12 Şubat 2012 Pazar Saat 10:06
Avrupa merkezli sosyal bilimlerin hakikati araştırma metotları özü gereği hegemonisttir. Hakikatin alternatif yollarını iki temel yöntemle adeta imkânsızlaştırırlar: Birincisi, monist (bireyci) evrenselci yaklaşımdır. Hakikat her zaman ‘bir’e indirgenmektedir. İkincisi, sınırsız göreselci modeldir. Herkesin kendine göre bir hakikatinin var olduğunu söylerken, özünde hakikatin olmadığını ifade etmeye çalışmaktadır. Hiçbir şeyin değişmediğini iddia etmek için her şeyin değiştiğini söylemek gibi bir şeydir bu. İki yöntemin de indirgemecilikte birleştikleri açıktır. Gerek evrenselci ‘bircilik’, gerek göreselci ‘tekillik’ hakikati tek’e indirgemekle hegemonik karakterlerini açıkça yansıtmış oluyorlar.
Şüphesiz bu yöntemlerin arkasında uygarlık tekelciliği yatmaktadır. Temelleri Sümer rahiplerinin en büyük tanrı olarak ‘En’i inşa ettikleri dönemlere kadar uzanmaktadır. ‘En’in yüceltilmesinin nedeni, yükselen hiyerarşi ve şehir-sınıf-devlet tekelciliğini meşrulaştırma, toplumsal zihniyete egemen ve hegemon (Egemen ve hegemonun aynı kökenli olduğunu düşünmekteyim) kılma ihtiyacıdır. Yunan felsefesindeki ilk neden, en büyük icat olarak tanrı (Eflatun ve Aristo’da tanrı anlayışı) hep aynı kaynaktan gelmektedir. Tek tanrılı dinlerde ‘En’in büründüğü biçim, âlemlerin tanrısı olan ‘Allah’tır. ‘El’, ‘Ellahi’den gelir. Roma yükselişinde karşımıza ‘Jüpiter’ olarak çıkar. Tanrı-krallık, imparatorluk rejimlerinin inşa edildikleri her toplumun üstünde bu tip din veya mitolojik meşrulaştırma kavramlarıyla meşrulaştırılmaya çalışıldıkları çokça gözlemlenen bir husustur. Hemen her krallık, imparatorluk ve despotik rejimde benzer bir kavram yüceltilmesi, bir ideolojik hegemonya çabası görünmektedir. Zira bu yönlü bir zihni hegemonya olmadan, bu rejimlerin kalıcı olmaları zordur.
Avrupa kapitalist tekelciliği (uygarlığın yeni hegemonik merkezi ve biçimi olarak) 16. yüzyılda yükselirken, benzer bir çaba olmadan egemen olmayı başaramayacağının açıkça farkındadır. Tarihte ilk defa o döneme kadar kendini toplumun yarıklarında, dehlizlerinde saklamış para-sermaye (tarım, ticaret ve bizzat iktidar aygıtı olarak sermayeden farklı bir sermaye biçimi), hegemonik güç olarak toplumun üstünde ve giderek tüm gözeneklerinde yükselmek durumundadır.
Hıristiyan kökenli (dolayısıyla Ortadoğu Sümer kökenli) teolojiden gelme Francis ve Roger Bacon’la Rene Descartes’in yeni metot arayışları bu maddi hegemonik çıkışla yakından bağlantılıdır. Gerek yöntemsel, gerek içerik olarak peşinde oldukları ‘hakikat’, sermayenin bu yeni türüyle hegemonik yükselişte ortaktır. Kapitalist tekel hegemonyasını sağlamlaştırdıkça, ideolojik hegemonyası da bununla iç içe kendini sağlamlaştırmakta ve kalıcı kılmaktadır. Yeni metot, felsefe ve bilim devrimleri ancak bu maddi koşulun dönüştürücü etkisiyle bilimsel izahını bulabilir. Şüphesiz her şeyi kapitalizme bağlamak körlüğe yol açar. Böylesi bir yaklaşım oyuna gelmek ve en kaba indirgemeciliğe düşmek olur. Ama aralarındaki bağın önemi göz ardı edildiğinde hakikat araştırmaları sakat kalır, metafizik anlatımlar içinde değerini yitirir.
Modernite kavramını açıklarken, bu yöntem ve hakikat oluşumunu dikkate almak son derece gerekli ve öğreticidir. Kavram olarak ‘çağ’ anlamına gelen moderniteler çeşitlidir dönemlere göre farklılık kazanırlar. Sümer modernitesinden Roma modernitesine kadar, hatta daha önceleri ve sonralarına ilişkin pek çok modernite örneği bulunmaktadır. Bir dönem Roma modernitesinin tüm uygarlık merkezinde gururla yaşandığını kim inkâr edebilir? Sümerler ve hatta öncelleri olan Yukarı Mezopotamya modernitesinin, belki de zaman ve kapsam bakımından en gösterişli örnekler sunduklarını arkeolojik kayıtlardan huşu içinde seyrederek öğrenmiyor muyuz? Bu modernitenin devrimsel nitelikteki maddi kültürlerine anlam yüklenmeden izahı mümkün müdür?
