HABER MERKEZİ – Sermaye tekelleri ile faşizmin ilişkisine damgasını vuran bir diğer nokta ise korkudur. Faşizm burjuva liberalizminin kutsalı olan özel mülkiyet dokunulmazlığını Fethullahçı klikle girdiği mücadelede tanımadığını açıkça göstermiştir. Onlarca ticari kurumun ve kişinin mal varlığına el koymuştur. AB’nin onca insan hakları ihlaline rağmen OHAL döneminde en fazla dikkat çektiği konun bu olması dikkat çekicidir. Doğaldır ki yaşam gerekçeleri olan mülkiyetlerini kaybetme korkusu sermaye tekellerinde faşizme onayı doğurmaktadır.
Faşizmin önemli oranda devlet olanakları üzerinden iktidarını sürdürmesi toplumda hiçbir karşılık bulamadığı anlamına gelmez. Devletçi mantığın yoğurduğu bir toplum gerçeği inkâra gelmez. Bu nedenle toplumla bazı faşist hareketlere benzer biçimde organik bir ilişki kurmasa da AKP-MHP faşizminin rengini verdiği ve desteğini kendine payanda yaptığı çeşitli sınıflardan azımsanamayacak bir kitle söz konusudur.
AKP bugün kendine bağladığı ve sunduğu imkânlarla zenginleştirdiği küçük bir kesim dışında kimseyi temsil etmemektedir. Fakat bu geniş yığınları etkilemediği ya da harekete geçiremediği şeklinde algılanmamalıdır. Öncelikle bu etkiyi tekel grupları sayesinde sağlamaktadır. AKP başından itibaren devletten daha fazla pay isteyen burjuvazinin Anadolu eksenli grubunun sözcüsü olarak davranmıştı. Fakat günümüzde AKP klasik destekçisi olan bu Anadolu eksenli sermaye odaklarından uzaklaşmıştır. Yine geleneksel burjuvaziden başlarda aldığı coşkulu desteği de alamamaktadır. Üst sınıfların iktidara soğuk yaklaşmalarının basit, yalın bir nedeni vardır faşist ittifakın işleyişi aslında işlemeyişi bu kesimlerin kar oranlarını düşürmektedir. Bu nedenle Anadolu sermayesinin bir kesimi Gül-Babacan ve Davutoğlu üzerinden yeni bir çıkış aramakta, klasik burjuvazi içerisinde bazı gruplar ise CHP’den yeni bir çıkış ummaktadır. Fakat bu iki tekel grubu homojen bir şekilde olmasa da mevcut durumda faşizme onay vermekte ve meşruluk sağlamaktadır. Bunun üç temel nedeni vardır. İlki T.C. ‘de sermaye tekellerinin doğrudan devlete bağlı olma durumu, onların devletin güncel yönetimine sadakati zorunlu kılmaktadır. Devleti karşısına alan sermaye tekellerinin yaşama şansı yoktur. İkinci mevcut ekonomik krizin faşist istikrar ile aşılabileceğini düşünmeleridir. Kendisi kaos olan faşizmin istikrar üretemeyeceği bir çelişki olarak dursa da kârlarının gittikçe düştüğü bir ortamda güce sarılma dışında bir alternatif görmemektedirler. Kendi sermayelerini korumada faşist yapıya güvenmektedirler. Üçüncüsü faşizm tekel gruplarına bölgesel hegemonya sayesinde Ortadoğu pazarlarını vaat etmektedir. Askeri işgaller ve etki alanını artırma burjuvazi için sadece mal satımı açısından değil, aynı zamanda ucuz iş gücü dahil her açıdan sömürebilecekleri daha geniş bir alan ve daha fazla kar imkanı anlamına gelmektedir.
