12 Mart 2012 Pazartesi Saat 17:05
Çağımızın (modern yaşam tarzımızın) endüstriye misli görülmemiş oranlarda bağımlı olduğu bir gerçektir. 19. yüzyıl endüstri devriminin tarım devriminden sonra gerçekleşen ikinci büyük toplumsal devrim olduğu da inkâr edilemez. Tıpkı sermaye birikiminde olduğu gibi, endüstrileşmenin modernitemizin bir benzersizliği olduğu ideası ise abartmadır. Belki 19. yüzyıl ayarında olmasa da, genelde toplumsal doğada ve özelde neolitik tarım toplumuyla uygarlık dönemi toplumlarında çok sayıda endüstriyel hamle gerçekleştirilmiştir. Tüm teknik gelişmelerin bir nevi endüstri adımları olmaları itibariyle gelişme süreklidir. Hamle dönemlerinde olan ise niteliksel sıçramalardır. İlk çanak çömlek endüstrileri, el değirmenleri, dokuma tezgâhları, tekerlek, saban, çekiç-örs, balta, bıçak, kılıç, değirmen, papirüs, kâğıt, çeşitli madeni aletler vb. gibi binlerce endüstri icadı saymak mümkündür. Ama en büyük endüstri devriminin 19. yüzyıl başlarında İngiltere önderliğinde büyük bir hamle yaptığı tartışma götürmez. Bu, modernitenin önemli bir farkı olmakla birlikte, tekilliğini garanti etmez farkını ortaya koyar.
Endüstriden endüstriyalizme geçiş daha farklı bir durumdur. Endüstriyalizm endüstrinin ideolojik mahiyet kazanmasını ifade eder. Tarım ve köyün aleyhine gelişen, ayrıca geleneksel şehir zanaatçılığını da karşısına alan endüstricilik, günümüze doğru gelişiminde başta ekolojik felaketler olmak üzere modernitenin tüm hastalıklarının kökeninde yatar. Elbette endüstricilik sermaye tekellerinin ideolojisidir. 18. yüzyıl sonlarında ellerinde büyük miktarlara ulaşan para-sermayenin kulanım alanları (geleneksel halleriyle) daralınca sanayiye yönelmeleri, kâr oranlarının düşmesini önleme, hatta daha da yükseltme eğiliminden (kâr kanunu) kaynaklanmıştır. Özellikle dokuma sanayi böyledir. Mekanik üretim yeni enerji kaynaklarıyla (kömür-buhar-elektrik) buluşunca patlama gösteren üretim bir anda kâr oranlarını azamiye çıkardı. Ulus-devlet olgusu ve aralarındaki şiddetli rekabet de bu yeni kâr oranlarıyla ilgilidir. Sanayileşme yani endüstriyalizm her şeyin önüne geçti. Kendisi ulus-devletin en kutsal inancı oldu. Günümüze kadar bu yarış hızından hiçbir şey kaybetmeden devam etmektedir. Sonuçlarının daha şimdiden korkunç boyutlara ulaştığı ortak bir kanaattir. Sadece dar anlamda ekolojik yıkımlar değil, daha köklü ve kapsamlı kültürel ve fiziki soykırımlar, tarihin hiçbir dönemiyle karşılaştırılamayacak denli küresel, bölgesel ve yerel boyut kazanan savaşlar, giderek ideolojik-metafizik ve iktidarı çoğaltım yöntemleriyle ahlaki ve politik kimliğinden kopartılan toplum, dolayısıyla toplumkırımlar endüstriyalizm eğilimi veya diniyle yakından bağlantılıdır. Endüstrinin kullandığı bilim ve teknik bu nedenle tarihin hiçbir dönemiyle karşılaştırılamayacak denli ideolojik bir mahiyet kazanmıştır.
Modernitenin benzersizliği olarak endüstriyalizm, toplumun hem bağrındaki hem de önündeki en büyük tehdidi oluşturmaktadır. Tarım ve köyü yıkan, kenti kanser gibi büyüten, toplumu tümüyle gözetim ve denetim altında tutan, sızmadığı bir gözenek bırakmayan iktidarların çığlaşma eğiliminde endüstriyalizm temel etken konumundadır. Ulus-devlet, endüstriyalizmin iktidar ve ideolojik hegemonyasının temel formu olarak, tüm bu süreçlerde başroldedir.
Toplumsal doğa olarak insanlık, modernitenin benzersizliği olarak çoktan bu endüstriyalizmin gerçek mahşeri tehdidi altına girmiştir. Uç veren felaketler tehlikenin işaret fişekleridir. Bunda kâr kanunu adı verilen sermayenin sürekli birikme ve büyüme arzusunun ne denli toplum karşıtlığıyla özdeş olduğu çok açıktır. Toplum doğasına sürekli birikim kanununu dayatmak, toplumkırımın ta kendisidir. Maddi ve kültürel soykırımlar bu sürecin ilk adımları olmuştur. Tedbir alınmazsa dosdoğru mahşere gidildiği, aklı başında ve biraz vicdanı olan her bilim insanının vardığı bir ortak sonuçtur. Dolayısıyla modernitenin benzersizliği olarak ikinci tekil olan endüstricilik, ‘Siyam ikizi’ olduğu kapitalizmle birlikte sadece moderniteye damgasını vurmakla yetinmiyor modernite aracılığıyla sadece ekonomik bunalımlara yol açmakla kalmayıp, toplumun tüm hayati dokularında ve unsurlarında kanserleşmesinde başrol oynuyorlar.
Tam bu noktada, kapsamda demokratik modernitenin toplumsal varoluştaki konumu bütün açıklığı ve gerekirliğiyle ortaya çıkmaktadır. Toplum ya dörtnala mahşere koşusunu devam ettirecektir, ya da demokratik moderniteye sarılış, yüceltiş ve yeniden inşa hamlesiyle dur diyecektir. Orta yerde sürüklenişin maliyetleri her geçen gün çığ gibi büyümektedir.