Anthony Giddens, kapitalist modernitenin, diğer tüm modernitelerden farkını ortaya koyarken, hakikati açıklamada kısmen katkıda bulunmaktadır. Açık ki, İngiliz hegemonyacılığının çocuğu olarak, Giddens’ın bu konumunu kavramak mümkündür. Biricik olduklarını iddia etmek, her çağdaş aydının ülkesine, ulus-devletine (yeni tanrılık) ‘borcu’, ibadeti gibidir. Kapitalist moderniteyi üçlü ayaküstüne oturtması öğreticidir. Gerçi moderniteyi bir üst kategori olarak kapitalizmle ayrıştırmaktadır. Bunu yaparken içine girdiği tutum, açık ki sosyal bilim yöntemine hâkim olan ‘tekilci’ zihniyettir. Başka bir tip moderniteye şans tanımak istememektedir. Modernite olursa tek olur aynı dönemde iki tür modernite olmaz! İşte bu husus sağıyla, soluyla ve tüm ortasıyla sosyal bilim ekollerine hâkim olan ortak zihniyettir. Başta K. Marks olmak üzere bütün sol aydınlar, modernitenin tekliğinden, Avrupa türünden şüphe etmiyorlardı. Orta ve sağ aydın kesimler, liberal aydınlar ise, gerçeğin son sözü (Ortaçağ İslamı’ndaki ‘son peygamber’ söylemine ne de çok benziyor!) olduklarından emindiler. Ancak postmodernite döneminde farklı söylemler kendini yeni göstermeye başlamıştır.
Şüphesiz Nietzsche’nin modernite eleştirisi önemlidir. Dinselliğin modernite eleştirileri ise, ancak kendi moderniteleri (yeniçağın arkasında kalan eskiçağ) açısından anlam taşır. Michel Foucault’nun modernitenin insan ölümüyle sonuçlandığı ideası önemli olmakla birlikte yetersizdir. Reel sosyalizm ise, farklı idealarına rağmen, hiçbir zaman farklı bir modernite olmayı ne teorik ne pratik sorun olarak yaşadı. Reel sosyalizmin resmi çevreleri sıkça yeni bir medeniyet olduklarını idea ederken, bununla kalkınmayı ve her alanda kapitalizmle yarışmayı kastediyorlardı. Kapitalist modernitenin temel kalıplarına ve dayanaklarına (endüstriyalizm, ulus-devlet, özel kapitalist yerine devlet kapitalizmi) kapitalizmden daha yakın olduklarını düşünmüşler ve onlarla öne geçmeyi baş görev belirlemişlerdi. Başta Rusya ve Çin deneyimi olmak üzere reel sosyalizm deneyimleri gerçekten kapitalist modernitenin taze kanı olduklarını kanıtlamakta gecikmediler. Tüm ulusal kurtuluş hareketlerinin biricik amaçları, başarının zirvesi olarak görünen hâkim moderniteyi bir an önce yakalamak ve böylece mutlu yaşamı gerçekleştirmekti. Kurgu ve pratik böyledir. Bundan çok az şüphe duyulmaktadır.
Hâlbuki son dört yüzyılın hâkim modernitesi olarak kapsam ve biçimi eleştirildiğinde, beş bin yıllık uygarlık çağlarının (modernitelerinin) sadece en son biçimi olduğu anlaşılmakla kalmayacak birbirlerine etle tırnak misali bağımlı olduklarını ve zincirleme değişik halkalardan oluştuklarını görüp çözümlemek de zor olmayacaktır.