Tüm Türk faşistlerinin bilinçaltında dünyaya egemen olmak vardır
Ayrıca bu vaat sadece burjuvazinin değil Türk devletindeki tüm tekel blokunun ağzını sulandırmaktadır. Türk egemen tekellerinin yayılma hayalleri ve emperyal rüyalarla sürekli akılları başlarından gitmektedir. “Turan”, “Kızıl Elma” gibi zırvalıklar Beyaz, Kara veya Yeşil fark etmeksizin tüm Türk faşistlerinin zihinsel dünyalarında açık ya da örtük önemli bir yer kaplamaktadır. Bu onların karakteristik özelliğidir. Tüm Türk faşistlerinin bilinçaltında dünyaya egemen olmak vardır, sadece küçük bir yarımadaya hükmetmek değil. Bu uğurda halkın evlatlarının kanını öne sürdükleri bir kumar oynamaktan çekinmezler. 20. Yüzyıl boyunca Türk egemenlerinin Birinci Dünya Savaşında kaybettikleri kumarın borcunu ödemekle geçirmesine karşın egemenlik alanlarını genişletme tutkusundan hiç vazgeçmediği kesindir. Suriye’de, Libya’da girişilen askeri mecraların alt yapısı da bu tipik özelliğine dayanmaktadır. Ve AKP-MHP faşizmi bunu saklamaya bile uğraşmamaktadır.
Fakat faşizm yapısal olarak zayıfladıkça sermaye tekellerinin örtük ya da açık arayışları artmaktadır. Ayrıca devlet ihaleleriyle doğrudan gelir sağladığı sermaye grupları ve holdingler ise hızla zenginleşmelerini sağlayan faşist iktidarla kendilerini özdeşleştirmektedirler. Daha çok inşaat, basın ve silah sanayi alanlarında kümelenen bu grupların faaliyetlerinin çoğu devletin açtığı olanakları üzerinden işlemektedir yoksa ne toplumun ne de kapitalist pazarın ihtiyaçlarına yönelik bir üretimleri söz konusu değildir. Bu açıdan oldukça asalak bir yapı da oluşmuştur ve AKP-MHP’nin tek sağlam dayanağı bu kesimlerdir, faşist hükümetin gerçek anlamda temsil ettiği yegâne toplumsal yapı da bunlardır. Keza bu kesimin zenginleşmesinin faşist iktidar dışında bir açıklaması, başka bir gerekçesi yoktur.
Sermaye tekelleri ile faşizmin ilişkisine damgasını vuran bir diğer nokta ise korkudur. Faşizm burjuva liberalizminin kutsalı olan özel mülkiyet dokunulmazlığını Fethullahçı klikle girdiği mücadelede tanımadığını açıkça göstermiştir. Onlarca ticari kurumun ve kişinin mal varlığına el koymuştur. AB’nin onca insan hakları ihlaline rağmen OHAL döneminde en fazla dikkat çektiği konun bu olması dikkat çekicidir. Doğaldır ki yaşam gerekçeleri olan mülkiyetlerini kaybetme korkusu sermaye tekellerinde faşizme onayı doğurmaktadır. Kaldı ki bir zamanlar büyük bir medya tekeli konumunda olan Doğan Grubunun Fethullahçı mazeretine sığınılmaksızın başına getirilenler tüm sermaye grupları için ders olmuştur.
Çarpık Dinci-Milliyetçi Propagandayla Orta Sınıfları Etkilemeye Çalışmak
Orta ve alt sınıfları da yoğun olarak şoven duygulara ve dini duygulara hitap ederek etkilemektedir. 15 Temmuz ardından zirve yapan bu histerikli, çarpık dinci milliyetçi propaganda orta sınıfları oldukça etkilemiştir. Milliyetçi argümanlar geleneksel olarak orta ve alt sınıfı büyülerken buna bir de dini kılıfın eklenmesi etkiyi derinleştirmiştir. 2016’dan itibaren asker cenazelerinde artık resmi olarak cenaze marşı yerine tekbirlerin getiriliyor olması faşist iktidarın ideolojisinin özeti gibidir. Kısa vadede oldukça etkili olan topluma yönelmiş bu ideolojik saldırı zaten T.C. tarihi boyunca var olan altyapının da yardımıyla faşizmin kendisine kitle tabanı elde etmesini sağlamıştır. İdlib ’teki bariz bozgun ve iflası bile “Şehitler tepesi boş kalmamalı” biçimindeki absürtlüğe başvurarak açıklamaya çalışmıştır. Medya manipülasyonları altında uzun süreli milliyetçi tedrisattan geçmiş özellikle İç Anadolu ve Karadeniz’de yoğun bir desteği hala koruyabilmektedir. Kürt halkına sürekli saldırılarla beslenen bu ırkçı-milliyetçi propaganda etkisini kaybettikçe faşizm saldırılarının kapsamını artırarak bu faktörü sürekli canlı tutmaya çalışmıştır. Faşizmin toplum projesi doğrultusunda sürekli bombardımana tutulan faşizme kanalize olmamış halk kesimlerinde de yanılgılı bir bakış yarattığı da açıktır.
