12 Haziran 2011 Pazar Saat 14:48
Açık ki, endüstriyalizm sorunu hem ekolojik sorunun bir parçası, hem de en temel nedenidir. Farklı bir başlık altında yorumlamak tekrar anlamına gelebilir. Fakat ekoloji endüstriyalizmden daha fazla anlam ifade eden, toplumsal ve sorunlu olan bir konudur. Kavram çevrebilim anlamı taşısa da, esas olarak toplumsal gelişimle çevresi arasındaki sıkı ilişkiyi çözümleme bilimidir. Çevre sorunları felaket alarmı verince, ağırlıklı olarak gündemleşti sakıncalı anlamlar taşısa da, ayrı bir inceleme dalı haline getirildi. Çünkü o da endüstriyalizm gibi toplumun yarattığı bir sorun olmayıp, uygarlık tekellerinin son marifeti olarak, en kapsamlı sorun biçiminde tarih, dünya ve toplum gündemine oturmuştur.
Belki de hiçbir sorun ekolojik olanlar kadar kâr-sermaye düzenlerinin (örgütlü şebekeler) gerçek iç-yüzünü bütün insanlık gündemine oturtacak önem ve ağırlıkta olmamıştır. Kâr ve sermayenin (tarih bo-yunca tüm askeri, ekonomik, ticari, dini tekellerin toplamı olarak) uygarlık sisteminin bilânçosu sadece toplumun her yönden çözülüşü (ahlaksızlık, politikasızlık, işsizlik, enflasyon, fuhuş vb.) değil, çevrenin de tüm canlıların yaşamıyla birlikte tehlike altına girmesi olmuştur. Tekelciliğin toplum karşıtlığını bu ger-çeklerden daha çarpıcı olarak neyle kanıtlayabiliriz ki?
Zekâ ve esneklik payı diğer tüm canlılara göre en yüksek bir doğa olarak tanınsa da, insan toplumu da son tahlilde canlı bir varlıktır. Dünyalıdır. Çok hassas düzenlenmiş bir iklim atmosferinin, bitkiler ve hayvanlar dünyasının evriminin ürünüdür. Dünyamızın atmosfer ve ikliminin, bitkiler ve hayvanlar âleminin bağlı olduğu düzenlilikler, hepsinin toplamı olması itibariyle insan toplumu için de geçerlidir. Bu düzenlilikler çok hassastır. Birbirlerine çok sıkı bağlıdırlar. Adeta bir zincir oluştururlar. Zincirin bir halkası koptuğunda nasıl işlevsiz durumu ortaya çıkarsa, evrim zincirinin ciddi bir halkası koptuğunda da tüm evrimin etkilenmesi kaçınılmaz olur. Ekoloji bu gelişmelerin bilimidir. Bu nedenlerle de çok önemlidir. Toplumun iç düzenliliğinin herhangi bir nedenle kırılması insan eliyle yeniden düzenlenebilir. Nihayetinde toplumsal gerçeklik insan eliyle inşa edilen gerçekliktir. Fakat çevre böyle değildir. Toplum kaynaklı, daha doğrusu toplumdan çıkıp üstünde kâr-sermaye tekeliyle örgütlenen bazı grupların marifetiyle çevre halkalarından ciddi kopuşlar olursa, evrimsel felaketler zincirlemesine tüm çevreyi, bu arada toplumu da kıyametle karşı karşıya bırakabilirler.
Unutmamak gerekir ki, çevre halkaları milyonluk yılların evrimiyle oluşmuştur. Genelde son beş bin yıllık, özelde son iki yüz yıllık tahribatlar, milyonlarca yılın evrim halkalarından binlercesini koparmayı daha kısa sayılabilecek bu zaman diliminde gerçekleştirmişlerdir. Kırılış reaksiyonu başlamıştır. Nasıl durdurulacağı kestirilememektedir. Atmosferdeki başta karbondioksit (CO2) oranı ve diğer gazların ya-rattığı kirlenmenin, mevcut haliyle ancak yüzlerce, hatta binlerce yıl temizlenemeyeceği öngörülmekte-dir. Bitki ve hayvan dünyasındaki yıkımların sonucu belki de tam anlamıyla ortaya çıkmış değildir. Ama en az atmosfer kadar S.O.S işareti verdiği açıktır. Denizler ve ırmakların kirliliği, çölleşme daha şimdiden felaket sınırlarına dayanmıştır. Tüm belirtiler kıyametin mevcut gidişatla doğal dengesizlik sonucu değil, bir kısım şebekeler halinde örgütlenmiş gruplar eliyle topluma yaşatılacağını göstermektedir. Elbette bu gidişata doğanın vereceği yanıtlar da olacaktır. Çünkü o da canlı ve zekâlıdır. Onun da tahammül gücünün sınırları vardır. Direnmesini yerinde ve zamanında gösterecektir. Ama o, yeri ve zamanı geldiğinde insanların gözyaşlarına bakmayacaktır. Çünkü kendilerinin yeteneklerine, bahşedilen değerlere ihanet etmekten hepsi sorumlu tutulacaktır. Kıyamet de böyle öngörülmüş değil miydi?