Gerek bu ciltle gerek önceki iki ciltle yapmaya çalıştığım şey bu tekli evrensel modernite anlayışını yıkmaktır. Yıkmak derken, alternatifinin daima beraberinde olduğunu, tüm bastırma ve örtbas etme çabalarına rağmen arzı endam ettiğini, diyalektik ikilemin karşı ucu olarak tüm kapsamı ve biçimleriyle varoluşunu sürdürdüğünü kanıtlamaya çalıştım. Demokratik uygarlık (uygarlık, çağ kelimesinin öz Türkçe karşılığıdır ve modernite anlamına gelmektedir) ad olarak belki yetersiz olabilir çok sayıda eleştiri gerektirebilir. Ama toplumun tarihsel-toplum niteliğini (Fernand Braudel’in konuya ilişkin yaklaşımı cesaret vericiydi) dikkate aldığımda, klan toplumundan aşiret, kabile, kavim, köy, dinsel cemaat vb. topluluklarına kadar tarihi adeta taşıran hareketlerini aynı uygarlıkçı (şehir-devlet-sınıf) yaklaşımlar içinde basit ‘barbar’ veya ‘dinsel gerilik’ olarak adlandırmaya ne gönlüm ne zihnim asla razı olamıyordu. Diyalektiğin hep yok edici kutuplar olarak işlemediğini iyice fark ettikten sonra, genel evrensel oluşumda gözlemlendiği gibi, tarihsel-toplumun da yok edici olmayan (ara sıra olabilen, ama daimi olmayan) diyalektiksel gelişiminde uygarlığın tekçi değil, ikilemsel bir süreç olduğunu tespit etmem zor olmadı. Gerisi bu ciltlerde zor koşullarda ve çok donanımsız da olsa dile getirilmeye ve deneme olarak sunulmaya çalışılmaktadır. Hayret ettiğim ve öfke duyduğum husus, müthiş donanımlarına rağmen, Avrupa merkezli sosyal bilimcilerin uygarlığın bu ikilemini neden farklı iki modernite olarak sistemleştirmeye çalışmadıklarıdır.
Bir kez daha Anthony Giddens’in modernite kavramının üç temel öğesine dönerek ne anlam ifade ettiklerini ve karşı kutbunda demokratik modernite kavramının karşı cevaplarını çözümlemeye çalışalım.
A- Kapitalizm ve Modernite Ayrışımı
Anthony Giddens’a göre (Şüphesiz Avrupa merkezli sosyal bilimcilerin ezici bir kesimi benzer görüşleri paylaşmaktadır), kapitalizm tarihte ilk defa Avrupa’da ortaya çıkmıştır. Benzerine tarihin hiçbir döneminde ve mekânında rastlanmamıştır. Bahsedilen kapitalizm, 16. yüzyılda dünya hegemonik güç merkezi olarak yükselen Amsterdam-Hollanda, Londra-İngiltere kapitalizmidir. Gerçeklik payı Amsterdam ve Londra’nın gerçekten bu yüzyıldan itibaren klasik dünya uygarlık merkezinin hegemonyasını devralmış olmalarında yatmaktadır. Hegemonik kaymanın nasıl gerçekleştiğine ilişkin dünya tarihi belki de sadece bu döneme ilişkin en geniş literatüre sahiptir. Ne tekrarlama imkânı, ne de bunun gereği vardır hatırlatmakla yetiniyorum. Kısmen diğer ciltlerde de anlatılmıştı. Bu tanımlamanın eksik ve yanlış olan yanları daha önem taşır.
a- Kapitalizmin tekilliğine ilişkin idea doğru değildir. İlk sermaye (kapital) tekelinin Sümer rahip tapınağında (Ziggurat belki de ilk banka ve fabrikadır) gerçekleştirildiğini kapsamlıca belirtmiştim. Bağlantılı olarak şehir-sınıf-devlet üçlüsünün ilk hegemonik tekel olarak şekillenmesini Sümerlere borçlu olduklarını rahatlıkla belirtebilecek durumdayız. Özellikle Andre Gunder Frank ve yakın arkadaş grubunun merkezi uygarlık ve dünya sistemine ilişkin görüşlerini öğrendikten sonra, görüşlerimdeki ikna olma durumum daha da pekişti. Ayrıca şunu ısrarla belirtiyorum: İktidar tekeli de sermaye tekelinin farklı bir biçimidir. Birikimin belli başlı dört çeşidinden biri olduğunu kavramanın önemini vurguladım. Verimi yükselen tarımda ilk tekel kurulmuştur. Bölgenin ticareti zorunlu kılması nedeniyle, ticaret tekeli de gelişme imkânı bulmuştu. Ayrıca şehir-tapınak zanaatçılığı üzerinde ilk endüstri tekeli de söz konusuydu. Şehir yönetimi ise askeri ve idari olarak görev almıştı, ama ilk üçlüyle sıkı işbirliği içinde olan en güçlü iktidar tekeli konumundaydı. Güç oranlarının değişik olması hegemonik ilişkiyi zorunlu kılmaktaydı. İlkin rahiplerin hegemonyası güçlüyken, sırasıyla bu durum değişecektir. Kısaca hem tekel, hem hegemonik karakter daha kuruluş aşamasında geçerlidir. Tarihsel gelişimini kaba halkalar halinde önceki ciltlerde sunmaya çalışmıştım. Ayrıca uygarlık tekellerine ilişkin çok önemli bir tespit de, aralarında ne kadar çatışsalar da, dışa (demokratik uygarlık güçlerine) karşı birlikte ve tarihi olarak da bir zincirin halkaları gibi hareket etme özelliğinde olduklarıdır. Hiçbir uygarlık öncekinin mirası olmadan ortaya çıkamazdı. Merkezi uygarlık sisteminden bahsediyorum, yoksa Çin’den, İnkalar’dan değil.