Bu noktada AKP-MHP faşizminin propaganda araçlarını oldukça etkin kullandığını ifade edebiliriz. Faşist hareketler karakteristik olarak propaganda araçlarını yetkince kullanmıştır. Fakat T.C. şahsında büründüğü kisveyi ele alırken söylediğimiz gibi faşizm bu arada muhalif bir söylem hiç kullanmadığı gibi ciddi bir kitle etkinliği de sergilememişti. Kısmen ayrıksı ele alınabilecek 1975-80 arasında MHP’li çeteler hareketlenmiş ve bazı katliamlarda(Çorum, Maraş gibi.) dinsel nefret ve şovenizm çağrılarıyla kitleleri de arkalarından sürükleyebilmişlerdir fakat linç psikolojisi ve öteki korkusuna dayalı bu savrulmanın ne kadar kitle etkinliği sayılabileceği kuşkuludur. Kitle etkinliğinde kastettiğimiz kitleleri etki altına almak değil, kitleleri örgütlü kılarak fail konuma getirmektir. Kara Türk faşizmin o dönem bile yüzde 5’ten daha fazla oy alamadığı seçimler doğrudan örgütlülüğü anlatmasa da dikkate alınması gereken bir veridir. Birçok faşist hareket bunu hem iktidara gelmeden hem de geldikten sonra yapabilmiştir fakat Türk tipi faşizmde işler bu şekilde yürümemiştir. Bu açıdan Türk faşistlerinin bir İtalya’da faşistlerin iktidarı zorla almasını sağlayan “Roma Yürüyüşü”ne benzer bir meydan okumaya kalkışma olasılığını bile tarif edebilmek güçtür. Lakin AKP-MHP faşizmin de simgelerin gücünün kullanımı ve kitleleri propaganda ile yanılsamalı bilinç aşılamada bir düzey vardır. Bu onun hiçbir şekilde Türk devlet geleneğinden koptuğu anlamına gelmez fakat ayrıksı yanı da söz konusudur.
Bu açıdan 15 Temmuz günü kitleleri sokağa dökebilmesini unutmamak gerekir. Tanımladığımız biçimde bu olay da “kitle etkinliği” kavramı ile açıklanamazsa bile iktidar savaşında bir kısım kitleyi hareketli kılmanın Türk faşizminin kullanabildiği bir araç olmadığı tartışma götürmez. Bu kitlenin sayısı hakkında akıl yürütülebilir ayrıca esas etkili olanın cihadist çeteler olduğu gerçeği karşı sav olarak sunulabilinir lakin yine de T.C. tarihinde ender durumlardan biri olduğu tartışma götürmez. Örneğin her zaman paramiliter gücü olan MHP tek başına bu tür bir faaliyet sergileyemezdi. MHP’nin 15 Temmuz günü ne kadar etkin olduğu az irdelenen bir konu olmakla birlikte sokakta olduğundan daha fazla Ordu ve Emniyet bürokrasisindeki adamları sayesinde iktidar savaşında önemli bir rol oynadığı kesindir. Yeşil Türk faşizmi de bu cüretkârlığı bazı devlet aygıtlarının(MİT, Emniyet, Bazı Ordu Birlikleri vb.) tarafını bilmeden yine MHP’nin ortaklığı olmaksızın aklının ucundan geçirmezdi. Aynı şey sokağa çıkan güruhlar için de geçerliydi. Fakat tüm bunlar AKP’nin propaganda gücünü azaltmaz. Ve propagandası yani yarattığı hayali atmosfer onun iktidarının önemli dayanaklarından biridir.