Bu tespitler endüstrinin tümüyle olumsuz olduğunu söylemiyor. Kâr peşindeki endüstriyalizmin felaketine dikkat çekiyor. Endüstri de, tıpkı analitik akıl ilişkisinde olduğu gibi, ahlaki ve politik toplum doğrultusunda kullanıldığında cennet örneği yaşama da götürebilir. Ekoloji ve tarımla el ele veren bir endüstri hamlesinin sadece en temel ekonomik sorunları çözmekle kalmayacağı, sorunların diğer tüm yan etkilerini olumluluğa çevirebileceği de belirtilebilir. Sadece otomobil hurdacılığı (aşırı) durduğunda, petrolden taşıma yollarına, çevre kirlenmesinden insan biyolojisine kadar çok sayıda alanda devrim niteliğinde sonuçların doğacağını kestirmek zor değildir. Hatta deniz endüstriciliği bu hızla giderse, deniz ve karadan hayır kalmayacağı göz önünde tutulduğunda, kesin bir taşıt sınırlamasının hayati önem taşıdığı daha iyi anlaşılır. Tabii başta nükleer endüstricilik olmak üzere, kültürel endüstri de dâhil, binlerce daldaki endüstriciliğe getirilecek sınırlamaların yol açacağı köklü değişimlerin sonuçlarını uzun boylu incelemenin yeri bu satırlar olamaz. Sadece dikkat çekmenin bile devrimsel boyutlarını kavramak, konunun büyük önemini ortaya koymaktadır.
Kâr kanununu durdurmak elbette büyük toplumsal eylemliliği gerektirir. Demokratik modernitenin ana güdüsü ve sürükleyici unsuru kâr olmadığından, en uygun uygarlık seçeneği olması bu nedenle hayati önem kazanmaktadır. Sınıf-sermaye-kâr sistemine dayanmayan ahlaki ve politik toplum sisteminin ana kaygısı kendi kimliğini özgür tutmak, bunun için demokratik siyaset araçlarını yaşamsal kılmaktır. Bireyin önüne sınırsız kazanç ve kâr tutkusu koyan liberalizm, bunun için kapitalist ve endüstriyalist moderniteyi yegâne yaşam tarzı olarak sürekli muştular. Bir nevi ilkçağ dinleri gibi sistemi kutsama ihtiyacı duyar. Kültürel endüstricilik, bu kutsamanın sınır tanımaz yeni biçimidir. Ekonomik sınıf mücadelesi, her türlü iktidar savaşları, kendi başına ekolojik ve feminist hareketler bu denli devasa boyut kazanmış moderniteyi ancak alternatif moderniteyle durdurabilir. Kapitalist hegemonyacılığın dört yüz yılı bu gerçeği yeterince açıklamaktadır.
Sadece reel sosyalizmin çözülüşünün bile alternatif moderniteyi geliştiremeyişinden kaynaklandığını kavramak için büyük bir sosyal bilimci olmak gerekmez. Reel sosyalizmin endüstriyalizme çözüm getirmesi halinde bile üstünlüğünü koruyabileceğini rahatlıkla kestirebilmekteyiz. En az kapitalist hegemonyacılığın peşinde koştuğu ve damgasını vurmak için her şeyini ortaya koyduğu modernite savaşını kazanmak için, başta reel-sosyalist çizgidekiler olmak üzere ana muhalif gruplar (ütopyacılar, anarşistler, ulusal kurtuluşçular, ekolojistler ve feminist hareketler) kendi modernite mücadeleleri için teori ve pratikte ana bir doğrultu tutturmuş olsalardı, herhalde dünyanın bugünkü modernite görünümü çok daha farklı olurdu. Kaybettikleri tek ve ortak nokta, “Hangi modernite? sorusunu sormamaları ve cevap için sistematik teorik ve pratik bir hat peşinde birlikte koşmamalarıdır ezici biçimde kapitalizmin ve endüstriyalizmin sunumunu yaptıkları yaşam biçimini gırtlaklarına kadar yaşamakta beis görmemeleridir. Dahası ve en önemlisi, devlet-ulusçuluğunu bir modernite unsuru olarak eleştirmek yerine, yaşam biçiminin ana formu olarak benimsedikten sonra genelde muhalefetin, özelde sol muhalefetin kazanacağı bir ana davasının görünürlük kazanması elbette müphem ve zor olacaktır.
Hayret ettiğim bir nokta, “Başka bir dünya mümkündür sloganına ilişkin olanıdır. Bu sloganın sanki önemli bir keşif, mesaj veya zihniyetmiş gibi sunulması hayretimi daha da arttırmaktadır. Orta yerde çuvala sığmayan dev gibi modernite sorunları açığa çıkmışken, sistem her taraftan su almışken ve pul pul dökülürken, yerin altı ve üstü bile isyan ederken, böylesi buluş insana ‘pes’ dedirtir. Adama sormazlar mı? Mevcut hâkim modernite (kapitalizm ve endüstriyalizmin damgasını vurduğu modernite) tüm sorunları ve çılgınlıklarıyla (kastedilen, yaşam tarzıdır) orta yerdeyken, sen hangi alternatifinle, tüm ana unsurlarda eleştirinle yetinmeyip cevap olacaksın, oluşturabileceksin?
Tarihte din, felsefe ve ahlaki öğretiler, tüm erdemli bilgelikler, dönemlerindeki modernite sorunlarına yanıt olmak için geliştirilmişlerdir. Yeterli olup olmamaları tartışılabilir. Önemli olan, ahlaki ve politik toplum adına çabaların hiç eksik olmadığıdır. Demokratik modernite tüm bu deneyimlerin ışığında, kapitalist moderniteyi ona özgü sorunlarıyla birlikte kapsamlı çözümleme ve yanıtlarla karşıladığında ancak anlam ifade edebilir. Tarih ve güncellik, sanıldığının aksine, uygarlık güçlerinin mutlak hâkimiyet sahası değildir. Tarih böyle olduğuna dair propaganda yüklüdür. Yazılan her tarih gerçek olmadığı gibi, günümüz modernitesi için sosyal bilimin söylediği her şey de gerçek değildir büyük oranda ideolojik hegemonyanın şaşırtma, körleştirme, dogmalaştırma retoriğidir. Demokratik siyaset dar anlamıyla politik toplumu işlevselleştiren araç değildir tarihsel-toplumu tüm yönleriyle açıklama eylemidir de. Kapitalist ve endüstriyalist moderniteyi demokratik siyasetle açıklama ancak hakikatle bütünleştiğinde ahlaki ve politik toplumun büyük karar ve eylem gücü ortaya çıkar. O zaman “Nasıl bir modernite ve çağcıl yaşam? sorusu layıkıyla cevabını bulur. Başkaca hiçbir yöntemin yeterli ve başarıya götüren cevaplar üretmediğini, kapitalist hegemonyanın son dört yüz yıllık deneyimi kanıtlamaktadır. Demokratik modernite bu tarihsel deneyime idea uygulamalarıyla yetkin yanıttır.