Avrupa uygarlık halkasının oluşum öyküsünü de uzunca vermeye çalışmıştım. Doğu uygarlığı ile (hatta neolitiğiyle) ilişkisini, Venedik’in üç yüz yılı aşkın bir değerdeki taşıyıcı rolünü önemle belirtmiştim. Avrupa’daki 16. yüzyıl sonrası uygarlığın (modernitesi anlamındadır) tekilliğine ilişkin idea edilebilecek en önemli unsur, daha çok gelişkin olan para-sermaye niteliğidir. Şüphesiz para-sermaye tekeli ilk hegemonik tekelini bu yüzyıldan itibaren Avrupa’da inşa etmeyi başarmıştır. Bu anlamda tekilliğinden, benzersizliğinden bahsetmek mümkündür. Ama para-sermayenin anayurdunun Avrupa, tarihinin de bu dönem olduğunu belirtmek açık ki mümkün değildir. Paraya benzer ilk eşyalar uygarlıktan bile çok önceydi. İlkçağ uzmanları obsidyen ve benzeri maddelerin ilk para rolü oynadıklarında hemfikirdirler. Birçok kıymetli madde halen ilkel komünal toplumlarda benzer rolü oynamaktadır. İlk para basımını ise, Ege’nin doğusunda M.Ö. 7. yüzyılda inşa edilen Lidya Krallığı’nda Kreuzus’un altın paraları biçiminde olduğunu, konuyla ilgili olanlardan bilmeyen yok gibidir. Para-sermaye birikimi için de aynı hususlar belirtilebilir. Birikim çok eski bir gelenektir. Kıymetli maden ve eşyalar bu anlamda tarih boyunca hep biriktirilmişlerdir. Arkeolojik kayıtlar bu konuda bol örnek sunmaktadır. ‘Karun kadar zengin’ sözü bu gerçeği dile getirmektedir. Para-sermayenin kâr amaçlı kullanımını hiçbir şey Asur Kârumları (Para, ticaret, pazar, ürün deposu gibi birleşik anlamı vardır) kadar orijinal ve çekici olarak izah edemez. Venedik, Amsterdam ve Londra’dan binlerce yıl önce para-sermayeye yataklık etmiş çok sayıda Doğulu kent vardır.
Avrupa para-sermayesinde tekil olan, yükselişe geçişi ve ilk defa hegemonyasını kurmasıdır. Karl Marks, sermayenin bu tür hegemonyasını ve moderniteye damgasını vurmasını olumlu ve ilerici bir rol biçiminde değerlendirir. I. Wallerstein, bu hegemonyayı kafesten çıkan aslana benzetirken, olumlu rolünü önemle belirtme gereğini duymaktadır. Hatta ortaya çıkış nedenlerini kilise ve krallıkların zayıf düşmesine ve Doğu’da Moğol istilasına bağlarken, büyük soru işaretleriyle karşı karşıya olduğunu (önceleri) sanki itiraf etmektedir. Sonuçta tarih için hiç de iyi bir seçenek olmadığı noktasına gelmiş bulunmaktadır. Para-sermayenin dört yüzyıllık egemenliğinin korkunç bilânçosunu tekrarlayacak yer burası değildir. Yalnız savaşlarda ölen ve yaralanan insan sayısı, savaşların sayı ve süresi, ekonomik bunalımların yıkıcı sonuçları, işsizlik ve yoksullaşma oranları, en önemlisi ekolojik felaketler payına yazıldığında, nasıl bir hegemonya ile karşı karşıya olduğumuzu kestirmek zor olmayacaktır.