Burada amacım felaket senaryolarına yenilerini eklemek değildir fakat toplumun mutlaka sorumlu olması gereken her üyesi gibi gereken sorumlulukla ve varlık nedenimiz olan ahlaki ve politik görev anlayışımızla yeteneklerimiz oranında gerekeni söylemek ve yapmaktır.
İnsanlık tarihinde kendi kale ve piramitlerine çekilen Nemrutlar ve Firavunların akıbetine ilişkin çok şey anlatılır. Nedeni açıktır. Ne de olsa Nemrutlar ve Firavunlar da gerek kişi gerek düzen olarak, tanrısal idealar taşıyan birer TEKEL idiler. Evet, hep kâr peşinde koşan sermaye tekellerinin ilkçağda en görkemli örnekleriydiler. Şimdiki kentlerde PLAZA’lara çekilen tekellere nasıl da benziyorlar! Arada tabiî ki özde olmasa da, biçimde farklar vardır. Kale ve piramitler tüm görkemliliklerine rağmen günümüz plazalarıyla yarışamazlar. Kaldı ki, sayı olarak hiç yarışamazlar. Toplasanız, tüm firavunlar ve nemrutların sayısı birkaç yüzü geçmez ama çağdaş firavunlar ve nemrutların sayısı şimdiden herhalde yüz binleri geçmiştir. İnsanlık eski çağlarda birkaç nemrut ve firavunun ağırlığını çekemedi. Bu kadar inleyip durdu. Peki, tüm çevre ve toplumu çözülüşe uğratan yüz binlercesinin ağırlığını daha ne kadar çekecek? Yol açtıkları bunca savaşın, işsizliğin, açlığın, yoksulluğun verdiği acı ve ahlarını nasıl dindirecek?
Tarihsel-toplum bir bütündür derken, bir de evrimin ışığında bu gerçekleri dile getirmek istedik. Bunlar az yaman ve önemsiz gerçekler midir?
Kapitalist modernitenin bilimi, pozitivist yapısıyla kendisine çok güvendi. Büyük olgusal keşifleri her şey sandı. Mutlak hakikati olguların yüzeysel bilgisinden ibaret saydı. Sonsuz ilerleme sürecine girildiğinden emindi. Fakat burnunun dibindeki çevre felaketini öngörmemesi neye yorumlanabilir? Savaş başta olmak üzere, son dört yüz yılın tüm tarihi aşan bütün toplumsal felaketleri hakkında köklü çare öngörmemesi, pratikleştirmemesi neye yorumlanabilir? Toplumun tüm gözeneklerine iktidar olarak sızmış savaşı engellemesini bir yana bırakalım, doğru tespit etmemesine ne demeli? Açık ki, tekel egemenliğinin azami hegemonik çağında bilim, sanıldığının aksine ideolojik kuşatmayı en çok yaşayan ve sistemin hizmetine en iyi uyum sağlayan yapısıyla bu sorulara cevap veremezdi. Yapısı, hedefi ve tarzı sistemi meşrulaştırma amaçlı olarak ilan edilmiş, düzenlenmiş bilim, dinler kadar bile etkili olamadığını göstermiştir. Fakat ideolojik olmayan bilim olmadığını da anlamak gerekir. Önemli olan, hangi toplumun ve sınıfın ideolojisi olarak bilme ve bilim olduğunu fark edip ona göre konumunu belirlemektir. Ekoloji en yeni bilimlerden biri olarak bu çerçevede konumunu belirlerse, sadece çevrenin değil, toplumsal doğanın da idealli çözüm gücü olabilir.
