TC’nin bu iki örnekten daha fazla yayılma girişimi vardır. Bu işgalci isteklerin sınırlı kalmasında uluslararası hegemonik güçlerin onay vermemesi önemli bir faktördür. Kıbrıs’ta TC’nin bazı emperyalist güçlerin biçtiği rolün ötesine geçmesi dönemsel çelişkilere neden olmuştu. Emperyalist sisteme göbekten bağlı olan TC’nin bu tür hamleleri engellendi. Özgürlük hareketinin çıkışıyla birlikte daha çok Kürdistan’ın diğer parçalarına yoğunlaşan işgal hareketlerinin girişimden öteye geçmemesi kuşkusuz Kürt gerillasının bu hareketleri kırmasından kaynaklanmaktadır. Yoksa emperyalizmin bu işgal hareketlerine net bir tavrı hiç olmadı. 35 yıllık savaş sürecinde defalarca törenlerle Güney Kürdistan’ı fethe çıkan TC’nin sonuçsuz biçimde geri dönmesinde esas faktör özgürlük hareketinin direnciydi.
İşgal ve ilhak söylemleri ise özellikle iki dönem sıklıkla dillendirildi. İlk dönem Birinci Körfez Savaşı süreciydi. ABD’nin Saddam Irak’ıyla savaştığı bu dönemde Türk milliyetçiliği gerekli fırsatın oluştuğunu düşündü. ABD ile beraber bu savaşa girilerek Güney Kürdistan işgal edilebilirdi. Petrol kaynakları rüyaları süslüyordu. O zamanki Cumhurbaşkanı Turgut Özal’ın “Bir koyup, üç almak” şeklinde formüle ettiği bu plan Özgürlük Hareketinin diriliş savaşını yükselttiği bir zamanda işlemedi. Bu arada o dönem yayılma isteği ile savaşa girilmesini destekleyen şoven kesimlerle Turgut Özal’ın tutumunu ayırmak gerekir. Özal’ın bu dönem Türk-Kürt federasyonu şekliyle Kürt sorununu çözme arayışları vardı. Bunu açıkça dillendirdi. Ayrıca Önderlikle kurduğu diyaloglarından farklı olan düşüncesini anlamak mümkündü. Kürt sorunu çözme iradesi Özal’ın suikastına neden olurken, bu plan Türk Ordusu tarafından bu yayılma devletin eski şekliyle olamayacağı gerekçesiyle reddedildi. Beyaz Türk faşizmi tüm ihtiraslarına rağmen tutucuydu ve sistemlerinin özü olan Kürt soykırımını zorlaştıracak bir hamleye izin vermeleri güçtü.
İkinci dönem ise 2004’teki 1 Haziran Hamlesiyle zora giren TC’nin işgal tehditlerine başlamasıyla oldu. 2004-2008 yılları arasında özellikle Ergenekoncu kesim ve MHP sürekli işgal çağrılarında bulundu. Türk Ordusu da kilometrelerce alanı kaplayacak tampon bölgeden, Türkmenler işaret edilerek Kerkük’e kadar alanın işgaline kadar bu söylemleri sürekli kullandı. “82- Musul, 83-Kerkük” sloganları ile ifade edilen bu çağrılar Zap’tan döndü. 2008’de Zap Savaşı sadece TC’nin iradesini kırmadı, bu rüyaların 2016’ya kadar ağızlara alınmasını bile engelledi.
Güney Kürdistan’ı işgal söylemlerine ara verilse de 2011 yılı TC’nin yayılımcı yüzünü açığa vurduğu yeni bir dönemi başlatıyordu. ‘Arap Baharı’ olarak adlandırılan fakat tüm Ortadoğu halklarının demokrasi isteğini gösteren hareketlerin devletçi güçler tarafından saptırılıp 3. Dünya Savaşının sıcak muharebe şekline evrilmesine ön ayak olan bu süreçte her güç sahaya kendi özünü saklama gereği duymadan iniyordu. Kürdistan bu çatışmanın odağı olurken bu durum Suriye’de yoğunlaştı. Hem Rojava devrimi gibi insanlığın umudu hem de İŞİD gibi vahşi faşist hareketlerin boy verdiği alan Suriye oldu. Suriye’nin içine girdiği kaos hali Türk faşizminin iştahını kabarttı. Bu ülkeye ve özellikle de Rojava Kürdistan’ına 2016’ya kadar İŞİD ve onun türevleri olan paravan cihadist örgütler aracılığıyla saldırıya başladı. TC saldırılarının iki yönü vardı. Rojava devrimi Türk devletinin temeli olan Kürt düşmanlığını kabartıyor, Kürtlerin kazanımlar elde etmesini varlığına bir saldırı olarak görüyordu. İkinci faktör olarak “Şam’daki Emevi Camii’nde Cuma namazı kılmak” lafıyla Davutoğlu’nun dışa vurduğu bölgesel emperyal güç olma isteği Suriye’ye müdahale gerekçesini oluşturuyordu. Nitekim bu isteğin ideolojik kılıfı olarak “Yeni Osmanlıcılık” bir süredir TC’nin resmi söyleminin parçası haline getirilmişti. Bu sürecin ayrıntılarına girmeksizin paravan örgütler YPG ve QSD tarafından boşa çıkarılınca TC doğrudan kendi ordusu ile bu sürece dâhil olmak zorunda kaldı diyebiliriz. Bugün Suriye ve Rojava’da süren işgal hareketleri TC’nin aktarmaya çalıştığımız bu sömürgeci, yayılımcı ve Kürt düşmanı karakterinin dolaysız göstergeleridir.