b- Eksik ve yanlış olan idea ise, kapitalizme dayanan modernitenin tekilliğidir. Avrupa merkezli sosyal bilimin bu ideası çok kapsamlı ve kuşatıcıdır. Dünya-sistem olarak varlığını ve kuşatıcılığını tarihin sonu, hâkikatin son sözü olarak ebedileştirmekte önceki diğer çağlardan aşağı değildir. Hatta bilimsellik ideasıyla çok daha kesindir. Liberal ideolojik hegemonya, bağlaşığı medya tekelleriyle bu ideayı tüm insanlığın ortak hakikati kılmak için adeta çağ içinde çağ (medya, bilişim çağı) gibi olağanüstü bir konumda çaba harcamaktadır. İçerik ve biçim olarak gerçeği tarihsel boyutu içinde sunmaya önem verirken, geçmiş ve bugünden kopuk bir fütüroloji (gelecek bilimi) inşa etmekten de geri kalmaz. Müthiş ‘şimdilikçidir’. “Şimdiyi yaşa, gerisi boştur sloganı temel inanç olarak işlenir. Tüm eski ve yeni fikir ve ideoloji kalıplarından eklektik bir anlayışla oluşturduğu neoliberalizm, beterin beteri olarak adeta Roma’nın son havasını andırmaktadır. Üç ‘S’ -spor, seks ve sanat-, ideolojikleşmenin azami dönemini yaşamaktadır. Hepsine dinsel boyut kazandırılmıştır. Günümüzde bir stadyumdaki futbol şöleninden daha afyonlayıcı ikinci bir din bulmak çok zordur. Sanat endüstrisinde de benzer gelişmeler yaşanmaktadır. Cinsellik gibi en temel doğal bir içgüdü bile seks endüstrisine dönüştürülmüştür. Seksin afyonlayıcı etkisi en az spor ve sanat kadar dinselleştirilmiştir. Bu üçlüye kapitalist modernitenin dinsel şölenleri demek daha uygun düşebilir. Din adına radikal dincilik de modernitenin bir eğilimidir. Her ne kadar kendini anti-modern olarak sunsa da.
Derinden bakıldığında, kapitalizm damgalı modernitenin kendine en güvensiz tür olduğu anlaşılabilecektir. Bu kadar eklektizme ihtiyaç duyması bu gerçeği kanıtlamaktadır. Postmodernizm her ne kadar bu güvensizliğin ürünü olarak ortaya çıktıysa da, modernitenin alternatifi olamadı. Moderniteden bıkan aydın çevrelere sadece bir pencere açmak istiyordu. Yaşam tarzı itibariyle gırtlağına kadar kapitalist moderniteye batmış durumdadır. Bunun tipik örneğini filozof Adorno’da görmek mümkündür. Adorno, “Yanlış hayat doğru yaşanmaz derken, moderniteyi çok veciz bir biçimde izah ediyordu. Ama alternatif sunmada sıfırdı. Bu yüzden de devrimci gençliğin büyük tepkisini almıştı. Neoliberalizm aslında cilası dökülmüş moderniteye yeni cila olmak istiyordu. Fakat ne kadar ekleme ve yenileme yapsa da, küresel finans tekel çağının çelişkilerini örtbas etmesi ve sistemi kurtarması kolay olmamaktadır.
Andre Gunder Frank beş bin yıllık uygarlık sürecinde Avrupa uygarlığının yerini ve önemini belirlerken gerçeğe çok yaklaşmıştır. Fakat kendisi de derinden eksikliğini duyduğu gibi, birkaç genelleme dışında, çözüm veya alternatif sunmayı geliştirememektedir. Daha doğrusu, umudunu korumaktadır. Klasik uygarlık içinde ‘farklılık içinde birlik’ formülü doğru olmakla birlikte aşırı bir genellemedir. Nasıl yaşama geçirileceğine ilişkin hiçbir açıklama sunmamaktadır. Yanlışlığı ise, sistem içinde daha iyi ve farklı modern yaşamların (teori ve pratikte) olabileceğine dair taşıdığı umuttur. I. Wallerstein bu konuda olumlu ve radikaldir sistem içinde çözüme hiç inanmamaktadır. Yaşanan bunalımın sistemsel ve yapısal olduğunu bıkmadan tekrarlamakta ve çok doğru olarak belirlediği entelektüel, ahlaki ve politik görevlere dört elle sarılmayı önermektedir. Eksikliği, hangi sistem sorusuna kapsayıcı çözümler sunamamasıdır. Bunda samimi bir özeleştiride de bulunmaktadır. “Hepimiz burjuvazinin kutsal mabedinde aynı şerbeti içtik der. Ayrıca bu nedenle tanrıların gazabından duyduğu korkuyu (mecazi anlamda) dile getirir. Entelektüel sermayenin ne denli kapitalist moderniteye bağlı olduğunu ve radikal kopuşun zorluğunu dile getiren hayli ders çıkarılması gereken şeyler söylemektedir.