7- Toplumsal Cinsiyetçilik, Aile, Kadın ve Nüfus Sorunu
Kadını biyolojik farklılığı olan bir cins insan olarak algılamak, toplumsal gerçeklik konusunda körlüğün temel etkenlerinin başında gelmektedir. Cinsiyet farklılığı kendi başına hiçbir toplumsal sorun nedeni olamaz. Evrende her zerredeki ikilem nasıl hiçbir varlıkta sorun olarak ele alınmazsa, insan varlığındaki ikilem de sorun olarak işlenemez. “Varlık neden ikilemlidir? sorusuna verilecek cevap ancak felsefi olabilir. Ontolojik (varlık bilimi) çözümleme bu soruya (sorun değil) yanıt arayabilir. Benim cevabım şu-dur: Varlığın ikilem dışında başka türlü varoluşu sağlanamaz. İkilem, varoluşun mümkün tarzıdır. Kadın ve erkek mevcut haliyle olmayıp eşeysiz (eşi olmayan) olsalar bile, bu ikilemden kurtulamazlar. Çift cinslilik denilen olay da budur. Şaşırmamak gerekir. Fakat ikilemler hep farklı oluşmaya eğilimlidirler. Evrensel zekâya (Geist) kanıt aranacak temel de bu ikilem eğiliminde aranabilir. İkilemin iki tarafı da ne iyi ne kötüdür sadece farklıdır, farklı olmak zorundadır. İkilemler aynılaşırsa varoluş gerçekleşemez. Örneğin, iki kadın veya iki erkekle toplumsal varlığın üreme sorunu çözümlenemez. Dolayısıyla “Niçin kadın veya erkek? sorusunun değeri yoktur veya bu soruya ille cevap aranacaksa, evren böyle oluşmak (zorunda, eğiliminde, aklında, arzusunda) durumundadır da ondan diye felsefi bir cevap verilebilir.
Kadını sosyal ilişki yoğunluğu olarak incelemek, bu nedenle sadece anlamlı değil, toplumsal kördüğümleri aşmak (çözümlemek) açısından da büyük önem taşır. Erkek egemen bakış bağışıklık kazandığı için, kadına ilişkin körlüğü kırmak bir nevi atomu parçalamak gibidir. Bu körlüğü kırmak büyük entelektüel çaba ve egemen erkekliği yıkmayı gerektirir. Kadın cephesinde ise neredeyse varoluş tarzı haline getirdiği ve aslında toplumsal olarak inşa edilen kadını da çözmek, o denli yıkmak gerekir. Tüm özgürlük, eşitlik, demokratik, ahlaki, politik ve sınıfsal mücadelelerin başarı veya başarısızlıklarında yaşanan hayal kırıklıkları (ütopya, program ve ilkelerin hayata geçirilemeyişi), kırılmayan egemen (iktidarlı) ilişki biçiminin (kadın-erkek arasındaki) izlerini taşır. Tüm eşitsizlikleri, kölelikleri, despotlukları, faşizmi ve militarizmi besleyen ilişkiler, ana kaynağını bu ilişki biçiminden alır. Eşitlik, özgürlük, demokrasi, sosyalizm gibi adı çok geçen sözcüklere hayal kırıklığı yaratmayacak geçerlilikler yüklemek istiyorsak, kadın etrafında örülen toplum-doğa kadar eski olan ilişkiler ağını çözmek ve parçalamak gerekir. Bunun dışında gerçek özgürlüğe, eşitliğe (farklılıklara uygun), demokrasiye ve ikiyüzlü olmayan bir ahlaka gidecek başka bir yol yoktur.
Cinsiyetçiliğe, hiyerarşik çıkıştan beri iktidar ideolojisi olarak anlam yüklenmiştir. Sınıflaşma ve iktidarlaşma ile yakından bağlantılıdır. Bütün arkeolojik, antropolojik ve güncel araştırma ve gözlemler, kadının otorite kaynağı olduğu dönemler olduğunu ve uzun süreye yayıldığını göstermektedir. Bu otorite artık-ürün üzerine kurulu iktidar otoritesi olmayıp, tersine verimlilik ve doğurganlıktan kaynaklanan ve toplumsal varoluşu güçlendiren bir otoritedir. Kadında etkisi daha fazla olan duygusal zekâ, bu varoluşla güçlü bağlara sahiptir. Artık-ürün üzerine kurulu iktidar savaşlarında kadının pek belirgin yer almayışı, toplumsal varoluş tarzı bu konumuyla ilgilidir.
Hiyerarşik ve devletsel düzen bağlantılı iktidar gelişiminde erkeğin öncü rol oynadığını, tarihsel bulgular ve güncel gözlemler açıkça göstermektedir. Bunun için neolitik toplumun son aşamasına kadar gelişkin olan kadın otoritesinin kırılması, aşılması gerekiyordu. Buna ilişkin biçimi çeşitli, süresi uzun büyük mücadelelerin verildiğini yine tarihsel bulgular ve güncel gözlemler doğrulamaktadır. Özellikle Sümer mitolojisi neredeyse tarihin ve toplumsal doğanın hafızası gibi oldukça aydınlatıcıdır.
