetimdekilerle hem de “beyazlarla bir türlü üstesinden gelemedikleri
problemleri var. Daha önce Komünist Parti üyesi olan ve Aparthayd öncesi
silahlı mücadele içerisinde yer almış, şu anda da bir üniversitede profesör
olan bir görüşmeci ise, öğrencileri haklı bulduğunu söylüyor: “Bir çeşit ruh
hali içindeler, 70’lerdeki gibi… Ama ne istediklerini tam olarak ifade
edemiyorlar. Daha fazla şiddet kullanmaları da mümkün…
Başka bir genel kanı ise öğrencilerin çoğunun EFF ile
bağlantılı olduğu. 2013’te ANC’den ihraç edilen ve eskiden ANC’nin gençlik
kolları sorumlusu Julius Malema tarafından kurulan bu parti giderek daha çok
güçleniyor. Eskiden rejim karşıtı sol hareketlerin içerisinde yer almış
“beyazlar bile, Malema’ya ırkçı söylemleri olmasa oy verebileceklerini
belirttiler. Malema, Marksizm ile Fanoncu bir yaklaşımı harmanlıyor ve
meclisteki diğer partilerin kapitalist düzene ayak uydurduğunu, bunu yaparken
de siyahların haklarını ayaklar altına aldığını savunuyor. Elbette, eskilerin
özgürlük hareketi, şimdiki zamanların ise iktidar partisi ANC eleştiri
oklarının en çok isabet ettiği parti. İşçi hakları, Güney Afrika’daki maden endüstrisinin
halkın fakirleşmesine katkıları, özel mülkiyetin eşitsizlik ve adaletsizliği
gibi konular seçim konuşmalarında öne çıkıyor. Çoğu zaman Malema’nın
açıklamaları propaganda niteliği taşısa da, birçokları için karşı-ırkçılık
içeren ifadelerle dolu. Afişlerinde sık sık “Beyazlar! Balayı bitti , “Bir
devrimci nefretle motive olan soğuk bir öldürme makinasına dönüşmelidir , “Biz
iç savaşa hazırız , “Çiftçiyi öldür, toprağı al! , “Beyazlar! Sizin için
geliyoruz! gibi sloganlar kullanılıyor. Şu anda aldıkları destek %10’un
altında gibi görünse de, yerel seçimlerinde çok ciddi başarılar elde ettiler.
Bu da Güney Afrika’da ANC için dengelerin değişebileceğine işaret.
Bütün bunlar yaşanırken, ülkede %9 oranında olan “beyazlar
ise yavaş yavaş ülkeyi terk etme planları yapıyor. Özellikle Aparthayd sonrası
kuşak kendilerini “beyazlara ayrım yapılan bir ülkede hissettiklerini
söylüyor. Örneğin, görüştüğüm genç bir doktora öğrencisi, “Ülkemi seviyorum ama
burada kalamam, doğacak çocuklarıma bunu yapamam, diyordu. Birçok beyaz genç,
çok iyi eğitim almış olmalarına rağmen iş bulmakta çok zorlandıklarını
söylüyor. İngiltere, Avustralya, Amerika ve diğer Avrupa ülkelerine kısa ve
uzun süreli göçler oluyor. Görüştüğüm bir iş kadını şöyle söyledi: “Her şeyimi
sattım. Bir bavula sığarak ertesi gün kaçabilecek gibi yaşıyorum… Rodezya’da ne
oldu hepimiz biliyoruz. Her ne kadar bu hislerin paranoya olabileceğini
düşünsem de, böyle düşüncelerin Aparthayd’ın düşüşünden yirmi yıl sonra hâlâ
dolaşımda olmasını ilginç buluyorum. Ne olursa olsun Güney Afrika’da hâlâ
yürürlükte olan ve neredeyse kusursuz hazırlanmış bir anayasa ve de kamu
düzenini demokratik prensipler ışığında sağlamaya çalışan birçok kurum var
(örneğin Public Protector). Güney Afrika buhranlı bir dönemden geçiyor ve
şiddetli çatışmalar eşliğinde fakat şiddetsiz bir şekilde düzlüğe çıkacak.
