10 Şubat 2010 Çarşamba Saat 11:59
12.00
0
21
TR
 
Giriş
Bilim ve bilimin uygulanışlarıyla doğrudan doğruya
bağlantılı sorunlar yalnızca bilim adamları ve politikacılar arasında değil,
aynı zamanda hemen her ülkenin yurttaşları açısından da gündelik bir tecrübe
haline geldi. Toplumun yaslandığı temel etik sorunları etkileyen bir
tartışmanın kaynağı olan genetik mühendisliğinden, Ebola ve HIV virüslerine
karşı girişilen mücadeleye, açlık ve fakirliği kökünden yok etme umudundan,
kirliliğin yol açtığı çevreyle ilgili felaketlere ya da bizim öngörme
yeteneksizliğimizin yol açtığı doğal afetlere kadar tartışmaların merkezinde
yatan konu daima bilim, bilimin uygulanışları ve iktidarla ilişkileridir.
Bilim, bizim korku, umut ve bazen de dehşetten oluşan karma
duygularla bakışlarımızı yönelttiğimiz bir Pandora’nın kutusuna benziyor. Ama
yine de bilim gündelik hayatımızın ana bileşenlerinden biri haline gelmiş
durumda.
Bilim, kültürümüzün temel bir bileşeni olarak kabul edildiği
zaman bile, ideolojiler tarafından kuşatılma tehlikesine karşı ya da
politikacıların ve iktidarın ya da ekonomi lobilerinin ölümcül cazibesine karşı
kendisini savunmak zorunda kalmasından ötürü, bu mücadele devam etti.
Özellikle biyoloji bir biyolojik sömürü aracı olarak
kullanıldı. Hitler, Mein Kampf’ta (kavgam) biyolojik bir temel ve biyolojik bir
amaç olmaksızın politikanın tamamen başıboş kalacağını ilan etti. Bugünlerde
çeşitlilik kavramından sık sık söz edilmektedir. Ama ‘insanların çeşitliliği
biyolojik bir temele sahiptir’ sözünde açıkça özetlendiği gibi, bu ilke
nasyonal sosyalist ideolojide de aynen savunulmaktadır. O nedenle, asıl hayati
nokta çeşitliliğin tanınmasından ziyade hem çeşitliliğin hem de eşitliğin kabul
edilmesidir. Ama kimilerinin yaşamayı hak etmesine karşılık kimilerinin bunu
hak etmediğini iddia eden temel eşitsizlik düşüncesi üzerine kurulmuş bulunan
faşist ideoloji, eşitlik kavramına karşı çıkar. Aslında Nazi döneminde
Almanya’da devletin öjenistleri (ırkın kalıtsal özellikleri üzerine hakim
etkileri inceleyen bilim dalı uzmanı) psikiyatrları, antropologları ve doktorları
istihdam etmesinin amacı, her bir yurttaş için, yaşamayı hak ettiği düşünülen
Almanları , Yahudilerden, Çingenelerden ya da öbür azınlık gruplarından gelen
insanlardan ayırmaya yarayacak bir ‘biyolojik/kalıtım belgesi’ düzenlemekti.
Bruno ve Galileo gibi simaların simgelediği modern bilimin
yükselişinden sonra endüstri devrimi, bilim ve iktidar arasındaki ilişkiyi
dönüştürdü. Bu önemli tarihsel olaydan doğan kapitalizm, tamamen yeni bir
toplumun ortaya çıkışını belirledi. Bu yeni bir toplumdu, çünkü yeni bir
iktidar kavramına yaslanıyordu ve ahlaki yükümlülüklerin bir temeli olarak
geleneksel değerlerin yerine büyük ölçüde bilim geçmişti.