Uygarlık tarihi, kadının kaybedişi ve kayboluşu tarihidir aynı zamanda. Bu tarih tanrı ve kullarıyla, hükümdar ve tebaalarıyla, ekonomi, bilim ve sanatıyla erkek egemen kişiliğin pekiştiği tarihtir. Dolayısıyla kadının kaybedişi ve kayboluşu, toplum adına büyük düşüş ve kaybediştir. Cinsiyetçi toplum, bu düşüşün ve kaybedişin sonucudur. Cinsiyetçi erkek, kadın üzerinde sosyal hâkimiyetini inşa ettiğinde o kadar iştahlıdır ki, doğal her türlü teması bir egemenlik gösterisi haline getirir. Cinsel ilişki gibi biyolojik bir olguya sürekli iktidar ilişkisi yüklenmiştir. Kadın üzerinde zafer havasıyla cinsel temas kurduğunu hiç unutmaz. Bu yönlü çok güçlü bir alışkanlık oluşturmuştur. Bir sürü deyim icat etmiştir: “Becerdim , “İşini bitirdim , ‘kancık’, “Karnında sıpayı, sırtında sopayı eksik etme! , ‘fahişe, orospu’, ‘kız gibi oğlan’, “Kızını serbest bırakırsan, ya davulcuya ya zurnacıya kaçar , ‘başını hemen bağlamak’ gibi benzer sayısız öykü, darbımesel anlatılır. Cinsellikle iktidar ilişkisinin toplum içinde nasıl etkili olduğu çok açıktır. Günümüzde bile her erkeğin, kadın üzerinde ‘öldürme hakkı’ dahil, sayısız hak sahibi olduğu sosyolojik bir gerçektir. Bu ‘haklar’ her gün uygulanırlar. İlişkiler ezici çoğunlukla taciz ve tecavüz karakterindedir.
Aile bu toplumsal bağlamda erkeğin küçük devleti olarak inşa edilmiştir. Uygarlık tarihinde aile denilen kurumun mevcut tarzıyla sürekli yetkinleşmesi, iktidar ve devlet aygıtlarına verdiği büyük güç nedeniyledir. Birincisi, aile erkek etrafında iktidarlaştırılarak devlet toplumunun hücresi kılınmaktadır. İkincisi, kadının sınırsız karşılıksız çalışması güvenceye alınmaktadır. Üçüncüsü, çocuk yetiştirip nüfus ihtiyacını karşılamaktadır. Dördüncüsü, rol modeli olarak tüm topluma kölelik, düşkünlük yaymaktadır. Aile bu içeriğiyle aslında bir ideolojidir. Hanedanlık ideolojisinin işlevselleştiği kurumdur. Her erkek ailede bir hanlığın sahibi olarak kendisini algılar. Ailenin çok önemli bir gerçeklik olarak algılanmasının altında bu hanedanlık ideolojisi çok etkindir. Ailenin ne kadar çok kadın ve çocuğu olursa, erkek o denli güvence ve onur kazanır. Aileyi mevcut haliyle bir ideolojik kurum olarak değerlendirmek de önemlidir. Kadın ve aileyi mevcut haliyle uygarlık sisteminin, iktidar ve devletin altından çekin, geriye düzen adına çok az şey kalır. Fakat bu tarzın bedeli, kadının bitmeyen düşük yoğunlukta sürekli savaş hali altındaki acılı, yoksul, düşkün ve yenilgili var oluş tarzıdır. Adeta sermaye tekellerinin uygarlık tarihi boyunca toplum üzerinde sürdürdüklerine benzer, paralel ikinci bir tekel zinciri de kadın dünyası üzerindeki ‘erkek tekeli’dir. Hem de en eski güçlü tekeli. Kadın varoluşunu en eski sömürge âlemi olarak değerlendirmek daha gerçekçi sonuçlara götürür. Belki de kendileri için millet olmamış en eski sömürge halkı demek en doğrusudur.
Kapitalist modernite, tüm liberal süslemelere rağmen, eskiden kalma statüyü özgür ve eşit kılmadığı gibi, ek görevler yükleyip kadını eskisinden daha ağır bir statü altına almıştır. En ucuz işçi, ev işçisi, ücretsiz işçi, esnek işçi, hizmetçilik gibi statüler durumunun daha da ağırlaştığını gösterir. Üstelik en magazinel varlık, reklâm aracı olarak istismarı daha da derinleştirilmiştir. Bedeni bile en çeşitli istismar aracı olarak, sermayenin vazgeçmediği meta düzeyinde tutulur. Reklâmcılığın sürekli tahrik aracıdır. Özcesi, modern kölenin en verimli temsilcisidir. Hem sınırsız zevk aracı, hem en çok kazandıran köleden daha değerli bir mal düşünülebilir mi?