C- Ulus-Devlet, Modernite ve Demokratik Konfederalizm
Modernitenin üçüncü ve en önemli süreksizliği olarak ulus-devlet, kapitalizmin toplumu fethetme ve sömürgeleştirme eyleminin en temel araçsal formudur. Liberalizm kendini amaçlar bütünü (idealar toplumu) olarak sunarken, ulus-devlet temel iktidar formu olarak anlam bulur. Toplumun tarihinde rastladığı içte ve dışta en kapsamlı fethi ve sömürgeleştirilmesi ulus-devlet formu olmadan gerçekleştirilemez.
Sosyal bilimlerin üzerinde en çok köreltme, saptırma ve dogmalar yığını geliştirdiği konu yine ulus-devlettir. Halen devletin kapsamlı bir çözümlemesinin yapıldığını söylemek zordur. Lenin gibi bir Marksist bile tarihin en büyük toplumsal devrimlerinden birine giderken, ‘devlet ve iktidar sorunu’nun çözümlenmesini modernitenin ulus-devlet ayağından kurtarmayı başaramaz. Başarmayı bir yana bırakın, tüm eleştirilere rağmen demokratik toplum örgütlenmesi olan Sovyetler’in bile ulus-devlete dönüştürülmesini devrimin sağlamlaştırması olarak değerlendirmekten kendini alıkoyamaz. Bugün dünya kapitalizmine en büyük hizmeti sunan Çin ulus-devleti aynı yaklaşımın devasa örneğidir.
Anthony Giddens’ın ulus-devletin tekilliğine ilişkin yaklaşımı gerçeklik payı taşımasına rağmen, tarihsel kümülâtif iktidar tekelleriyle zincirleme bağlılığı açısından çok yetersiz bir anlatımdır. Ulus-devleti önceki ciltlerde kapsamlıca tanımlamaya çalıştığım için burada tekrarlamayacağım. Farklı açılardan konuyu aydınlatarak, çıkarılması gereken sonuçları belirtmekle anlatımı yetkinleştireceğim.
Her şeyden önce, ulus-devlet, iktidarın azami formu olarak düşünülmelidir. Hiçbir devlet biçimi ulus-devlet kadar (Devlet-ulusu demek daha doğru olabilir) iktidar kapasitesinde değildir. Bunun en temel nedeni, orta sınıfın üst kesiminin artan oranda tekelleşme sürecine bağlanmasıdır. Ulus-devletin kendisinin en gelişmiş komple tekel olduğunu hiç akıldan çıkarmamak gerekir. Ulus-devlet aşamasında ticari, sınaî ve finans tekelciliği, iktidar tekelciliği ile azami ittifak kurmuş durumdadır. Toplam tekellerin en gelişmiş birliğidir. İdeolojik tekeli de iktidar tekelinin ayrılmaz bir parçası olarak bu kapsamda düşünmek gerekir.
Sosyal bilimlerin en şaşırtma yaptıkları alanlardan birisi tekellere ilişkin olanıdır. İktidar aygıtlarını ekonomi üstü olarak ticari, sınai ve finansal tekellerden ayrı konumlandırmaya büyük özen gösterirler. Böylelikle genelde iktidarı, özelde devleti tekel olgusundan farklı olgularmış gibi sunmak isterler. Sosyal bilimleri sakat bırakan temel noktalardan biri budur. Ekonomi üstü tekellerle iktidar tekelleri arasındaki fark, ancak işbölümü anlamında izah edilebilir. Bunun dışında aralarındaki bütünlük tarihseldir ve kesindir. Fernand Braudel’in çok etkili bulduğum bir cümlesini buraya almak durumundayım. Braudel, “İktidar da sermaye gibi biriktirilir der. Aralarındaki bütünlüğü yakalamış gibidir. Kaldı ki, konuya birçok açıdan açıklık getiren bilge bir kişidir.
İktidar sadece sermaye gibi biriktirilmez. Sermayenin en homojen, rafine edilmiş, tarihsel olarak biriktirilmiş halidir. Büyük harflerle yazarsam, İKTİDAR SERMAYENİN EN HOMOJEN, RAFİNE EDİLMİŞ, TARİHSEL OLARAK BİRİKTİRİLMİŞ HALİDİR. Ekonomi üstü diğer sermayeler daha farklı biriktirilerek el değiştirme, örgütlenme konumundadır. Hepsine tekel olarak bakma ve anlam vermenin temelinde ekonomi üstü olma ve genelde toplumsal değerlere, özelde toplumsal artı-değerlere el koyma (el koyma = tekel) mahiyetinde olmalıdır. İster vergi, ister işletme kârı, ister apaçık talan biçiminde olsun, tüm toplumdan sızdırmalar tekel mahiyetindedir. Bu nedenle tekel kavramı yerinde ve iyi anlaşılmalıdır.
Ulus-devletin tarih içindeki yeri, tüm bu tekelleri iyi bir biçimde kendi kapsamında birleştirmesidir. Sermayenin azami bütünlüğü oluyor ve gücünü de bu konumundan alıyor. Sermaye birikiminin en etkili aracı olması da bu konumundan gelir. Bolşevik Partisi’nin ulus-devlet inşasının yetmiş yıl aradan sonra dev cüsseli bir sermaye bütünlüğü olarak karşımıza çıkması hepimiz için çok şaşırtıcıydı. Hâlbuki konuya ulus-devlet çözümlemesi açısından baktığımızda, bu durum son derece anlaşılırdır. Çünkü ulus-devlet örgütlenmesi sermayenin devlet olarak örgütlenmesinin tipik ve en kestirme halidir. Ulus-devlet ile sosyalizm değil, en has kapitalizm örgütlenebilir. Katırı at yapmak ne kadar mümkün ise, ulus-devleti sosyalist yapmak veya saymak da o denli mümkündür.