Bugün bilim ve iktidar arasındaki karşılaşma, özgürlüklerine
düşkün bilim adamları ve bilim ile onların araştırma faaliyetlerinin belli
başlı mali kaynağı olan ve dünyanın en iyi amaçları doğrultusunda olsa bile
sıklıkla bilimi ‘suistimal’ etmeye hazır olan hükümetler arasında cereyan eden
bir tartışma biçimine dönüşmüştür. İktidarın suistimal edilmesi yalnızca hükümetlere
özgü değildir sıklıkla önemli endüstri gruplarıyla ittifak kuran bilim
lobileri de (araştırma politikaları üzerinde yaklaşık kırk yıl boyunca etkili
olan atom araştırmaları lobisinde yaşandığı gibi) bilimsel araştırma sürecini
yoldan çıkarabilir.
II.Dünya savaşının sona ermesi bu durumu gayet iyi gösteren
bir dönüm noktasıdır. Bu noktadan sonra ülke yönetimleri, üniversitelerin
alanlarının dışında kalan bilimsel programlarla yoğun bir şekilde ilgilendi.
İşte bu durum ‘büyük bilimin’ doğuşunu göstermektedir. Bugün bir ya da daha
fazla hükümetin işin içinde olmadığı önemli bir bilimsel gelişmenin düşünülmesi
bile zordur. II.Dünya savaşı boyunca yürütülen askeri araştırmalar yeni
teknolojilerin ve ürünlerin inanılmaz ölçüde gelişmesiyle sonuçlandı. Jet
motoru, uyduları dünya çevresinde yörüngeye oturtan roketler, radar,
elektroniğin ve bilgisayarın gelişmesi, penisilin ve daha birçokları bunun
örneğidir. Bilim, savaşın kazanılmasında dikkat çekecek kadar etkili olmuştu
barış zamanında da ekonomi ve toplum açısından savaştakiyle eşit ölçüde etkili
olması bekleniyordu. Dünyanın dört bir yanındaki ülkeler, bilimsel altyapıyı
yeni duruma uygun olarak iyileştirme ya da yoksa bilimsel bir altyapı yaratma
kaygısıyla kendi bilimsel kaynaklarını yeniden değerlendirmeye başladı.
Bilimin ve bilimsel bilginin, içinde yaşadığımız insan
topluluğunu şekillendirmede güçlü aletler olduğunu kabul ederek bilimin ve
teknolojinin toplumsal işlevine daha fazla kafa yormak gerekiyor. Franco
Frerrarotti’nin işaret ettiği gibi, bu işlevlerin en önemlilerinden biri
enformasyondur. Enformasyon insanın gelişiminin zaruri önkoşulu haline geldi.
İnsanın insan tarafından sömürülmesi 18. ve 19. yüzyıllar boyunca dolaysız ve
aşağı yukarı nicelleştirilebilir bir özellik taşıyordu. İnsanın insan
tarafından sömürülmesi, kol emeği, çalışma saatleri, ücret düzeyleri ve fabrika
disipliniyle ilintiliydi. Oysa bugünkü senaryo bundan epey farklıdır. Kapitalin
birinci cildinde sunulan betimleme günümüzde savunulamaz. İnsanın
sömürülmesinin yeni değişkenleri, yalıtılma, ayrı tutulma, yalnızlık, ihmal
edilme ve dışlanmadır. Modern dünyada sömürülenler, topluluk hayatının
kıyısında kalanlar ve topluluk hayatları tükenenlerdir. İktidar bugün dolaysız
eyleme başvurarak değil, basitçe görmezden gelerek, müdahale etmede yetersiz
kalarak, önlem almayı reddederek, hukuki biçimciliğin ve politik felcin
birbirini takviye ettiği karmaşık ve mükemmeliyetçi uygulamaların arkasına
sığınarak sömürmekte ve baskı altına almaktadır.