AKP-MHP faşist hükümetinin en zayıf zamanlarında bile dış maceralara kalkması her ne kadar kendi iktidarını sürdürmek için esas olarak başka bir yol bulmaması ve faşist sisteminin kurumsallaşmasının Kürt soykırımından geçmesinden kaynaklanıyor. Öte yandan bu Türk devlet geleneğinin yönetme tarzının yağma ve haraç dışında başka bir yönteme yatkın olmamasının da önemli bir payı vardır. Fakat bu yöntemi olanaklı kılanın da 3. Dünya Savaşı’nın yarattığı kaotik uluslararası koşullar olduğunu akıldan çıkarmamalıyız. Bu açıdan Türk devletinin yaptığı soykırımcı-işgal saldırılarının emperyalist sistemin planlarından bağımsız ele alamayız. Çünkü TC ifade ettiğimiz devlet geleneği zihniyetine sahip olduğu kadar kapitalist sistemin etkisinde biçimlenmiştir.
AKP-MHP faşizminde kendini açıkça gösteren sömürgeci, yayılımcı karakter 2020 yazı itibariyle hala aktif konumdadır. Ve bu saldırgan pozisyon devletin birçok kesiminin onayını alabilmiştir. 2016’dan bu yana yoğunlaştırdığı Güney Kürdistanı işgal operasyonlarını Haziran 2020 itibariyle Haftanin’e yoğunlaştırdığı saldırıyla farklı bir boyuta taşımıştır. Bölgenin işgal ve ilhakını dillendirmeden pratikte yaparak tırmandırdığı bu saldırıların mantığı TC’nin kimliğinde gizlidir. Söylemindeki Özgürlük Hareketi ile savaştan öte bir anlam taşıyan bu girişimlerin 35 yıldır olduğu gibi hüsranla sonuçlanacağını Cenga Haftanin tarihsel direnişi göstermiş olsa da işgalci ellerin henüz kırıldığından bahsedemeyiz. Özgürlük hareketinin direnişi sadece pratik olarak bu hareketleri çıkmaza sokmuyor, aynı zamanda Ortadoğu’da Türk yayılmacılığının tehlikesini bilen tüm güçlerin daha fazla aktif hale gelmesini sağlıyor. Bu temelde gelişecek karşı koyuşun Türk işgalciliğine çok daha somut bir bent çekmesi işten bile değildir.
Öte yandan Rojava Devrimine saldırılarına şu veya bu şekilde hiç ara vermemiş olan Türk Devleti Efrin işgaliyle doğrudan devreye girdiğinde yeni bir konsept başlamış oldu. Efrin’e saldırı her şeyin ötesinde faşistlerin Kürdistan’ın diğer parçalarını da doğrudan işgal etme fırsatının doğduğuna inandıklarını gösteriyordu. Çağın Direnişine çarpan Efrin işgali faşizmin tüm zafer nidalarına karşın Rojava topraklarında rahat at oynatamayacağını herkese gösterdi. Öte yandan Efrin işgali faşizm için dönülmez bir yol anlamına da geliyordu. Rojava’ya yönelik bu hareketten sonra geri adım atabilme ihtimali kalmamıştı. T.C. için Kuzey Suriye artık arkasını dönemeyeceği bir pozisyon kazanmıştı. Ya oradan kotaracağı bir fetih ve zafer hikâyesi ile yelkenlerini şişirecek ya da burası onun bataklığı olacaktı. Bu nedenle işgal saldırısını sınırlı tutabilme imkânı yoktu. Ekim 2019 da geliştirdiği Fırat’ın doğusuna yönelik saldırı bu gerçek ışığında da ele alınmalıdır. Güncel olarak da aynı çıkmaz AKP-MHP faşizmini zorlamaktadır. Mevcut durumda faşist iktidarın Rojava Kürdistan’ına saldırılarını kesmesi söz konusu değildir. Kaldı ki sürekli bunu dile de getirmektedir. Bu zorunluluk birçok nedenin yanında zihinsel kodlarında gizlidir. Faşist Şef Erdoğan’ın BM kurulunda gösterdiği harita sadece Kürt varlığını kendisine nasıl bir tehdit olarak algıladığını ortaya koymakla kalmıyor aynı zamanda Türk egemenlerinin yıllardır içlerinde tutmak zorunda kaldıkları hayalleri sergiliyordu.