Nüfus sorunu cinsiyetçilik, aile ve kadınla yakından bağlantılıdır. Daha çok nüfus, daha çok sermaye demektir. ‘Ev kadınlığı’ nüfus fabrikasıdır. Sisteme çok ihtiyaç duyduğu en değerli malları, ‘dölleri’ üretme fabrikası da diyebiliriz. Maalesef tekelci egemenlik altında aile bu duruma sokulmuştur. Tüm zorluklar kadına çıkarılırken, malın değeri ise sisteme en değerli hediyedir. Artan nüfus en çok kadını mahveder. Hanedanlık ideolojisinde de böyledir. Modernitenin en gözde ideolojisi olarak ailecilik, hanedanlığın vardığı son aşamadır. Tüm bu hususlar fazlasıyla ulus-devletçiliğin ideolojisiyle de bütünleşmektedir. Ulus-devlete sürekli evlat yetiştirmekten daha değerli ne olabilir? Daha çok ulus-devlet nüfusu, daha çok güç demektir. Demek ki, nüfus patlamasının altında sıkı sermaye ve erkek tekellerinin hayati çıkarları yatmaktadır. Zorluk, kahır, hakaret, acılar, suçlamalar, yoksulluk, açlık kadına keyfi kazancı ise ‘bey’ine ve sermayedarınadır. Tarihte hiçbir çağ günümüzdeki kadar kadını çok yönlü bir istismar aracı olarak kullanma güç ve deneyimini göstermemiştir. Kadın ilk ve son sömürge olarak tarihinin en kritik anını yaşamaktadır.
Hâlbuki köklü özgürlük, eşitlik ve demokratlık yüklü bir felsefeyle kadınla düzenlenecek yaşam ortak-lığı güzelliği, iyiliği ve doğruluğu en mükemmel düzeyde sağlayabilme yeteneğindedir. Şahsen mevcut statüler içinde kadınla yaşamı, çok sorunlu olmak kadar çirkin, kötü ve yanlış bulurum. Mevcut statü altında kadınla yaşamak, çocukluğumdan beri cesaretimin en zayıf olduğu bir konudur. Cinsel güdü gibi çok güçlü bir güdüyü sorgulayacak bir yaşamdır söz konusu olan. Cinsel güdü yaşamın sürdürülmesinin hatırınadır. Kutsallığı olması gereken bir doğa harikasıdır. Ama sermaye ve erkek tekeli kadını o denli kirletmiştir ki, bu doğa harikası yetenek, ‘döllük fabrikası’ gibi en aşağılaşmış bir meta üreten kuruma dönüştürülmüştür. Bu metalarla toplumun altı üstüne getirilirken, çevre de nüfusun ağırlığı altında (Şimdilik altı milyar bu hızla giderse on, elli milyar nüfusla çevreyi düşünelim) anbean çöküşü yaşamaktadır. Şüphesiz bir kadınla çocuklu olmak özde kutsal bir olaydır yaşamın tükenmeyeceğinin göstergesidir. Sonsuzluğu hissettirir. Bundan daha değerli duygu olabilir mi? Her tür bu gerçeklik altında kendini sonsuzluğa kaptırmanın heyecanını yaşar. Özellikle günümüz insanında, bu durum, bir ozanın dediği gibi, “Başımıza bela dölümüz bizim seviyesinde yaşanmaktadır. Bir kez daha Birinci ve İkinci Doğa’ya ters sermaye ve erkek tekelinin büyük ahlaksızlığı, çirkinliği ve yanlışlığıyla karşı karşıya olduğumuz inkâr edilemez.
İnsan eliyle inşa edilen, insan eliyle yıkılabilir. Burada ne bir doğa kanunu, ne de bir yazgı söz konu-sudur. Şebekenin, kurnaz ve güçlü adamın, kanserli ve hormonlu yaşam elleri olan tekellerin yıkılası düzenlemeleridir söz konusu olan. Yaşamın evrendeki en harika çiftinin (bilinebildiği kadarıyla) anlamlaşma derinliğini hep derinden hissetmişim. Kadınla önce düşünmenin, nerede, ne zaman, ne kadar bozukluk varsa tartışma ve gidermenin önemini tüm ilişkilerin önüne koyma cesareti gösterdim. Sadece güçlü, düşünen, iyi, güzel ve doğru karar verebilen, böylece beni aşarken hayran bırakabilen ve muhatabım olabilen kadın, şüphesiz felsefi arayışımın köşe taşlarındandır. Evrendeki yaşam akışının sırlarının bu kadınla en iyi, güzel ve doğru tarafıyla anlam bulacağına hep inandım. Ama hiçbir erkeğin beceremeyeceği kadar, önümdeki ‘erkek ve sermaye’ malıyla, doksan bin kocalı Hürmüz’le varoluş tarzımı asla paylaşmayacak olan ahlakıma da inandım. O halde feminizmden de öte, ‘jineoloji’ (kadın bilimi) kavramı amacı daha iyi karşılayabilir.