İçinde bulunduğumuz yüzyılın başlangıcında iktidarın
rasyonel bir tabanı olması genel kabul görmüştür. Ama 1920’li yıllarda ikinci bir dönüm noktası
daha yaşandı. Heisenberg ve diğerlerinin ortaya koydukları çalışmalardan bu
yana, bize dünyaya ilişkin tamamen yeni bir görüş açısı sunan yeni bir bilimin
yükselişe geçmesine tanık olduk. Farklı bir doğa imgesine ve bundan dolayı da
farklı bir bilim imgesine sahibiz. Kesinliklerin sonuna geldik. Bilimsel
gözlemin tüm düzeylerinde, doğanın bir anlatı öğesi içerdiğini keşfettik. İster
kozmoloji, ister parçacık fiziği ya da isterse biyoloji olsun her yerde
istikrarsızlıkları ve dalgalanmaları keşfettik. İyi tanımlanıp sınırlandırılmış
koşullar altında bir sistemin benzersiz bir yol izleyeceği ve parametrelerde
yapılacak küçük bir değişikliğin benzer şekilde sonuçlar açısından da küçük bir
değişme üreteceği yönündeki düşünce, klasik doğa görüşünde üstü kapalı bir
şekilde yer almaktadır. Şimdi bu düşüncenin basitleştirilmiş, idealleştirilmiş
durumlar için geçerli olduğunu biliyoruz. Sistemlerin genelde, doğrusal olmayan
yasalar uyarınca işlediğinin ve ani geçişler, durumların çok türlülüğünü, kendi
kendini örgütleme ve önceden kestirilemezlik biçimleri altında karmaşık
davranışlar sergilediğinin farkına varılmasıyla birlikte perspektifimizde
kökten bir değişme oluşmaktadır. Böylelikle, yüzyıl sona ererken hem bilimle
hem de iktidarla bağdaştırılan ideolojilerin krize girdiklerini görebiliyoruz.
Bir yandan bilim ve teknoloji ile öbür yandan politik
iktidar ve yönetim arasındaki ilişkiyi yeniden ele almanın zamanı gelip çattı.
Özellikle ülke yönetimlerinin bilim politikaları bundan böyle küçük uzmanlar
takımının sağladığı uzman bilgisi temelinde kararlaştırılamaz bunun yerine,
söz konusu politikanın, toplumun karardan etkilenen tüm öğelerinin işin içine
katıldığı uzun bir karar verme sürecinin sonucunda saptanması gerekir. ‘Bilimin
yurttaşa geri dönmesi’ diyebileceğimiz şeydir. Ayrıca, bilime ilişkin uluslar
arası programların amaç ve içeriğinin yalnızca imtiyazlı bir azınlığa değil,
temel insan ihtiyaçlarına, insanlığın tamamına hizmet edecek şekilde yeniden
yönlendirilmesi gerekiyor.
“Günümüzde kapitalist modernite, tüm parametrelerinde
sürdürülemezlik işaretlerini veriyorsa bunda en büyük pay sahibi dayandığı
‘Bilimsel yöntem’dir. Dolayısıyla sistem eleştirisini dayandığı yöntemde ve
ortaya çıkarılan ‘Bilimsel disiplin’lerde geliştirmek yaşamsal öneme sahiptir.
Sosyalist eleştiri de dahil tüm sistem eleştirilerinin temel zaafı sistemin
dayandığı ve onu var kılan yöntemin aynısını kullanmalarıdır. Halbuki o yönteme
dayanarak inşa edilen toplumsal gerçeklik aynı yöntemle ne kadar eleştirilse
de, aynı sonuçla karşılaşmaktan kurtulamaz. (Abdullah Öcalan Demokratik
Uygarlık Manifestosu)
Bu yeni görüş açısı yeni tutumlar gerektiriyor elbette.
Politikacılar sıklıkla demagojik bir çeşninin önyargısını taşıyan ve kimi zaman
doğal çevre üzerinde olumsuz ve değiştirilemez etkileri olan kısa vadeli
kararlar yerine uzun vadeyi gözeten kararlarla daha fazla ilgilenmeliler. Bilim
adamları da sundukları tavsiyelerin toplumsal ve politik etkileri konusunda
daha fazla duyarlı olmalılar. Politikacılar ve bilim adamları arasındaki bu
zaruri etkileşim ancak özgür ve demokratik toplumlarda gelişebilir.