AKP-MHP Faşizmi ve Akıldışı Konuma Gelen Medya
Tüm dünyaya meydan okuyan bir reis olarak Erdoğan’ın başrol olduğu bu hayalli dünya özellikle medya aracığıyla inşa edilmektedir. Medyanın özelikle AKP-MHP faşizmi döneminde geldiği akıldışı konum şaşırtıcıdır. Yalanın yalan olarak bile pazarlanabildiği alıcı bulduğu bir mekanizma söz konusudur. Öte yandan kendi iç çekişmelerinde bile medya önemli bir silah olarak devrededir. Davutoğlu’nun başbakanlıktan alınma süreci(Pelikan Dosyası) buna sadece bir örnektir.
Öte yandan özellikle AKP faşizmin doğası gereği kendi yarı askeri-çete örgütlenmesini geliştirmek istemektedir. Yinelemek gerekirse elinde olsa sıfırdan bir ordu da inşa eder. Devletleşme hedefine varamadıkça resmi zor aygıtları ona yetmemekte kendi güvenlik kaygısını giderecek mekanizmalar yaratmak istemektedir. SADAT, Osmanlı Ocakları gibi farklı adlarla bu konuda belli adımlar da atmıştır. Zaman zaman basına yansıyan bu tür örgütlenmelerin ne kadar etkin ya da yaygın olduğunu tam olarak kestirmek güçtür. Çünkü örneğin SADAT daha çok MİT’in örgütlenmesi gibi durmakta, Osmanlı Ocaklarının birçok şubesi ise iktidarın olanaklarından faydalanmak ve AKP’ye eklemlenmek için açılmış izlenimi vermektedir. SADAT’ın MİT’e bağlı bir oluşum olması onu önemsiz ya da MİT’in güncel konumu nedeniyle AKP’ye ait kılmaz. MİT’in paravan örgütlenmesi yine devletin aracı olur, AKP’nin değil. Bu noktada AKP-MHP faşizminin ilk iş olarak tahliye ettiği ve bu dönemin sivil çete bozuntularının simgesi konumunda olan Sedat Peker’in konumu da şüphelidir. MHP ile örgütlü bir ilişkisi muğlak olan bu sahte kabadayının ipini AKP’den ziyade devlet tutmaktadır. Her koşulda AKP’nin bunu çok istese bile MHP-Ülkü Ocakları ilişkisine yakın bir örgütlenmeye gidemediği açıktır. Yine tekrardan gündeme getirdiği bekçilik kurumuna da benzer bir misyon vermek istemektedir. Silahlandırıp geniş yetkiler verdiği bekçilerin neredeyse AKP binalarında seçildiği bilinmektedir. Fakat bu kurumun aynı işlevi oynayabileceği müphemdir. Bunu yapamaması son kertede AKP’nin çıkar odaklı kitle partisi olması ile ilgilidir. Son süreçte parti niteliği de tartışılır hale gelse de AKP’yi klasik olarak bir arada tutan inanılan ortak bir dava değil, iktidar olanakların ürettiği menfaat eksenli ilişkiler ağıdır. Bu ideolojisi ya da ideolojik kadroları olmadığı anlamına gelmez, partiye damgasını vuranın bu etkenler olmadığı anlamına gelir. Her an değişebilecek ya da farklı bir çıkar eksenine kanalize olabilecek bir ağdan askeri örgütlenmelerin üreyebilmesi oldukça zordur. Buna rağmen bu tarz örgütlenmelerin faşizme belli bir dayanak kazandırdığından bahsetmek yanlış olmayacaktır.