Buna rağmen, ulus-devlet tekilliğini tarihsel formlardan kopararak izah etmek mümkün değildir. Farklılaşması ne denli gelişmiş olursa olsun, belirleyici olan iktidarın tarihsel birikimidir. Ulus-devleti örgütleyen ilk ülke olan İngiltere’ye bakalım: İngiltere 16. yüzyıl başlarında İspanya, Fransa ve Normanların iktidar kıskacındadır. Eğer kendini ulus-devlet olarak örgütleyemezse, tasfiye olma tehlikesi açıktır. Kendisi krallıktır. Peş peşe hanedanlar gelip gitmektedir. Ekonomisi neolitikten beri Avrupa üzerinden gelen göçlerle inşa edilmektedir. Diğer Avrupalılardan farkı, esas olarak ada konumudur. Ulus-devletini bu tarihsel ve somut koşullara dayanarak inşa etti. Tarih bu süreci, Sterlinin gücünün artmasının borçlanma ve ekonominin üstünde azami tekelleşmeyle nasıl el ele yürüdüğünü bütün somutluğu içinde anlatmaktadır. Sanayi devrimine de hegemonik çıkış için yöneldiği bilinmektedir. Demek ki İngiliz tarihi, özellikle hanedanlık tarihi ve bizzat hanedanlık olmadan, İngiliz-ulus devletinin mümkün olması şurada kalsın, asla düşünülemeyeceği açıktır. Hanedanlık tarih boyunca en kapsamlı ve uzun süreli devlet formudur. İngiltere’nin halen hanedanlık forsunu bırakmaması tarihin bu yanıyla bağlantılıdır. Demokrasiler ve cumhuriyetler çok sınırlıdır. İmparatorluklar daha değişik bir formdur. Binlerce yıl en rafine tekel olarak süzülüp gelmiş olan iktidar birikimleri olmadan, genelde devletler, özelde ulus-devletler oluşamaz.
Ulus-devletin teolojik kaynaklarla bağına pek az değinilmiştir, ama bu konu son derece önemlidir. Karl Schmitt, tüm çağdaş siyasal kavramların teolojik (tanrı bilimi) kaynaklı olduğunu belirtirken, gerçeği bir yönüyle aydınlatmıştır. Dikkatli bir sosyolojik yoğunlaşma, dinin ve bağlantılı olarak tanrı imgesinin, toplumsal kimliğin en eski biçimi olduğunu tespit etmekte zorlanmaz. Din ve tanrı bilinçli birer imgesel kimlik olmalarından ziyade, zihniyet çağlarının bir gereği olarak anlaşılmalıdır. Toplumsal kolektif tasavvur kendini en kutsal kavramlarla kimliklendirmeyi, ayakta kalmanın yollarından biri olarak düşünmektedir. Tanrısallığın kökeninde toplumsal varoluşun kutsanması yatmaktadır. Süreç içinde iktidar, devlet ve toplum ayrışması hızlandıkça, kutsallık ve tanrısallık payeleri tüm toplumun kolektif kimliği olmaktan çıkıp, iktidar ve devlet sahiplerine mal edilir. İdeolojik hegemonya burada önemli rol oynar. İktidar ve devletin tanrı kaynaklı olduğu belirtilir dolayısıyla iktidar ve devlet sahipleri olarak kendilerinin de kutsal ve tanrısal olduklarını idea etmenin yolları açılmış olur. Tanrı-kral, tanrının devleti kavramlarına ulaşmak artık zor değildir. Tanrı elçiliği, tanrı gölgesi kavramları da peşi sıra gelişmekte gecikmeyecektir.
Laik devlet kavramı kendini her ne kadar bu sürecin dışında tutmak istese de, bu doğru değildir. Kilisenin etkisinden rahatsız ve ağırlıklı Yahudi kökenli olan Mason cemaatinin temel ilkesi olan laikliğin, zaten ruhani ilkenin karşı kutbu olarak da varoluşunu büyük ölçüde bu kavramdan alması doğası gereğidir. Açıkça belirtmek gerekir ki, ne laiklik sanıldığı kadar dünyasal-sekülerdir, ne de ruhanilik sanıldığı kadar ahiretsel ve uhrevidir. Her iki kavram da dünyalıdır, toplumsaldır. İdeolojik dogmalar ikisi arasındaki farkı açmışlardır.
Dolayısıyla tüm çağlar boyunca görülen iktidar ve devletin tanrısal kaynaklı imgesinin olduğu gibi çağımıza yansıması beklenebilir. Çağdaş devletin de bu yansımadan etkilenmemesi düşünülemez. Kavram tarih boyunca böyle yoğrulmuştur. Laik devlet veya iktidar kavramı çelişkili ve müphemdir.
Ulus-devlet sanıldığından daha fazla tanrısal kavramlarla yüklüdür. Tarihin hiçbir döneminde görülmediği kadar kutsanma törenlerine tabidir. Dayandığı ve imge seçtiği ‘vatan’, ‘bayrak’, ‘üniter’, ‘bağımsızlık’, ‘kutsallık’, ‘marş-müzik’, ‘öyküleme anlatımı’ gibi kavramlar, tanrı-krallıklardan daha fazla tanrısal payeye sahiptir. Hiçbir devlet biçimi ulus-devlet kadar ideolojik, hukuki, siyasi, ekonomik ve dini zırhlara bürünmemiştir. Bunun temel nedeni, yine çok kalabalıklaşmış bir sivil-askeri bürokrasiye temel geçinme kapısı olmasıdır. Bürokrasinin altından devlet koltukları çekilsin, hepsi sudan çıkan balığa döner. Devlet onlar için ölüm kalım meselesidir. Devletin en aşırı tanrısallık payesine büründürülmesi, bürokrasinin bu özelliğiyle yakından bağlantılıdır. Hiçbir modernitede olmadığı kadar, kapitalist modernitede devlet üzerinde bu kadar çok durulması ve fırtına kopartılmasının nedeni de yine bu sınıfsal yapısındaki değişimdir. Modernite, ulus-devlet, özellikle ‘birlikçilik-üniterlik’ vurgusu ile tanrı birliği kavramı arasında da yakın bir ilişki vardır. Tarihte nasıl diğer kabile ve kavim tanrıları kabile ve kavimleriyle birlikte tasfiye edilip hâkim kabile veya kavim içinde eritilmiş ise, tanrıları da hâkim kabile ve kavim tanrısının içinde eritilerek tekleştirilir. Tanrı birliği kavramına bu sosyolojik gerçeklik içinde baktığımızda, anlamına daha kolay varırız. İçinde sömürgecilik, asimilasyon vardır.