8- Toplumun Kentleşme Sorunu
Uygarlığın diğer adı medenileşme, Arapça ‘kentleşme’ anlamındadır. Kentleşme kaynaklı sorunlar ekolojik sorunlardan daha az ve daha önemsiz değildir. Günümüzde toplumsal yaşamın temel tehdit kaynaklarından biri durumundadır. Nedir kenti bu hale getiren?
Düz bir anlayışla kent = sınıf = devlet formülleri basitleştirici olabilir. Ama anlamın derinliğini ve çok yönlülüğünü körleştirir. İnsanlık köy inşa etmek kadar kent inşa etmeyi de toplumun doğasına uygun düşünmüş ve uygulamıştır. Kent toplumsal zekânın yoğunlaştığı mekânların başında gelir. Kent insanda-ki zekâ yeteneğini tahrik eder, açığa çıkarır. Akıl kentle oldukça bağlantılı bir gelişim seyri izlemiştir. İn-sanın kendi gücünün neye kadir olabileceğini fark ettiği mekândır kent. Güvenlik getirir. Kendine güve-nen daha rasyonel düşünür. Düşünce yeni buluşlara yol açar. Üretim artışının yöntem ve tekniklerini geliştirir. Bunları deneyimleyen insan, kenti ışık kaynağı gibi bilmiş ve hep oraya koşmak istemiştir. Kentin tapınak etrafında gelişimi, kendi döneminde tapınakların kutsal akıl ve ruhların toplandığı yer olmalarıyla bağlantılıdır. Toplum akıl ve kimliğini orada daha çok keşfediyor, yaratıyor. Kentin lehine güçlü varsayımlardır bahsettiklerimiz.
Her gerçekte olduğu gibi, kentin başka bir yüzü de doğuşuyla birlikte kendini gösterecektir: Sınıflaşma ve devletleşme. Sınıflaşmanın maddi temeli, şüphesiz artan üretkenliktir. Kentin gelişen akıl sahiplerinden bazıları, eğer insan sayısını çoğaltıp verimli topraklarda çalıştırırlarsa, katbekat insanı doyurabileceklerini deneyimle öğrenmişlerdir. Geriye bu düzeneği kurmak kalmıştır. Düzen bir nevi tekel olan devlettir. Şehir çapında da olsa, bu yeni düzen örgütü açık ki tarım tekeli olarak doğmuştur. Sümer şehirleri bu konuda her şeyi açıklıyor. Mısır ve Harappa gibi çoğu uygarlık, doğuşlarında tarım tekelleridir. Üretimi düzenleme aygıtlarıdır. Yeterince üretim, en azından çalışanların bir kat fazlasına ilave artık-ürün sunabilecek seviyeye gelince, devletin maddi temeli doğmuş demektir. Devlet denilen olay, aslında fazla üretimden geçinenlerdir. Devlete fazlayı derleme örgütü demek daha anlamlı olabilir. Şehir buna da uygun mekândır. Kabile ve köy toplumunda son derece güçtür bu tür ilişkiler. Kabile ve köy yapısı buna el vermez. Devletin şehirde doğuşunun altında bu gerçeklik yatıyor. Böylece insanlık kentte sömürü olgusuyla karşılaşıyor. Tanımadığı bir ilişki biçimiyle tanışıyor. Yeni sanatın adı artık ‘devletçilik’ oluyor. Onu elinde bulunduran nelere kadir olmaz ki! Muazzam bir çıkar kapısı oluyor. Köle emekçi bile devlet işsizliğinde eskisinden daha rahat ve güvenceli olduğunu anlamıştır. Çalışmasını tümüyle zora bağlamak abartmacılık olur. Kentin doğuş öyküsü aşağı yukarı böyledir.