Faşist İttifakın En Büyük Dayanağı: Rant
Yine kendi zenginlerine inanılmaz karlar sağlayacak halka katkısı ise sadece şekli olacak projelerle göz boyayabilmektedir. Faşizm için sürekli yaratıldığı iddia edilen maddi gelişim, kalkınma önemli bir propaganda aracıdır. Hiçbir bilimsel veri ile uyumlu olmayan geçmişle kıyaslama kitleleri etkileyebilmektedir. Hastaneler, üniversiteler, yollar, köprüler halkın birikimleri ile ve tekel gruplarının kârları ile kıyaslandığında çok küçük bir tutarla inşa edilmiş olması iktidarın propagandasını azaltmamaktadır. Bir örnek olarak Kanal İstanbul Projesi anımsanabilir. İşlevi, yararı, ekolojiye zararları, nasıl yapılacağı gibi faktörlerle akıldışı bir plan olan bu proje öte yandan İstanbul’da yaşayıp denizi salt TV’de veya yılda bir iki kez gören kitleyi ihtişamla mayıştırmak için önemli bir propaganda aracıdır. Bitmiş örneklerden 3. Havaalanı açılışından geçen bir yıl süre içinde ne için yapıldığını gözler önüne sermiştir. Kapasitesinin yüzde 20’sinden fazlası kullanılmayan havalimanı ölen yüzlerce işçi ve ulusal ve uluslararası sermaye gruplarına transfer edilen hatırı sayılır bir paradan ibaret kalmıştır. Fakat bu gerçeği hiçbir zaman bilmeyecek ya da önemsemeyecek insanlarca AKP-MHP iktidarının önemli icraatlarından biri olarak algılanmaktadır. Ayrıca bu projeler iktidarın yerel düzeyde rant dağıtımına ve buradan da yerel iktidar odaklarını kendine bağlı olarak yeniden üretmesini de sağlamaktadır. Küçük bir ilçe de varlığını bir kere de çok fazla artıran bir ihaleyi faşizmin yerel temsilcisi sayesinde alan bir kişi ve yakın çevresi bu arada ne yazık ki bahsedilen ihalenin nedeni olan işte çalışan emekçiler bu olayın etkisiyle uzun süre AKP-MHP ittifakına şükranla bağlanmaktadır.
Kuşkusuz toplumda faşist ittifakın destek bulmasında sosyal adalet ile alakası olmayan bir maddi yardım politikasının etkisi de fazladır. Bu yardımlar alt sınıfların yaşam koşulları için oldukça belirleyici olurken bunun doğrudan AKP ve Erdoğan’la özdeşleştirilmesi, krizin yoksulluğu daha da derinleştirdiği bir dönemde mevcut iktidarın sürmesini onlar için daha da kritik hale getirmektedir. Büyükşehirlerde bu yardımlar artık nerdeyse hiçbir anlama gelmezken orta ve küçük şehirlerde hala önemli bir meblağdır. Bu durumun sadece oyunu satmakla açıklanmayacağı açıktır. Faşizm kuşkusuz bu yönteme de her yerde sıklıkla başvurmaktadır fakat burada bizim dikkat çekmek istediğimiz ‘sadaka’ anlayışının bir bağlılık ürettiği ve alt sınıflar açısından bunun oldukça önem taşıdığıdır.
Geleneksel MHP tabanı da faşizmin sacayaklarından biridir. Neredeyse 50 yıldır Gladio’nun Türkiye temsilciliğini üstlenen MHP’nin bazı bölgelerde kalıcı taban bulmuş olması anlaşılırdır. Bahçeli’nin politikalarını anlamakta zaman zaman zorlansa da seçimlerde neredeyse yüzde 8’ denk düşen oranda bir kitle kalıcı bir taban haline gelmiştir. Bu MHP’li taban faşizme önemli bir destek sunmaktadır. İYİ Partinin kopması bu taban üzerinde bir olumsuzluk yaratsa da bu ayrılığın daha çok güncel politikalarla özdeşleştirilmesi, ideolojik bir farklılık taşımaması tabanda büyük bir kopmaya neden olmamıştır. Farklı sınıflarda izdüşümü olmakla birlikte daha çok büyükşehirlerin lümpen orta-alt sınıfına dayanan ve bazı bölgelerde kırsalda da kalıcı taban bulan MHP faşizme bu açıdan bir kitle desteği sunmaktadır.