Ulus-devlet üniterliğinin tarihi çok yoğun bir şekilde tanrısaldır. Tâbiiyetindeki toplumun tamamen silahsızlandırılması, tüm silah tekelinin modern devlete aktarılması üniterliğe yol açarken, özünde gerçekleşen müthiş bir sömürü, sömürgecilik ve tekelciliğidir. Egemenlik teorisyenleri (Başta Hobbes ve Machiavelli olmak üzere) bilimcilik adına modern devleti tanımlarken, kapitalist tekelciliğe en önemli hizmeti sunmuşlardır. Toplumun huzuru için tüm silahların tekçi bir yapıda yoğunlaşması, tarihin hiçbir döneminde görülmediği kadar toplumun politik güçten, dolayısıyla ekonomik varlığından soyulması anlamına gelecektir. Devlet ve iktidar, son tahlilde bir tekel olarak hareket edeceklerine göre, ellerinde bu kadar yoğunlaşmış silah gücüyle ele geçiremeyecekleri hiçbir toplumsal değer kalmayacaktır. İstedikleri biçimde topluma biçim verecekler, istediklerini ortadan kaldıracaklardır. Nitekim tarihte olanlar da bu minval üzerinde gelişti. Olmadık soykırımlar gerçekleşti.
Ulus-devlet, tüm tekellerin ortak paydası olarak, toplumsal maddi kültürün gaspı, fethetme ve sömürgeleştirilmesi üzerine kurulmakla yetinmez manevi kültürün asimilasyonunda da belirleyici rol oynar. Ulusal kültür adı altında çoğunlukla hâkim bir etnisite veya dini cemaatin kültür normlarını resmileştirip, geriye kalan tüm kültürel varlıklara karşı savaş açar. “Ulusal bütünlüğe zararlıdır deyip, binlerce yıldan beri varlığını koruyan ne kadar din, etnisite, kavim ve ulus dil ve kültürü varsa, ya zorla ya da maddi teşviklerle hepsinin sonunu hazırlar. Tarihin hiçbir döneminde olmadığı kadar dil, din, mezhep, etnik kabile ve aşiretlerle kavim ve uluslar bu politikanın, daha doğrusu soykırımın kurbanı olmuşlardır. Maddi soykırımlar (fiziki imha) manevi soykırımların yanında devede kulak bile değildir. Binlerce yıldan beri süzülüp gelen dil ve kültür değerleri grupları ile birlikte ‘ulusal birlik’ çılgınlığı altında kutsal bir eylemmiş gibi kurban edilirler.
Ulus-devletin ‘vatan’ anlayışı çok daha problemlidir. Her nasılsa devletin hâkimiyeti, yani tekeli altına alınan coğrafi sınırlar ‘kutsal vatan’ olarak imgeleştirilir. Vatan aslında tekel ittifaklarının ortak mülkiyeti haline getirilmiştir. Üzerlerine kurdukları sistem, eski koloni sömürgeciliğinden çok daha derinlikli bir sömürgeciliktir. Eskiden bir sömürgeci ülke var idiyse, modern ulus-devletin kendi ‘kutsal vatan’ı üzerinde tekel sayısı kadar sömürgecilik çeşidi vardır. Sömürge halkları nasıl silahsızlandırılmışlarsa, ‘kutsal vatan’ halkı da öyle silahsızlandırılıp her tür sömürüye karşı direnmesiz hale getirilmiştir. Başta işgüçleri olmak üzere, tüm maddi ve manevi kültürel varlıkları katmerli bir sömürüye tabi tutulur. Başka türlü ur gibi büyümüş bürokrasi tekellerini doyurmak mümkün olmaz.
Ulus-devlet diplomasisi, dış tekeller olan diğer ulus-devletlerle koordinasyonu, dünya ulus-devletler sisteminin işlerini takip için oluşturulur. Eğer dışta ulus-devletlerin tanıması olmazsa, tek bir ulus-devleti yirmi dört saat ayakta tutmak mümkün değildir. Bunun nedeni dünya kapitalist sisteminin mantığında gizlidir. Hegemonik gücün rızası olmadan, hiçbir ulus-devletin varlığı kalıcı olamaz. Hepsinin öyküsü hegemonun defterinde yazılıdır. Kuralın dışına çıkan ya Saddam’ın akıbetine uğratılır, ya da ambargolarla iflas ettirilerek devrilir. Ya kurulurken ya sonraları, hegemon gücün izni olmadan, hiçbir ulus-devletin varlığının kalıcı olamayacağını çok iyi bildiği varsayılır. Sovyetler Birliği ve Çin devletleri bile bu kuralın dışında kalamamışlardır.
Ulus-devletin en temel özelliklerinden biri de, çoğulcu ve farklı siyasi oluşumlara olabildiğince kapalı yapıda olmasıdır. Bunun nedeni anlaşılırdır. Çoğulcu ve farklı siyasi oluşumlar mevcut sınırlar dâhilinde tekelin sömürüsü önünde engel teşkil edeceklerdir. Doğası gereği, ahlaki ve politik toplum farklı bir siyasi oluşum, özellikle demokratik siyasi oluşumlarla varoluş kazanırsa, tekelcilerin alanı fena halde daralır. Egemenliğin paylaşılmazlığı, ülke bütünlüğü, üniter yapı vb. kavramlar bu amaçla türetilmiştir. Maksat, ülke değerlerini kendi halkı ve toplum grupları ile paylaşmamaktır. Manevi kültürün imhasında bile bu gerekçe temel rol oynar. Siyasal demokratik çoğulculuk hem özgürlük hem de farklılıklar temelinde eşitlik için en uygun rejim olduğu halde, ‘ülke bütünlüğünü ve rejimini tehlikeye düşüren’ kanun dışı görüşler ve eylemler olarak yansıtılır.
Ulus-devlet, en çok işlediği millici kimlikle, tarihte belki de hegemonik gücün en işbirlikçi temsilcisidir. Millici kisve altında dünya kapitalist sisteminin en sadık işbirlikçisidir. Hiçbir kurum ulus-devlet kadar hegemonik güce, dünya kapitalizminin merkezi gücüne bağımlı ve hizmetkârı değildir. İç sömürge olmaları bu karakterleri nedeniyledir. Bir ulus-devlet ne kadar milliyetçi geçiniyorsa, o denli dünya sisteminin hegemonik gücüne hizmet ediyor demektir. Hegemonik gücün dört yüzyıldır özenle hazırlayıp biçimlendirdiği ve kendi eliyle sistemleştirdiği ulus-devletçiliği en millici devlet sanmak, kapitalist dünya sisteminin müthiş hegemonik güç savaşlarından hiçbir şey anlamamak demektir.