Benim durumum, daha çok “Kaçmanın ecele faydası yoktur deyişiyle anlam bulabilir. ‘Kapitalist modernite’den kaçıyordum. Ama bu onun elinden kurtulmama yetmiyordu. Dolayısıyla elinde ölmektense, alternatifini denemeyi çok daha gerçekçi ve cesurca buldum. Böylelikle ne Nietzsche gibi doğru söylemekle yetindim, ne Michel Foucault gibi ölümümü (insanlık olarak) ilan etmeye razı oldum, ne Adorno gibi kaderci, küs olarak “Başa gelen çekilir dedim, ne de Andre Gunder Frank gibi ‘farklılık içinde birlik’ arama sloganına sığınmayı yeterli buldum. Hatta I. Wallerstein gibi entelektüel, ahlaki (etik) ve politik görev üçlemesinin yeterli olduğuna da inanmadım. Denemem şüphesiz bu düşün ve erdem insanlarından önemli katkı ve cesaret almıştır. Fakat belirleyici olan “Yanlış hayat, doğru yaşanmaz sözünün benim için söz konusu edilemeyeceğidir. Çünkü bu söze göre hiçbir yaşamım olmadı. Çok koştum, ama kapitalist modern hayatı yakalamaya ne gücüm ne de inancım yetti. Daha yakıcı olanı ise, bende başkaldıran insanın “Bizi satma, ne ararsan kendinde bul demesiydi. Başkaldırılarımı yazıyorum.
Denebilir ki, beş bin yıldır kök salmadığı zihin ve ruh bırakmayan, son dört yüz yılında ise dışından, içinden, çevrenin havasından yerin dibine kadar toplumun el atmadığı, metalaştırmadığı, satmadığı ve satın almadığı hiçbir değerini bırakmayan, kendini Nemrut ve Firavun düzenlerinden milyon kere daha güçlendiren modernite güçlerine, üçlülerine ne yapabilirsin? Bu biçimiyle soruyu şüphesiz yanlış soruyorum. Modernitenin istediği tarzda soruyorum. Amacım bu soruya ve arkasındaki kurgulamaya yol açan her şeye bir hiç değerinde (olumluluk anlamında) olduklarını göstermektir.
Demokratik moderniteyi ne keşfediyorum, ne de icat ediyorum. Yeniden inşa konusunda söyleyeceklerim olsa da, fazla önemsemiyorum. Daha doğrusu, önemli olan husus başka yerde yatıyor. O da şuradadır ve şudur: Demokratik modernite ikilem halinde resmi uygarlık oluştuğundan beri vardır. Oluştuğu her yerde ve her zamanda vardır. Benim yapmaya çalıştığım, kabasaba da olsa, resmi uygarlığın her yerinde ve her zamanında olan bu uygarlık biçimine (Gayri resmi demokratik uygarlık, isim önemli değildir) hak ettiği değeri vermek, ana boyutlarında dikkat çekici açıklamalar geliştirmektir. Temel zihniyet biçimleriyle, yapılanma ve yaşam halindeki toplumuyla ne olduğuna ilişkin tanım ve tanımlamalar yapmaktır.
Tekil olduğu idea edilen uygarlığın (farklı çağ moderniteleri) elinin değdiği her yerde ve devrinin geçtiği her zamanda, diyalektik gereği bir karşıtının belirlenmesinin anlaşılmayacak hiçbir yanı yoktur. Tersine, anlaşılmaz olan, diyalektik yöntemin bu en doğal karşılığının neden uygarlık tarihi boyunca sistemli olarak ifadelendirilmediği, seslendirilmediğidir. Sümer’den Mısır ve Harappa’ya, Çin ve Hint’ten Roma’ya bunca uygarlık oluşurken sıkıştırılan, köleleştirilen Büyük Sahra’dan Orta Asya çöllerine, Sibirya’dan Arabistan’a kadar sel gibi koşan, ayaklanan sayısız kabile, aşiret ve dini cemaatlerin hiçbir karşı tepkisi, düşünce ve toplumsal yapılanması olmayacak mıdır? Bunun düşünülmemesi mümkün olabilir mi? Tarımsal-köy topluluklarının on bin yıl boyunca tüm uygarlıkları beslerken, hiçbir sesi, tepkisi ve karşı yapılanması olmayacak mıdır? Akla, insafa sığacak bir husus mudur bu? Binlerce yıldır inşa ettikleri kentlerin egemenlerince her türlü baskı ve sömürüye maruz kaldıklarında, emekçi halk sessiz durup kaderine mi şükredecektir? Bu mümkün müdür?
Binlerce alana ve döneme ilişkin binlerce soru sormak mümkündür. Cevapları da vardır. Olmayan şey, neden bu cevaplardan örülü bir uygarlık sistematiği (düşünce inşası, teori) oluşturulamadığıdır. Karşı yapılanmalar (ahlaki ve politik toplumun duruşu) da vardır. Olmayan şey, binlerce despot, imparator ve iktidar-sermaye tekellerine gösterilen ilginin, toplumsal doğanın en temel duruş haline, ahlaki ve politik toplumun durumuna ve gelişimine ilişkin gösterilmemesidir.