Bazı sorunları (sömürü ve güçlüler örgütü) olsa da, toplumun rasyonel gelişiminde kentin devrimsel bir adım teşkil ettiği açıktır. Aristo, kent büyüklüğü için ideal nüfusu beş bin olarak düşünür. Kuruluş döneminin kentleri de çoğunlukla bu nüfustadır. Yeni insan bileşimi söz konusudur. Kabile toplumu aşılmıştır. Farklı kabile ve soydan gelenler, şehir vatandaşlığı dediğimiz bağla birbirlerine bağlanıyorlar. ‘Şehir halkı’, ‘hemşehriler’, ‘bajariler’ oluşuyor. Bu gelişme toplumun zenginleştiğini gösterir. Şehir bu haliyle gelişmenin aracıdır. Ciddi bir sorun kaynağı değildir. Tüm ilkçağda, ara sıra Babil ve Roma hariç, nüfus problemi olan kent pek gözlemlenmiyor. Toplumsal üstünlüğüyle cazibesini sürekli pekiştiriyor. Sümer modeli kendini çığ gibi arttırırken, Mısır az ve öz şehir inşa ediyor. Aslında Mısır uygarlığı yarı-kent ve köylü uygarlığı olarak tarihte benzersizdir. Ticaret ve zanaatkârlık çok gelişiyor. Yollar, mimari, spor, sanat, saray yapılarıyla tapınağın etrafındaki yapı yeni dokulaşmalara doğru genişlemiş oluyor. Çoğu kent de askeri garnizon etrafında inşa ediliyor. Özellikle Roma garnizonları birer şehir çekirdeğidir. Tarihçiler bu dönemde en az on köye bir şehir düştüğünden bahseder. Yani aralarında simbiotik (karşılıklı yarar) ilişki vardır. Demek ki henüz kent-köy arasında da sorun yoktur.
Antikçağın son görkemli kenti Roma, belki de çağının tüm sorunlarını bağrına taşımıştı. Bu da Roma’yı uygarlığın hem en görkemli hem de en sorunlu kenti haline getirmişti. Bütün sınıflara ve topluluklara (aristokrasi, burjuvazi, köleler, lümpen proleterler, her tür etnik grup, her tür inanç grubu, her tür ırk) rastlamak mümkündü. Eski sınıflar ve topluluklar kalıntı halinde, yenileri rüşeym halinde temsil ediliyorlardı. Öte yandan her tür ahlak, politika ve idare biçimine de rastlamak mümkündü. Krallıklar, cumhuriyet ve demokrasilerin tüm örnekleri (imparatorluk çapında) deneniyordu. Bilim, sanat, felsefe ve dinlerin bütün kalıntı ve rüşeym haliyle örneklerine de rastlanabilirdi. Roma gerçekten ekümenik (evrensel) kentti. Bütün yolların Roma’ya çıkmasının bir anlamı da bu gerçeklikti. Üç bin beş yüz yıllık merkezi uygarlığın zirvesini yansıtıyordu. Yıkılışı da görkemine layık bir şekilde oldu. Uygarlığın başına bela iki büyük güç olan yoksullar sınıfı Hıristiyanlar ile etnisitenin henüz güçlülüklerini koruyan grupları (Bunlara barbarlar demek, uygarlık terminolojisine aldanmak demektir), içten ve dıştan dalgalar halinde kentin sonunu getireceklerdi. M.S. 476 tarihi sadece bir kentin, Roma’nın yıkılış tarihi değil, üç bin beş yüz yıllık ilk ve antikçağ uygarlığının bir kentin şahsında çürümesi, çöküşü ve yıkılış tarihidir.
Ortaçağ olarak adlandırılan dönem, kentleşme itibariyle hiçbir zaman antikçağa erişemedi. Kale ve surlarıyla ortaçağ kenti yeknesak ve çok küçük başladı. Ortaçağ kentleri bir nevi derebeylik ve emirliklerin karargâhlarıydı. Etrafta biraz zanaatkâr ve saray hizmetkârlarının toplanmasıyla genişleme potansiyeli taşıyorlardı. Tüccar sınıfı büyüme ve görkemlilik için ilk hızı verse de, Roma, İskenderiye, Antakya, Dara-Nusaybin, Urfa Edessa gibi daha eskiden kalma bu kent örneklerini yakalayacak yeni kent inşalarına rastlamak zordur. Sayısal büyüklükte aşsalar da, mimarlık ve işlevsellikte (tapınak, tiyatro, meclis, agora, hipodrom, amfiteatr, hamam, kanalizasyon, işlik vs. binaları) eskilerin ihtişamına hiç erişemediler. Ortaçağ ilkçağ ve antikçağın enkazı üzerine kurulan çadır uygarlığı ve kentleri gibi bir şeydi. Kent henüz kıra, köye üstünlük sağlayacak konumdan uzaktı. Bir nevi köy oluşum okyanusunda adacıklar durumun-daydı. Bünyelerinde iktidar ve sınıf çelişkilerini taşısalar da, çevresel sorun arz edecek durumda değillerdi. Genel olarak uygarlık sistemi, sermaye tekelleri nedeniyle yavaş yavaş çevreyi kemiriyordu. Toprakta tuzlanma tarım tekelleriyle ilgiliydi. Bu durum 18. yüzyıl sonlarına kadar devam edip sorunları daha da ağırlaştırdı.