Ulus-devlet kavramı çözümlenirken, diğer bazı konularla karıştırıp hatalı sonuçlara varmamak önemlidir. Öncelikle ulus-devlet kavramını iyi tanımlamak gerekir. Devletler tarihte genelde örgüt olarak kendilerini mensuplarıyla sınırlandırır ve öyle tanıtırlardı. Yani kadro devleti olarak benimsenme, birbirlerini ikna etme, yüceltme, soylulaştırma, hatta tanrısallaştırma durumundaydılar. Ulus-devletle birlikte bu yaklaşım değişti. Sadece devlet kadrolarına değil, vatandaş dedikleri tabiiyetlerindeki tüm topluma kendini ulus-devlet tanrısı büyüklüğünde, yüceliğinde ve kutsallığında sunup benimsetme durumuna geçildi. Tüm toplum ulus-devlet içinde adeta eritildi. Demir kafese kapatılma denen olay budur. Bu gerçek kavranmadıkça, ne ulus-devleti ne de moderniteyi anlamak mümkündür. Birincisi, ulus-devletin cumhuriyet ve demokrasi ile birlikte değerlendirilmesidir. Ulus-devlet cumhuriyet olmadığı gibi, cumhuriyetin felsefesi, temel kurumları ve işleyişi ile karşıtlık üzerinde gelişti. Ulus-devlet cumhuriyetçiliğin inkârıdır. Solda hâla etkili olan ve yüz elli yıl reel sosyalist solun resmi görüşü olan “Merkezi ulus-devlet olmadan demokrasi ve sosyalizm olamaz görüşü korkunç bir kendini aldatmadır. Bunun vahim sonuçları özellikle Almanya’da başta Rosa Luxemburg olmak üzere çok sayıda sosyalistin ve demokratın imhasında görüldü reel sosyalizm sisteminin çözülüşünde yaşandı. Hiçbir aldanma sosyalizme ve demokrasiye bu denli zarar vermemiştir. Cumhuriyet ve demokrasi ancak ulus-devlet tekelciliğine karşı çoğulcu demokratik siyaset oluşumlarıyla gerçek anlamlarına kavuşurlar. Ancak o zaman anlamlı bir yurtseverlik, farklılık içinde birlikte yaşam demokratik cumhuriyetin çoğulcu demokratik siyaset rejimiyle gerçekleşebilir.
Günümüzün küresel finans kapital tekellerinin hegemonya peşinde koştuğu koşullarda eski yapıdaki ulus-devletleri yeniden inşa etmek istedikleri görülmektedir. Neo-Liberalizmin bu eğilimi farklı, başka amaçlar da taşısa (özellikle demokratik maske aldatıcılığı) anlaşılırdır. Ulusal tekelcilik birçok açıdan küresel tekelciliğe adım uyduramamakta, küresel politikaların gereğini hızla uygulama safhasına koyamamaktadır. Dolayısıyla sistemin bütünlüğü için tıkayıcı neden olmaktadır. Yeniden inşa ulus-devletin tasfiyesi için değil, yeni küresel hegemonyacı finans kapitalin istemlerine tabi kılmak içindir.
Ulus-devlet, topluma sızdırdığı ideolojik hegemonyada belli başlı dört ideolojik formu iç içe ve eklektik olarak kullanmaktan çekinmez. Ulus-devletin temel ideolojik formu olan milliyetçilik tamamen dinsel bir öze büründürülmüştür. Ulus-devlet ne kadar kapitalist modernist ise, milliyetçilik de o denli modernist dindir. Pozitivist felsefenin toplumsal dini olarak hazırlanmıştır. Yurtseverliği, toplumsal doğa olarak, ulus toplumunun zıddı olarak düşünmek gerekir. Milliyetçilik bu anlamda en anti-ulus ideolojidir. Demokratik bir olgu olan ulusu milliyetçilikle kapitalist ideolojik hegemonya altına almak suretiyle sömürü tekellerine en büyük hizmeti yapar. Bütün ulusu ardına kadar ittifak halindeki (ticaret, sanayi, finans ve iktidar tekelleri) tekellerin ortak mülkü ve sömürgesi haline getirir. Özellikle bu işlevini en pozitivist millici din kisvesi altında yerine getirir. Ulus-devlet dini olarak milliyetçilik, bu yönüyle çelişik gibi görünse de, temelde aynı olan iki fenomen (olgu) halinde kendini gösterir.
Bunlardan birincisi, ‘üniter devlet’ tanrısallığı biçimindedir. Ulus içinde tek tanrı devleti olarak çok hassastır. Uluslararası alanda bu tek tanrı biçimi kendini Süper Hegemon olarak yansıtır (Süper Hegemon ABD Başkanı G. W. Bush’un kendisinin tanrı adına görevlendirildiğini söylemesi bunun kanıtıdır). Süper Hegemon, Hegel’in deyişiyle (Gerçi kendi dönemindeki Napolyon ve Fransa için söylemişti) ‘yeryüzüne inmiş tanrının yürüyüş hali’dir. İkincisi, her ulus-devlet, tanrı olarak Süper Hegemonun ulus putudur. Bu biçimde kendini çoğaltması, birliğinin parçalanması ve çok tanrılı bir sisteme geçiş anlamına gelmez put olarak çoğaltılması anlamına gelir. Bunun felsefedeki kaynağı pozitivizmdir. Ulus-devletin ikinci sıradaki eklektik ideolojisi pozitivist bilimciliktir. Milliyetçiliğe en yakın ideolojik kaynaktır. İkisi birbirinden beslenir. Kurucusu Auguste Comte, pozitivizmi seküler evrensel din olarak bizzat inşa etmek istemişti. Marksizm kadar tutunamadı. Yine de laisizmin temel dini konumundadır. Nietzsche, çok yerinde olarak, karşıtı olduğunu idea etmesine rağmen pozitivizmi en kaba vulger metafizik olarak değerlendirirken, önemli bir tespitte bulunmuş oluyor. Modernitenin gözde ideolojik varyasyonlarından (türevlerinden) biri olarak, sosyal bilimi en çok saptıran, körleştiren, putlaştıran hegemonik ideoloji konumundadır.