Bu noktada Devlet Bahçeli’ye de bir paragraf açmamız gerekir. Türkçe konuşabildiği hatta konuşabildiği şüpheli bu sözde akademisyen-faşist şefin pek çok kez karşılaştığı meydan okumalara karşı her seferinde çoğu zaman zor yoluyla da olsa bir şekilde MHP lideri olarak kalması kişisel liderlik vasfını değil, Kara faşizmi her zaman kontrol altında tutan devlet çekirdeği için ne kadar kullanışlı biri olduğunu kanıtlar. Faşist liderlerde bulunan hatiplik, kitleleri etkileme gibi birçok özelliğe bile haiz olmayan bu kişi AKP-MHP faşizminin önemli köşe taşlarından ve dayanaklarından biridir. Örneğin hukuki olduğu iddia edilen zırvalıklarla engellenmese Mayıs 2016 tarihinde yapılacak parti kongresinde (Muhalif delegelerin çoğunlukta olduğu kurultay için toplanan imzalarla kanıtlanmıştı.) MHP Genel Başkanlığı görevini kesinlikle kaybedecekti. Bu durumda AKP-MHP faşizminin gelişmesi imkânsız olmasa bile biçimi kesinlikle farklı olurdu.
Faşizm-Şef diyalektiği faşizmin içsel bir mekanizmasına işaret eder. Her şeyin tekleştirilmesi üzerine şekillenen faşist düşünce doğalında karar vericinin tek olmasını öngörür. Erdoğan’ın uzun süre başkanlık sistemine kilitlenmesi megolomanyası kadar düşünce sisteminin bu doğası gereğidir. Her ne kadar AKP-MHP faşist koalisyonu iki partili, iki şefli olarak görünüyorsa da faşist ideolojilerdeki lider pozisyonunda olan Recep Tayyip Erdoğan’dır. Ve Erdoğan figürünün de AKP-MHP faşizminin dayanaklarından biri olduğunu ifade edebiliriz. Yıllardır iktidarın olanakları ve bilinçli bir reklam politikasıyla önemli bir kitle üzerinde etkili biri konumuna gelmiştir. Toplumun daha da önemli bir bölümü için bu yıkıcı dönemin en temel simgesi olarak ele alınsa da AKP-MHP faşizmini bir arada tutan temel unsurlardan biri olduğu bellidir. Erdoğan kişiliği, tutarsız, pragmatik, bencil ve kurgusal bir benmerkezcilikle bezeli hastalıklı ruh haliyle tam da faşist bir tipolojidir. Bu yönüyle faşizmin etkisi altında olan kitleler için kolaylıkla bir özdeşleşilen bir şahsiyet durumundadır. Kitleleri etkileme potansiyelini çeşitli defalar kanıtlamıştır. Ayrıca faşist kliğin kâr bölüşümünün başında durması da kritik bir pozisyona işaret eder. Bahçeli’nin faşizmin dönemsel ve kurumsal politikalarının oluşumunda daha etkili olduğunu söyleyebiliriz. Fakat Erdoğan olmaksızın AKP-MHP faşizminin olmayacağı açıktır.
Faşizmin Diğer Bir Dayanağı Olan Kürt İşbirlikçiliği
Faşizmin dayandığı faktörlerden sonuncusu olarak işbirlikçi Kürt kesiminden de bahsetmek gerekir. AKP başta geleneksel olarak merkez sağ partilerde kümelenmiş işbirlikçi Kürt üst sınıfını kazanmakta güçlük çekmemiş olsa da özgürlük hareketinin kıyısında kalan Kürtleri arkasında toplamak için Kürt sorununu demokratik yöntemlerle çözeceğini çoğu zaman alt perdeden zaman zaman ise aleni olarak ifade ediyordu. Alternatif bir Kürt hareketi arayışı ise sürekli gündemindeydi. Bu dönem Önderlik ve Özgürlük hareketi ile de diyalog arayışlarına giriyordu. Askeri operasyonlar da Beyaz Türk faşizmini polis operasyonlarında ise Fethullahçı çeteyi işaret ederek oyalama taktiğini temel yöntem olarak kullanmaya çalışıyordu. Aslında ordunun gücünü Kürt gerillası sayesinde aşındırmak için savaşı istiyordu. Önderlik ise AKP’nin niteliğini baştan itibaren bilse ve bunu sürekli ifade etse de devleti demokrasiye çekebilme amaçlı bu süreçlere anlam da yüklüyordu. 2006-2011 arası ateşkes süreçlerini, 2013-15 arası dönemi de bu çerçeveden ele almak mümkündür.