2019’un sonlarına doğru Türk devletinin sömürgeci yüzünün dolaysız göründüğü yayılma, heveslerini yönelttiği farklı bir ülkeye asker ve çete taşımaya başladı. Bu ülke Akdeniz’de kritik bir konumu olan, fiilen ikiye bölünmüş çetin bir iç savaşın sürdüğü Libya’ydı. Oldukça zayıflamış Trablus hükümeti ile yaptığı T.C. ‘nin Libya’nın hem deniz hem de karadaki yer altı kaynaklarını sömürmesine izin veren antlaşma ile beraber doğrudan iç savaşa dâhil oldu. AKP-MHP faşizminin Libya müdahalesi Osmanlı hayali temelindeki bölgesel hegemonyasının nasıl olacağını göstermesi açısından da önemliydi. Faşist iktidar ya büyüyeceğiz ya yok olacağız argümanına sarılıyordu. İç meşruluk tartışmaya girdiği andan itibaren dış askeri seferler devreye konuyordu. Bölge ülkelerini sömürecek ve bunun için gerekirse zor kullanacak. Bölgesel barış, Osmanlı Barışı gibi tüm cafcaflı lafların ardındaki gerçek buydu ve Libya meselesi bunu tüm açıklığıyla ortaya koydu. Mısır’ın açıklıkla bu konuya dâhil olması bu gerçeğin bölge devletleri tarafından da yavaş yavaş anlaşıldığının bir göstergesidir.
Libya sorunu ile doğrudan bağlantılı olarak Doğu Akdeniz’de doğal kaynakları sömürme kapasitesini artırma hamlesini de yapan faşist iktidar bununla yakın zamanlı Yunanistan-Mısır antlaşmasında gördüğümüz gibi birçok Akdeniz ülkesini karşısına alıyordu. Fakat bu genel politikalarının bir parçasıydı. Hegemonik güçler arası rekabetten kendi bölgesel emperyalist güç olma hedefi doğrultusunda maksimum fayda elde etmek bu politikanın pusulasıydı. Fakat kapasitesinin çok üzerinde bir kumara girmişti. Çünkü AKP-MHP faşizmi tüm faşist iktidarlarda gördüğümüz üzere artık savaşa ve yayılma politikalarına mahkûmdu. Kendi devlet geleneği de zaten buna yeterince zemin sunuyordu.
Sonuç olarak sömürgecilik ve işgalin TC’ye içkin olduğunu belirtebiliriz. Mirasçısı olduğu devlet geleneği bu çerçevede gelişmiştir. Ayrıca zihin dünyası bu ırkçı unsur üzerine kuruludur. AKP-MHP faşizminin uygun koşullar bulduğunda bu yüzünü çeşitli kez açığa vurması da bu açıdan anlaşılırdır. Fakat bu yayılmacı heveslerin pek çok kez hüsrana döndüğü unutulmamalıdır. Mercibadık Savaşının yıldönümünde Suriye’ye asker sokan, 9 Ekim uluslararası komplonun yıldönümünde Rojava’ya kapsamlı bir saldırı yapan faşist, sömürgeci Türk devletinin tarihsel hafızasının güçlü olduğunu vurgulamak istiyordu. Ama aynı zamanda Konya Savaşının, Balkan Savaşının ya da Zap Direnişinin yıldönümlerinde başına ne geleceğini de hatırlamalıdır.
Kendal Bagok
Kürdistan Stratejik Araştırmalar Merkezi
1. Yazı; https://lekolin.org/11646-2/
2. Yazı; https://lekolin.org/11653-2/
3. Yazı; https://lekolin.org/turk-isgalciliginin-iki-temeli-misak-i-milli-ve-lozan-3/
4. Yazı; https://lekolin.org/tcnin-isgal-pratikleri-4/