Bilim gibi pozitivizm (bilimcilik) de en kaba olguculuk felsefesidir. Olgu, gerçeğin görüntüsüdür pozitivizmde ise gerçeğin kendisidir. Olgu olmayan hiçbir şey gerçek değildir. Kuantum fiziği, astronomi ve biyolojiden, hatta düşüncenin öz olarak kendisinden biliyoruz ki, gerçek, azami olarak göze görünen olayların ötesindeki âlemlerde cereyan eder. Gözlemlenen ve gözleyen ilişkisinde gerçek (hakikat) en sırlı bir mahiyete bürünmüştür ki, hiçbir fiziki ölçeğe ve tarife sığmama noktasındadır. Pozitivizm bu derinliğin inkârı olarak, en çok ilkçağdaki putçuluğa (paganizm) benzemektedir. Put bir olgu olarak görünüm kazandığı için, paganizm ile pozitivizm arasındaki ortak bağı yansıtır. Bu nedenle ulus-devlet içinde milliyetçi dinle yıkanmış bütün zihinler, dünyayı basit görüngülerden (fenomenlerden) ibaret sanarak, bir nevi tapınma olarak algılarlar. Tüketim toplumunun ‘nesneye’ düşkünlüğü, bu tapınmanın kendisidir. Bu yönüyle tüketim toplumunun ulus-devlet ortamının bir ürünü olarak şekillenmesi son derece önemli ve anlaşılırdır. Böylelikle bir yandan toplumun tüm bireyleri, meta tutsağı (Ulus-devlet ile tüketim toplumunda meta tamamen putlaşmıştır) aşırı tüketici olarak kapitalist tekellere aşırı kâr fırsatı sunarlar diğer yandan bir nevi din görünümünü kazanan tüketicilikle esir alınmış toplum, en uysal, asimile edilmiş ve en kolay yönetilir toplum durumuna getirilir. Korkunç milliyetçi, slogancı zihne kapılmış toplum bu gerçeği çok açıkça ifade eder.
Üçüncü önemli ideolojik form toplumsal cinsiyetçiliktir. Cinsiyetçilik tarih boyunca da uygarlık sistemlerinin en çok kullandığı (ahlaki ve politik topluma karşı) silah olmuştur. Kadının çok amaçlı sömürgeleştirilmesi bunun en çarpıcı örnek anlatımıdır. Zürriyet üretir, ücretsiz işçidir, en kahırlı işlerin sahibidir, en uysal köledir. Cinsel arzunun süreklileştirilmiş nesnesi durumundadır. Reklâm aracıdır. En değerli metadır, metaların kraliçesidir. Erkeğin sürekli tecavüz aracı olarak iktidarını gerçekleştiren fabrikası görünümündedir. Güzellik, ses (süs) nesnesi olarak, erkek egemen toplumun manevi olarak da sürdürücüsüdür. Kadın tüm bu yönleriyle erkek toplumun içindeki konumuna azami olarak ulus-devlet yapısı içinde kavuşur. İlahe olarak ulus-devlet toplumundaki imge kadın (ortak kadın kimliği, tasavvuru), görünüşte bir tapını malzemesidir. Fakat ‘ilahe’ sıfatı burada en aşağılaştırılmış, genelevlik anlamındadır. İlahe olarak kadın, en hakarete uğramış ve alçaltılmış kadındır. Ulus-devlet toplumundaki cinsiyetçilik bir yandan erkeği azami iktidarlaştırırken, (Her egemen erkek cinsel ilişkiyi, örtük olarak “Fahişenin işini bitirdim , “becerdim anlamında beynine işler), kadın şahsında toplumu en dipteki sömürge haline dönüştürür. Bu anlamda kadın ulus-devlette en geliştirilmiş, tarihsel-toplumun sömürge ulusu konumundadır!
Ulus-devlet, modernite öncesi gelenek olarak dini de milliyetçi ideolojiyle iç içe kullanmaktan geri durmaz. Bunun nedeni dinin toplumlarda halen güçlü olan etkileridir. Özellikle İslam bu konuda halen çok canlıdır. Fakat modernitedeki kullanımıyla dini gelenek artık eski din değildir. İster radikal ister ılımlı halleriyle olsun, modernite ve ulus-devletin kullanımındaki din, gerçek toplumsal işlevinden (ahlaki ve politik toplumdaki büyük rolü) koparılıp iğdiş edilmiş haliyle sunulur. Toplumdaki rolü, ulus-devletin izin verdiği ölçüdedir. Ahlaki ve politik toplumdaki olumlu işlevini sürdürmesinin önüne sert engeller konulur. Laiklik bu konuda başta gelen engel konumundadır. Dolayısıyla ikisi arasında zaman zaman mücadelelerin patlak vermesine şaşmamak gerekir. Ulus-devletin dinden (eski gelenek olarak) tamamen vazgeçmemesi, dinin toplum üstündeki büyük ağırlığının yanı sıra, kullanılmaya ve milliyetçileştirilmeye çok elverişli yapısından ötürüdür de. Bazen dinin kendisi milliyetçilik rolünü oynar. İran’da sunumda olan Şiilik, günümüzde İran ulus-devletinin en güçlü hegemonik ideolojik silahıdır. Şiilik en geliştirilmiş dinin milliyetçilik örneğidir. Benzeri çoktur. Türkiye’de Sünnilik sınırlı da olsa milliyetçiliğe en yakın ve kolay kayan dini ideoloji konumundadır.
Ulus-devlet üstlendiği dört katlı (ticari, sanayi, finans ve iktidar tekeli) birleşik tekelci sömürüyü gerçekleştirmek için yalnızca zor’un en korkunç biçimi olan faşizmi kullanmakla yetinemez. En az sistemik faşist rejim zor’u kadar, dört eklektik ideolojinin hegemonik kullanımını şart kılar. İdeolojik hegemonyasız faşist rejim sürdürülemez.
Demokratik modernite, modern ulus-devletin evrenselci, düz, ilerlemeci ve kesinlikçi (olasılıklar ve alternatiflere kapalı yöntem anlayışı) yöntemle çizdiği yolda gerçekleştirmek istediği homojen (tek tipli) insan, sürü ve kitle toplumuna çoğulcu, olasılıkçı, alternatiflere açık ve demokratik toplumu görünür kılan yöntemlerle cevap verir. Farklı siyasi oluşumlara açık, çok kültürlü, tekelleşmeye kapalı, ekolojik, feminist ve temel toplumsal ihtiyaçlara cevap veren, topluluk tasarrufuna dayalı ekonomik yapısıyla alternatifini geliştirir. Kapitalist modernitenin ulus-devletine karşı, demokratik modernitenin siyasi alternatifi Demokratik Konfederalizmdir.
