02 Kasım 2013 Cumartesi Saat 08:13
AHMET KAHRAMAN – Saddam rejimi, Amerika’dan aldığı darbeyle, can çekişen fil gibi yerde çırpınıyor, fakat Güney Kürdistan’ın kaderini elinde tutan Mesud Barzani ve Celal Talabani ikilisi, hala değişen dünya şartlarında, Kürdistan doğumunun farkında değildi.
“Halk” olma, “millet” ya da “ulus” ne derseniz deyin, evreni kaplayan tarihsel bilinç, bir halkın yarınını inşa etme tutkusu yok, onun yerinde “ben” saplantısı vardı. Kürdistan’a ilişkin tarihsel ufukları, karşı tepede eriyip bittiği, kaybolduğu ikili, merkeze oturttukları “ben” egosuyla, birbiriyle savaşarak üstünlük taslıyor, rakipten bir dağ, tepe koparmayı Kürdistan’ı kurma sanıyorlardı. Uluslaşma ruhu olmayınca, herkesin Kürdistan’ı kendince ve çıkarı boyundaydı. Oysa, ayrı bir ırkın mensubu, farklı bir dil ve kültürün pınarından gelme olduğu için soykırım nehirlerinden geçen bir halkın öncüleri rolündeydi, onlar. Kürdistan ise bütün Kürtlerin ortak yurduydu. Her karışında, ayrı ayrı “ked”i, emeği, hiçbir şey yoksa bile ulusal başarıya açılmış dilekleri vardı. Varsa kazanım, kanlarıyla nakışlıydı. Ama, “ben” hırsına esir düşmüşler, Kuzeyin can fedalarını kovmak için bir koşu gidip Saddam’ı öpüyor, istenilen olmayınca, Türk rejimi tarafına atlıyor, kan nehirleriyle sulanmış toprakları sunup, bir daha terk edilmemek üzere askeri üs olarak hediye ediyorlardı. Kişilerin çıkarı, ülke çıkarıydı, bu dünyada. Ulusal birliğe ölüm… Hal bu derekede olunca, kardeşininin düşmanı dosttu. Kardeşten esirgediği topraklar, onun düşmanına armağan… Nitekim, Amerika bu kafayla bir yere gidilemeyeceğini görünce, onları toplayıp, “uluslaşma”, halk olma bilinci üzere ders vermek zorunda kalıyordu. Mesud Barzani, bu aşamada, “Kürdün Kürtle savaş dönemi bitmiştir, bundan sonra asla” şekindeki ünlü sözünü söylemişti. Ve ben, saflığımla kurtarılmış topraklarda inşa edilmekte olan devlete tanıklık etme ve yarınlara aktarma heyecanını yaşıyordum. Gidip, dirilişi görecek yazacaktım. Fakat heyecanım, niyetin ötesine geçemedi. Hayal kırıklığıyla kala kaldım. Çünkü sadece ve yalnız pis kokular çıkmıyor, görgüsüzlükler girdabında, yüz kızartıcı ayıplar birbirine dolanıyordu. Ülke yaralı, yetimler, öksüzler büyük çoğunluğuyla aç, viraneler arasında açıkta, ama “Mir”imin oğlu, tozlu yollarda coşmak üzere, Ferrari marka araba sipariş etmiş, “kurtarıcılar” adına utanç verici, Türk karikatürcülere bile konu olmuştu. (Türk devleti, bu sırada onları teslim almak için, Amerikan korumaclığını da göz ardı ederek, Barzani, Talabani ikilisini aşağılayarak, işgal tehditleri savuruyor, Kürdistan kimlik ve damgasına geçit vermiyordu.) Bizim gibi saf olanlar ise, umut bu ya, onca acıdan sonra, “yeni bir efendiye biat”ın imkansız olduğunu, “modern dünya sentezi” bir ülke yaratılacağını düşünüyordu. Ta ki, görgüsüzlük topaç gibi ortalıkta dönmeye başlayana kadar bu umudu yüreğimizde besledik. Sonra, petro-dolara bulanmış aç gözlü bir görgüsüzlerin, inşa ettikleri köşkleri, sarayları için “altın kaplama musluk” siparişlerini gördük. Modern Kürdistan hayalleri yere gömülmüş, Türk-Arap sentezi bir sistem doğurulmuştu. Şimdi, bu zeminde “nimetlere hücum” zamanıydı. Türk ordusunun “derin stratejik”li mali imparatorluğu OYAK’ı en başta, “derin bağlarla örülü” öteki şirketleri ülkeyi inşaa ediyor, Fethullahçı kumpanya da eğitim hizmeti veriyordu. Öbür yanda, tepeleri tutanlar, hala kandırmacalığın kurnazlık sularında “Kürdistan” diyorlardı. Mesud Barzani’nin “bira kujî” olan Kürdün Kürde silah doğrulmasının bittiği sözü de yerli yerindeydi. Öyle ki, daha sonra bu söz, “Kürt milletinin birliği için dört parçanın katılımıyla konferans” şekline bürünüyordu. Fakat söz başka, niyetlere başka tarafa akıyordu. Kimileri, “efendisiz” bir dünyayı bilmiyor, kendi başına, özgürce yaşamayı beceremiyordu. Hele hele petro-doların hayatın efendisi olduğu bir yerde… Amerika’da, kölelik 1860’larda yasaklandığında, bazı köleler yas tutup, “bize emir veren olmayınca, nasıl yaşarız” diye ağlaşmışlardı. 1960’larda Türk solunun lideri Mehmet Ali Aybar, “bağımsızlık” dedikçe, Türk sağcıları bir ağızdan, “Amerikan kopup Amerika’nın emrine mi gerelim” diye bağırarak cevap vermişlerdi. Radikal gazetesinin yazarı Fehim Taştekin, “Kürt Kürdün kurdu” başlıklı yazısını okuyanlar, Türk rejiminin koluna girenlerin, ağzından çıkan “Kürdün Kürtle savaşma dönemi kapanmıştır” balonunun söndüğünü görüyordu. “Kürdistan Ulusal Kongresi” Türk rejiminin vetosuyla havaya savrulmuştu. Bu yetmemiş, Türk rejiminin düşmanı Rojava’ya karşı, “soğuk savaş” cephesi kurulmuştu. Bu, Kürdistan çınarını içten kemiren “kurtçuk” hallerine bürünmeydi. Ağacın içindeki kurtçuk, gövdeyi, soğuk savaşla kemiriyordu. Bu savaşta, muhtaca kapı kapatarak, düşmanlık lavı olan karşı propaganda salvolarıyla, ulusal kurtuluş mücadelesi veren Rojava’ya karşı cephede buluşuyordu. Ulusal refleksten vazgeçtik, birazcık olsun vefa duygusu arıyor insan. Rojava, bir zamanlar Baas rejimi ne der, başıma ne felaketler getirir demeden onlara su ve ekmek sunmuş, evlerini barınak yapmıştı. Vefa duygusu da bir yana, daha düne kadar ulusal kurtuluş savaşı verdiğini söyleyenlerin, yanı başlarında var olma mücadelesi verenlere yaptıklarının izahı var mı? Varsa Türk karşıtlığından başka ne?
Navenda Lêkolînên Stratejîk a Kurdistanê www.navendalekolin.com www.lekolin.org |