Çok iyi tanıdığımız İslam uygarlığının tüm halife, sultan, emir, şeyh, şehinşah ve komutanının her biçimine karşı en ayrıntılarına kadar öyküler anlatılacak, ama üç kıtaya yayılmış müminlerin tarikat ve mezhepleri, direnişleri, özlemleri ve inançları layıkıyla ya tarihselleştirilmeyecek ya da çarpıtılarak öyküleştirilecektir. Açık ki, burada uygarlık içi çatışma ve ikilem vardır. Ama bir taraf sınırsız övgülerle yüceltilirken, karşıtları yerin dibine batırılmıştır. Kendi yaşamımda bile tanık oldum. Alevi Kürt’ü, Sünni Kürt’ü, Êzidi Kürt’ü de gözlemledim. Açık söylemeliyim ki, Alevi ve Êzidi Kürt’ündeki binlerce yıldan beri süzülüp gelen uygarlığı, karşı uygarlıktan çok daha ahlaki ve politik buldum. Hâlbuki klasik uygarlık söylemleri Alevi ve Êzidiler hakkında ağza alınmayacak karalamalarla doludur. Tabiî ki burada Sünni emekçileri, kabile ve aşiret kültürlerini kastetmiyorum. Tüm bunların uygarlık kefesindeki yerleri demokratik medeniyettir. Bunun örneklerini her yerde ve zamanda göstermek mümkündür. Amacımızı açıklamak açısından sanırım yeterlidir.
Moderniteye ilişkin bir hususa daha açıklık getirmenin önemli olduğunu belirtmeliyim. Kapitalist modernite kavramı bir anlamda doğru değildir. Kavramı koşullu kullandığıma dikkat edilmelidir. Nasıl kapitalist toplum kavramının müphem ve gerçeği perdeleme gibi sakıncası varsa, kapitalist modernite kavramının belki daha fazla benzer sakıncaları vardır. Modernite genel anlamda bir çağın toplumsal yaşam tarzıdır. Maddi ve manevi kültür olarak bir döneme damgasını vuran tüm teknik, bilim, sanat, siyaset ve moda unsurlarını ihtiva eder. Bu anlamda moderniteyi kapitalizme mal etmek büyük hata olur. Hatta birçok unsuruyla ezici olarak bir tekel olan kapitalizme karşıttır. Nasıl ki toplumsal doğanın temel yaşam tarzı olan ahlaki ve politik toplum genelde uygarlığa, özelde kapitalist uygarlığa karşıtsa, modernitede de benzer duruş söz konusudur. Modern toplum kapitalist toplum değildir. O halde neden kapitalist modernite kavramını kullandım? Çünkü kapitalist tekel hegemonik müttefikleriyle topluma olduğu kadar, dönemin yaşam tarzı olarak kabul gören modernitesine de damgasını vurmak ister. İdeolojik, politik-askeri müttefikleriyle çağın yaşam tarzının sanki yaratıcısı, oluşturucusu kendisiymiş gibi çok sistemli bir çaba (eğitim, kışla, ibadet yerleri ve medya vasıtasıyla) harcar. Kendisinin olmayanı kendisininmiş gibi bir egemen zihniyet yaratır. Eğer bu yönlü propaganda çabası başarılı olmuşsa, toplum veya moderniteye damgasını vurmuş olur.
Antony Giddens kapitalizmi modernitenin en önemli ayağı sayarken bir ikileme düştüğünün belki de farkında değildir. Sorulması gereken soru, hangisinin hangisini doğurduğu veya belirlediğidir. Modernitenin kapitalizmi doğurması düşünülemez toplumsal doğanın kendine özgü çağı olarak yaşanır. Fakat kent-sınıf-devlet olarak baskı ve sömürü tekelleri oluştuktan sonra, dönemin yaşam tarzına damgalarını vurup kendilerine mal etmek isterler. Bu durumda çoğunlukla başarılı olduklarını kabul etmek gerekir. Olagelen, propagandanın başarısıdır. Koskoca bir çağ haramzadelere mal edilmiştir. Kapitalist modernite kavramını kullanırken, bu koşulumuzu daima göz önünde bulundurmak gerekir. Fakat toplumsal doğa hiçbir zaman tamamen kapitalizm veya başka bir tekelin tam rengini, varoluş tarzını kendi kimliği olarak benimsemez. Toplumsal doğalar kendilikler olarak teorik olarak da bir baskı ve sömürü tekel şubesine dönüşemezler. Saf kapitalizmin olamayacağını kanıtladığımız gibi, saf uygarlığın da gerçekleşmesi mümkün değildir. Mümkün olur diyen olursa sormak gerekir: Şehir-sınıf-devlet üçlüsü, sömürülecek ve yönetilecek bir toplum olmadan, sadece kendileri olarak nasıl yaşayabilecekler? En basitinden maddi yaşamlarını nasıl sürdürecekler? Ama bunlar dönemin toplumsal doğasına damgalarını vururlar, istismar edebilirler. Avrupa söz konusu olduğunda Rönesans’ı, Reform’u ve Aydınlanma’yı kapitalizme mal edemeyiz. Yaratıcıları hiçbir zaman para-sermayedarlar ve iktidarlar olmamıştır. Ama para ve iktidar gücüyle damgalarını her zaman vurmak istemişlerdir. Çünkü bunu başarırlarsa daha çok para ve iktidar sağlayacaklarını iyi bilirler.