Demokratik Konfederalizm:
a- Farklı ve çok katmanlı siyasi oluşumlara açıktır. Yatay ve dikey farklı siyasi oluşumlar mevcut toplumun karmaşık yapısı nedeniyle zorunludur. Merkezi, yerel ve bölgesel siyasi oluşumları denge içinde bir arada tutar. Her biri somut koşullara cevap verdiğinden, çoğulcu siyasi yapı, toplumsal problemlerin en doğru çözüm yollarını bulmaya daha yakındır. Kültürel, etnik, ulusal kimliklerin kendilerini siyasi oluşumlarla ifade etmeleri en doğal haklarıdır. Daha doğrusu, ahlaki ve politik toplumun gereğidir. İster ulus-devlet, ister cumhuriyet, ister burjuva demokrasileri biçimlerinde olsun, devlet gelenekleriyle ilkesel uzlaşmalara açıktır. İlkeli barış temelinde bir arada yaşayabilir.
b- Ahlaki ve politik topluma dayanır. Kapitalist, sosyalist, feodal, endüstriyalist, tüketimci, toplum mühendislerine dayalı benzer şablonist proje toplum çabalarını kapitalist tekellerin kapsamında görür. Bu tip toplum özünde yoktur, propagandası vardır. Toplumlar esas olarak politik ve ahlakidir. Ekonomik, siyasi, ideolojik ve askeri tekeller toplumun bu temel doğasını kemirerek artı-değer, hatta toplumsal haraç peşinde koşan aygıtlardır. Kendi başlarına bir değerleri yoktur. Devrim bile yeni toplum yaratamaz. Devrimler ancak toplumun aşındırılan, kadük bırakılan ahlaki ve politik dokusunu asıl işlevine kavuşturmak için başvurulan operasyonlar olarak olumlu rol oynayabilirler. Gerisini ahlaki ve politik toplumun özgür iradesi belirler.
c- Demokratik siyasete dayanır. Ulus-devletin katı merkezli, düz çizgili, bürokratik yönetim ve idare anlayışına karşılık, tüm toplumsal gruplar ve kültürel kimliklerin kendilerini ifade eden siyasi oluşumlarla toplumun özyönetimini gerçekleştirirler. Çeşitli düzeylerde atamayla değil, seçimle başa gelen yöneticilerle işler görülür. Asıl olan meclisli, tartışmalı karar yeteneğidir. Başına buyruk yönetim geçersizdir. Genel merkezî koordinasyon kurulundan (meclis, komisyon, kongre) yerel kurullara kadar her grup ve kültürün bünyesine uygun, çok yapılı, farklılıklar içinde birlik arayan kurullar demetiyle toplumsal işlerin demokratik yönetimi ve denetimi gerçekleştirilir.
d- Öz savunmaya dayanır. Askeri tekel olarak değil, toplumun iç ve dış güvenlik ihtiyaçlarına göre demokratik organların sıkı kontrolü altında öz savunma birlikleri temel güçtür. Görevleri, ahlaki ve politik toplumun özgür ve farklılıklar temelinde eşitlikçi karar yapısı olarak, demokratik siyaset iradesini geçerli kılmaktır. İçten ve dıştan bu iradeyi boşa çıkaran, engelleyen, yok eden güçlerin müdahalesini etkisiz kılmaktır. Birliklerin komuta yapısı hem demokratik siyaset organlarının, hem de birlik üyelerinin çifte denetiminde olup, gerek görülürse karşılıklı öneri ve onaylamalarla rahatlıkla değiştirilebilir.
e- Genelde hegemonyacılığa, özelde ideolojik hegemonyacılığa yer yoktur. Hegemonik ilke klasik uygarlıklarda geçerlidir. Demokratik uygarlıklarda ve modernitede hegemonik güçlere ve ideolojilere hoşgörüyle bakılmaz. Farklı ifade ve demokratik yönetim sınırlarını aşınca, özyönetim ve ifade özgürlüğüyle etkisiz kılınırlar. Toplum işlerinin kolektif yönetiminde karşılıklı anlayış, farklı önerilere saygı ve demokratik karar esaslarına bağlılık şarttır. Bu konuda genel klasik uygarlık ve kapitalist modernite yönetim anlayışıyla ulus-devletin anlayışı çakışmasına rağmen, demokratik uygarlık ve modernitenin yönetim anlayışlarıyla aralarında büyük farklar ve aykırılıklar vardır. Farklar ve aykırılıklarının temelinde bürokratik, keyfi yönetimle demokratik ahlaki yönetim tarzı yatar.
İdeolojik hegemonya söz konusu olamaz. Çoğulculuk, farklı görüş ve ideolojiler arasında da geçerlidir. Yönetimin kendini ideolojik kamuflajla güçlendirmesine ihtiyacı yoktur. Dolayısıyla milliyetçi, dinci, pozitivist bilimci, cinsiyetçi ideolojilere ihtiyaç duymadığı gibi, hegemonya kurmaya da karşıdır. Toplumun ahlaki ve politik yapısını aşındırmadıkça, hegemonya peşinde koşmadıkça, her görüş, düşünce ve inanç serbestçe ifade edilme hakkına sahiptir.
f- Süper hegemonik güç denetimindeki ulus-devletlerin BM’li birlik anlayışına karşılık, ulusal toplumların Dünya Demokratik Konfederal Birliği’nden yanadır. Gerek sayısal gerek niteliksel olarak, çok daha geniş toplulukları demokratik siyaset kriterlerince Dünya Demokratik Konfederasyonu’nda birleştirmek, daha güvenlikli, barışçıl, ekolojik, adil ve üretimsel bir dünya için şarttır.
Sonuç olarak çok daha kapsamlıca karşılaştırabileceğimiz kapitalist ve demokratik modernite farklılıkları, karşıtlıkları sadece bir idea değil, somutta yaşanan kocaman iki dünyadır. Tarih boyunca bu iki dünya diyalektik karşıtlıklar halinde bazen birbirleriyle amansızca savaşan, ama aralarında barışları da eksik olmayan bir yolculukla günümüzde de benzer biçimde ilişki ve çelişkileriyle bazen çatışmakta, bazen barışmaktadırlar. Sonucu şüphesiz entelektüel, politik ve etik olarak mevcut sistemik yapısal bunalımdan doğru, iyi ve güzel çıkış yapanlar belirleyecektir.
Kürdistan Stratejik Araştırmalar Merkezi
www.navendalekolin.com – www.lekolin.org – www.lekolin.net – www.lekolin.info