İktidarın kaynağı olarak bilgi ve bilim
Eskiçağ, Yunan ve Roma dünyaları modern bilimin kaynağını ve
temelini oluşturur. Demokritos, Aristoteles, Pythagoras, Ptolemaios,
Arkhimedes, Lucretius, Vitruvius ve diğerleri olmasaydı Newton, Kepler, Galileo
ya da Einstein da olmazdı. Böylelikle Ariadne’nin yolu bilim, teknoloji ve
felsefenin renkleriyle donatılmış halde Atina’dan İskenderiye’ye ve oradan
Roma’ ya uzanmış, Heidelberg’den dolanıp
Paris’teki Pasteur Enstitüsü’ne geçmiş, oradan New Mexico’da Los Alamos’ta
zirvesine varmıştır. Bu yolculuğu anlamanın
anahtarı Yunan-İskenderiye-Roma kültürüne uzanarak bulunabilir. Göz kamaştırıcı
gözlemler, hipotezler, teoriler ve keşifler eski Yunan’da ve Akdeniz dünyasında
atılım yaptı ve modern bilimsel düşüncenin kökenini oluşturdu. Batı bilimi bu
dönemde doğdu ve insanlar daha eksiksiz bilimsel ve kozmogenik teoriler
geliştirmeye başladı. Yine bu ortamda, doğu ve Akdeniz kültürünün beslediği
ortamda insanlar ilk kez kendisine doğa ve evrenle ilişkili olarak kendi konumu
ve rolü hakkında rasyonel sorular sormaya başladı. Bu aynı zamanda bilim ve
iktidar ile bilim ve teknoloji arasındaki dahil olmak üzere çağdaş
toplumumuzun karşılaştığı tüm sorunların
doğuşu demekti.
Politik düzen ve doğa düzeni arasındaki ortak görünümleri
ilk kez tanımlayan kişi bir bilim insanıydı. Bu kişi politik iktidarı, doğa
bilimlerine uygulanan nesnelliği aratmayacak ölçüde katı bir nesnelliği
amaçlayan bir metodoloji kullanarak analiz etti. Bu kişi Platon’un öğrencisi,
büyük İskender’in hocası ve gezgin okulu’nun kurucusu olan Aristotales’ti. Bu
analizde her nesne kendi dolaysız cinsiyle ve kendi tikel türleriyle
tanımlanır. Aristotales’in tanımında insan ‘politik bir hayvan’dır. Burada
‘hayvan’ terimi insanın cinsini, ‘politik’ terimiyse türleri belirleyen
farklılığı temsil eder. Aristotales bize, iktidarın çeşitli kullanım ve dağıtım
yollarına göre ilk iktidar ve yönetim sınıflandırması sunar. Ona göre,
yönetimler altı farklı biçimde sınıflandırılabilir:
“Hükümet devletteki üstün otoritedir ve doğal olarak ya bir
kişinin ya küçük bir insan grubunun ya da yurttaşlar kitlesinin elindedir.
İktidar bir kişinin elinde olduğu ya da az sayıda kişinin ya da halk
çoğunluğunun elinde olduğu ve ortak çıkarlar doğrultusunda icra edildiğinde
kurumlar adil ve onaylanmıştır. İktidar yalnızca tek kişinin ya da küçük bir
grubun ya da kitlelerin çıkarları doğrultusunda icra ediliyorsa eğer bu durumda
yukarıda zikredilen örnek olaylardan sapmalar var demektir. Birinci örnekteki
yönetim biçimleri monarşi, aristokrasi ve cumhuriyet olarak tanımlanırsa, bunlara
karşı bozulmalarda tiranlık, oligarşi ve demokrasi (çoğunluğun çıkarları adına
azınlığın çıkarlarının suistimal edilmesi) olacaktır.