Geçtiğimiz ay, üniversitelerin yaz tatiline girmesiyle
beraber başka konular gündemi meşgul etti. Bunlardan biri Malema’nın “Beyazları
şimdilik öldürmeyeceğiz, açıklamasıydı. Bir diğeri ise Zuma hakkındaki
yolsuzluk raporu. Public Protector (Kamu Denetçisi) tarafından hazırlanan
“devletin ele geçirilmesi raporu, Zuma’nın ve iyi ilişkide olduğu Hint kökenli
Gupta ailesinin Güney Afrika’daki gelir kaynaklarının çok büyük bir kısmına
sahip veya hakim olduğunu gösteriyor. Rapor, aynı zamanda, Zuma’nın devletin
kaynaklarını kendi çıkarları için kullandığını da iddia ediyor. Zuma’yı anlamak
için belki de okunması gereken ilk kitap R W Johnson’un How Long Will South
Africa Survive kitabı. Geldiği yerden hep daha fazlasını isteyen, ANC’de bile
parti başkanı seçilmesinin yarattığı etkiler henüz geçmemişken bu kadar
yükselmesinin arka planı anlamaya değer. Zuma bu raporun mahkeme kararıyla su
yüzüne çıkmasını engellemeye çalıştı ama başarılı olamadı. Bu açıklamalardan
sonra Güney Afrika’yı zor bir demokrasi sınavı bekliyor. Economist dergisine
göre bu rapor Zuma’nın düşüşünü başlattı.
Zuma zaten daha önce defalarca başka suçlamalarla da gündeme
gelmişti. Örneğin, bir kadın Zuma tarafından tacize uğradığını kamuoyuyla
paylaşmış ve 2000’li yılların ilk yarısında bu konu ziyadesiyle tartışılmıştı.
Gazete başlıklarını fazlasıyla işgal eden -ve aslında suçlayan kişiden çok Zuma
üzerine odaklanan- bir mahkeme sürecinin ardından da suçsuz bulunmuştu. Ne
tesadüftür ki bu suçlamaları yapan kişi daha sonra Avrupa’da sığınma hakkına
başvurmuştu. Akademisyen Pumla Dineo Gqola’nin Tecavüz: Bir Güney Afrika Kâbusu
kitabi hem Zuma davasını hem de genel olarak Güney Afrika’nın en büyük
problemlerinden biri olan tecavüz gibi konular için çok aydınlatıcı bir kaynak.
Pumla, tecavüzün Güney Afrika toplumunda nasıl “kabul edilebilir hale
getirildiğini, cezasızlık neticesinde birçok kadının polise şikâyette bile
bulunmadığını ve Zuma davasının bütün bunlar üzerinde nasıl bir etkisi olduğunu
anlatıyor. Bu dava hem toplumun tecavüz gibi konulara genel yaklaşımını ortaya
koydu hem de sorunun ne kadar derinlerde aranması gerektiğini gösterdi.
Zuma’nın böyle bir skandaldan sonra bile yerinde kalarak konumunu güçlendirmesi
ise ayrı bir tartışma konusu. Son olarak şu söylenebilir: Aradan on yıl
geçmesine rağmen bu konuda bir gelişme söz konusu değil. Yılda kırk binden
fazla tecavüz vakası istatistiklere geçiyor, rapor edilmeyen vakalar olduğunu
da tahmin etmek güç değil. Bir zamanların en önde gelen özgürlük
hareketlerinden birinin lideri hem cinsiyetçilik hem de yolsuzluk sembolü
olarak Güney Afrika’yı uluslararası manşetlere taşıyor.
Yine Moeletsi Mbeki ve Nobantu Mbeki’nin kitabından bir
alıntıyla bitireyim: “Aparthayd döneminde kazanan ve kaybedenler belliydi.
Post-aparthayd döneminde ise kazanan ve kaybeden kavramları tartışmaya açıldı.
Yazarların araştırması gösteriyor ki, ekonomik ve sınıfsal perspektiften
baktığımızda her iki dönemin de kaybedenleri arasında çok büyük bir örtüşme
var. İşte bütün mesele de burada.
Kaynaklar
John Carlin (2013). Knowing Mandela. Atlantic Books.
Moeletsi Mbeki and Nobantu Mbeki (2016). A Manifesto for
Social Change: How to Save South Africa. Picador Africa.
R. W. Johnson (2015). How Long Will South Africa Survive?
The Looming Crisis. Jonathan Ball Publishers.
Niel Barnard (2015). Secret Revolution: Memoirs of a Spy
Boss. NB Publishers.
Allister Sparks (1995). Tomorrow is Another Country: The
Inside Story of South Africa’s Negotiated Settlement. Jonathan Ball Publishers.
Alec Russell (2009). After Mandela: The Battle for the Soul
of South Africa. Windmill Books.
Justice Malala (2015). We have now begun our descent: How to
stop South Africa losing its way. Jonathan Ball Publishers.
[i] İlk ziyaretimi Kasım-Aralık 2015’te gerçekleştirdim.
İkinci ziyaretim ise Eylül-Aralık 2016’ydı. İkinci ziyaretimde araştırma projem
National Research Foundation (NRF) of South Africa tarafından fonlandı. Konuk
araştırmacı olduğum Stellenbosch Üniversitesi’ne ve de NRF’e teşekkür ederim.
Bahar Başer / Birikim
Kürdistan Stratejik Araştırmalar Merkezi
www.lekolin.com – www.lekolin.org – www.lekolin.net –
www.lekolin.info -www.navendalekolin.com -http://kursam.org/index.html