Kürt işbirlikçiliği AKP-MHP ittifakı kurulduğunda zaman zaman kısık sesle hoşnutsuzluğunu ifade etse bile konumunu değiştirmedi. Bu kesimdeki kendi halkına düşmanlık, AKP-MHP faşizmin kuruluşundan itibaren Kürt düşmanlığını haykırmasını umursamamaya yol açtı. AKP’nin ilk dönemlerinde kısmen vitrine konan bu kesim faşizm döneminde hepten göz ardı edildi. Fakat kayyum örneklerinde açıkça görülen rant aktarımı bu kesimin faşizme bağlanmasına yetmiştir. İşbirlikçi Kürtler faşizme bağlılıklarını ideolojik herhangi bir gerekçeye dayandırmamakta zaten zihinsel bir çabaya gerek de duymamaktadır. Bu kesimin etkilediği Kürtler gün geçtikçe faşizm gerçeğini daha yakından tanısa ve kısmen faşizmden uzaklaşsa bile koruculardan, tarikat unsurlarına kadar Kürt işbirlikçiliğinin ana unsurları faşizme zemin olmaya devam etmektedir.
Bu nokta ile bağlantılı olarak Faşizmin dış ilişkilerine bakmadan önce Başur yönetiminin konumuna işaret etmek gerekir. Daha başından itibaren AKP’de Türk devleti ile beraber hareket etmesinin açık anlamını saklayacak bir imkân gören KDP zihniyeti AKP’ye hem tek başına iktidar sürecinde hem de AKP-MHP faşizmi döneminde nefes borusu olmuştur. Yanlış anlamalara mahal vermemek için Kürt düşmanı cevherini anı anına vurgulayan AKP’ye bırakalım pratik adımlarla göstermeyi sözel düzeyde bile karşı bir tutum sergileyememesi kuşkusuz bu çizginin Kürt uluslaşmasındaki rolünü açığa çıkarmaktadır. Sadece Bakur’da yapılan katliamlar ya da Rojava’ya yönelik Efrin ve Serêkaniyê, Gri Spi işgalleri değil Ekim 2017 referandum sürecinde doğrudan kendi varlığına yönelmesi bile Başur yönetiminde köklü değişimlere yol açmamıştır. Başur’a yönelik işgal saldırılarının önünü açması yetmemiş gibi Zine Werte olayında gördüğümüz gibi doğrudan tarafını belli eden pratiklere yönelmesi öncellikle KDP’yi fakat radikal bir ayrışma sergilememesi nedeniyle YNK’yi de bu faşizmin dayanaklarından biri haline getirmektedir.
Sıklıkla vurgulanan ekonomik ilişkilerin T.C.’yi çok rahatlattığı doğrudur fakat bunun da ötesinde esas olarak Kürt birliğini engelleyen mevcut duruş faşizmin ömrünü uzatmaktadır. Önderliğin 2020 baharındaki yarım saatlik telefon görüşmesinde ağırlıklı olarak Kürt ulusal birliğine işaret etmesi ayrıksı tavırın tek bir parçaya değil tüm Kürt halkına kaybettiriyor olmasındandır. Lakin gittikçe deşifre olan AKP-MHP faşizmine karşı harekete geçen Başur halkına federal yönetimin daha fazla kayıtsız kalması da mümkün değildir. Şeladize’de serhildana dönüşen Rojava’ya yönelik tüm saldırılarda faşizme karşı ortak mücadele hissiyatı Başur ’da gelişmektedir. Ya mevcut federal yönetimi etkileyecek ya da halkın gelişen bilinci onu aşacaktır. Her koşulda AKP-MHP faşizminin Başur’da eskisi gibi kendine dayanak bulamayacağı öngörülebilir. Bu da aynı zamanda faşizmin çözülüşünün bir işareti de olmaktadır.
Kürdistan Stratejik Araştırmalar Merkezi