Yunan-Roma dönemi olarak adlandırılan eskiçağ biliminin son
dönemi, Roma’nın Mısır’ı işgal etmesiyle başlar ve M.S dördüncü yüzyılda sona
erer. Düşünce, eylem, bilimsel araştırma
ve teknolojik yenilik merkezleri olan şehir-devletlerinin çöküşü, bilim, toplum
ve felsefi düşünme arasındaki ilişkide baş gösteren bir dönüm noktasıdır. Bu
dönüm noktası Sezar’ın tanrılaştırılmasıyla doruk noktasına ulaşan otokratik
baskıcı iktidarın gelişimiyle çakışır. Epikuros ve Lucretius gibi devlet
iktidarı karşısındaki güçsüzlüklerinin farkına varan bilim insanları bu
mutlakiyetçi devlete bir tepki olarak, dış dünyadan ve bundan dolayı geçici
iktidardan bağımsız bir ahlaki mükemmelliğe varma arayışlarıyla kendi içlerine
kapandılar.
Epikuros, okulunu Midilli’de kurdu ve Pythagorasçı geleneği
izleyerek kadınları ve köleleri de öğrenci olarak kabul etti. Epikurosçuluk hem
Rodos’ta hem de Roma’da imtiyazlı
sınıfın felsefesi haline gelen Stoacılığın tersine, halkın öğretisi oldu. Bu
durum, bilim ve anayasal iktidar arasında tarihteki ilk ciddi çatışma ortamını
hazırladı. Epikuros’un bilim ve toplum arasındaki ilişkide oynadığı temel rol,
Demokritos ve diğer bilim insanlarının bilimsel ve toplumsal teorilerinden
besleniyordu. Demokritos’un atomistik sezgisi aslında fiziksel dünyamızı
yöneten doğal sisteme ilişkin en yüksek görüş açısını temsil ediyordu.
Epikuros, kültürümüzün temel bir görünümü ve bundan dolayı toplumsal
çatışmalardaki ve iktidardaki mücadelelerindeki etkin bir öğe olarak bilimin
taşıdığı önem hakkında Demokritos’u ortaya attığı teorileri en uç noktalara
götürdü. Her zaman Demokritos’tan esinlenen Epikuros ve bu konuda daha da
ileriye giden Lucretius, bireyin özgürlüğü ve bireyin istenç özgürlüğü
konusunda önemli bir adım attılar.
Bu dönemin bilim insanları ve düşünürleri arasında başka bir
önemli sima da Zenon’dur. Ünlü matematik paradoksuyla Stoa Okulunun kurucusu
olarak tanınan ve Epikuros’un çağdaşı olan Zenon da Roma’daki iktidar
mücadelesinde önemli bir rol oynamıştır. Orijinal Stoa öğretisinde yalnızca
doğa yasasına uyum gösteren bir insanın dünyanın yurttaşı sıfatını
taşıyabileceği söylenilerek kent ve devlet (Zenon’un cumhuriyeti) birlik
övülüyordu. Ama buna rağmen Stoacılar önceden kestirebilirliğe ve göksel
cisimlerin kutsallığına inanmakta, astrolojiyi ve önceden tahmin etmenin mümkün
olduğunu kabul etmekteydiler. Devrimci düşünceler de yaygındı. Sözgelimi Stoacı
Sphaerus’un Spartalı Kralı Cleomenes’in sosyalist deneyi üzerinde yaptığı etki
bunun bir örneğidir. Buradaki düşünce şöyle tarif edilebilir: Madem insanlar
eşsiz bir topluluğun üyeleridirler. Doğa yasalarına göre eşit haklara
sahiptirler. Öyleyse maddi malların sahiplenmesine eşit olarak katılmaları
gerekir. Kutsallık ilkesini kabul eden Stoacıların kozmopolit tutumu Roma’da
iktidarın gelişimine gayet iyi uyum göstermişti ve düşünceleri köklü bir
şekilde yer etmişti.
12.00
0
21
TR
:” ”
:””
” “,” ”
” ”
Ali Rızgar
Kürdistan Stratejik Araştırmalar Merkezi
www.lekolin.org – www.lekolin.net – www.lekolin.info