Karşıt olarak para-sermaye ve iktidarların hedefi olan toplum da çağın yaşam tarzına damgasını vurabilir. Bunun da birçok yolu ve örneği vardır. Toplumsal doğanın kendiliği de esas olarak bu yöne eğilimlidir. Toplum ezici olarak anti-kapitalisttir. Çünkü sermaye tekelinin sömürü ve tahakkümünü günlük olarak yaşamaktadır. Gençlik, kadınlar, işsizler, sömürge halkları, birçok dini cemaat, emeği ile geçinen her topluluk, tarihsel-toplumun ana kütlesi (demos) çağın yaşam tarzına, modernitesine esas rengini veren kesimlerdir. Bütün bu ve benzeri kesimlere kolaylık olsun diye halk (demos) diyoruz. Demokrasi, bu kesimlerin kendilerini bizzat yönetmelerinin adı oluyor. Politik bir kavram olmasına rağmen, kapsadığı alan ve kesimler toplumun ana kütlesini oluşturduklarından ötürü demokratik toplum, demokratik modernite kavramları doğruya, öze yakın düşen kavramlardır. Bu nedenle sıkça kullanmam anlayışla karşılanmalıdır. Demokratik modernite alternatifi derken, bu gerçeği kastetmekteyim. O halde A. Giddens tarzı tekil modernite, hem de kapitalizm damgalı modernite kavramı çok müphem ve yanlışlıklar taşıma potansiyeli yüksek kavramlardır.
Bir modernitenin rengini belli edecek olan, karşıt kutupların ideaları, yapılanmaları, mücadeleleri ve başarı düzeyleridir. Tümüyle kapitalisttir veya demokratiktir demek kabaca ve körce bir indirgeme olur. Zaten ‘tüm’ kelimesi, toplum söz konusu olduğunda, çok dikkatli kullanılmayı gerektirir. Çünkü toplumsal doğa karmaşıktır ve hiçbir zaman tümüyle bir şeye, renge tekabül etmez. Unutmamak gerekir ki, çelişki farklılık gerektirir. Farklılık ise yaşamın anlamıdır. Çelişki, dolayısıyla farklılaşma durduğu an yaşam da bitmiş demektir. Ölüm bile yaşamın kanıtlanmasından başka bir anlam ifade etmez. Hiç ölümü olmayan, örneğin sonsuzluğa mahkûm bir yaşamın nasıl korkunç bir şey olduğunu düşünebiliyor muyuz? Doğrusu, böylesi bir yaşam büyük işkence olurdu. Hep benzerlik aramak, eğer karşıtlarını ezme amacı taşımıyorsa, yaşamı inkâr etmek olur. Faşizmin, kapitalist modernitenin moda dışında (moda örneğinde, benzerlikleşme işkencesine karşı kapitalizmin yaşam karşıtlığını gizlemek için en kandırmaca sanat) tüm toplumsal farklılıkları tasfiye etme ve tek renge indirgeme çabası yaşam karşıtlıklarının diğer kanıtlayıcı örnekleridir.
Sonuç olarak müphem bir kavram olan moderniteyi nitelerken, kapsam ve süre belirlenimleri önemlidir. Tekilleştirmek büyük yanlışlıklar içerir. Uygarlığın çağcıllığı, güncelliği olarak tanımlarken, toplumsal bağlamı dikkatli seçimleri gerektirir. Sosyal bilimlerin bu yönlü büyük eksiklikleri ve yanlışlıkları göze çarpıcıdır. Bunu ancak sermaye ve iktidar tekellerinin para ve baskı gücüne dayalı olarak izah edebiliriz. Bilim iktidarı, iktidar sermayeyi doğurduğu gibi, tersi de doğrudur. Buna rağmen toplumsal doğa, ana kütlesi itibariyle kapitalist hegemonik çağda demokratiktir. Dolayısıyla çağın yaşam tarzı olarak modernitenin demokratikleşmemesi düşünülemez. Modernitenin demokratikliği toplumsal hacim olarak modernitenin kapitalisti ve işbirlikçilerinden katbekat üstündür. Kavramak için yeter ki doğru düşünmesini bilelim.
Kürdistan Stratejik Araştırmalar Merkezi
www.navendalekolin.com – www.lekolin.org – www.lekolin.net – www.lekolin.info