Asıl kentleşme bunalımı 19. yüzyıl sanayi devriminin, endüstriyalizmin eseri olarak ortaya çıktı. Bu tesadüf değildi endüstriyalizmin anti-toplumsal doğasıyla ilgiliydi. Kentin ekolojik açıdan sorun teşkil eden en önemli yönü, çevreden kopuk bir diyalektiği yaşamasıdır. Köy çevreyle birebir yaşar. Her şeyiyle ona bağlıdır ve onun ürünü olduğunu bilir. Hayvan ve bitkileriyle adeta çevre diliyle konuşarak yaşamını sürdürür. Ortak bir dil, tarım dili oluşturulmuştu. Toplumun kuruluşu bu dilin ağır etkisini taşımaktaydı. Kentte durum tersinedir kent giderek tarım ve çevreden kopar. Yeni bir dili, kent dilini geliştirir. Ayrı bir rasyonalitesi vardır. Çevre akıllılığıyla ilgisi giderek zayıflamaktadır. Ticaret, zanaat, sanayi, para işleriyle ilgili bir dildir kent dili. Bunların aklını, bilimini teşkil eder bunlarca teşkil edilir. Dilin yeni diyalektiksel gelişimi böyledir. Açık ki, burada çelişkili, yabancılaşmayla yüklü bir dil ve zihniyet söz konusudur. Dönemin kentleşmesi eski kır toplumuyla onun yaygın klan, kabile, aşiret, kavim ve köy topluluklarını temsil eden lehçelerini ve kültürlerini içine alır. Kendine özgü bir bilim, sanat, din ve felsefe dili de oluşturmuştur. Sınıfsal açıdan aristokrasi ve ötekiler olarak iki ana kategori daha oluşmuştu. Şehircilik, bajarilik henüz kişilik kazanmamıştı. Genel toplumun bir uzantısı durumundaydı.
19. ve 20. yüzyıl bu tarihsel dengeyi tamamen bozmuştur. Şüphesiz bu duruma birdenbire gelinmemişti. İtalyan yarımadasında 10.-16. yüzyıllarda kentin yeniden yükselişi (Venedik, Cenova, Floransa, Milano ve diğerleri), ticaret devriminin 13. yüzyılda İtalya yoluyla Avrupa’ya taşınmasını ifade eder. İtalyan kentleri sürece öncülük ederler. Rönesans’la tekrar Roma’nın izinde büyümek isterler. Kent içinde ve kentler arasında çok şiddetli bir rekabet yaşanır. Yaşanan, uygarlığın yeni aşamasının öncülük kavgasıdır. Tüm eski yaşam adeta yeniden canlanır. Ama yeni koşullar onu dönüştürecektir. Roma taklitle yaratılamayacaktır. Ancak Roma’nın silik kopyaları düzeyine erişilecekti. Merkezi krallık ve ulus-devlet deneyimi de başarıya ulaşmayacaktı. Ama İtalyan kentlerinin 10.-16. yüzyıllarda Avrupa uygarlığına Rönesans aracılığıyla önderlik ettikleri tartışmasızdır. Hem kilise olarak (ekümen Katolik) hem de laik, seküler eğilim olarak bu rol oynanmıştır.
Alman kent devrimi ilk aşamada Hansatik kentler birliği (yaklaşık M.S. 1250-1450) ile başlamış, kendi ticari devrimlerini gerçekleştirmiştir. İkinci dönem (M.S. 1400), manifaktürel aşama ile belirginleşir. Merkezileşmeye karşı kent konfederalizmi yoğun bir mücadele verir. Birçok köylü ve yarı-işçi grupların, esas olarak da zanaatkâr takımlarının rol oynadığı bu mücadele ve ayaklanmalar yaklaşık dört yüz yıl sürdü. Çok kanlı bir süreçten sonra, bu ilk kent ve kır demokratik konfederalizm deneyimleri çeşitli nedenlerle (ideolojik, örgütsel, öndersel) merkeziyetçi monarşi ve ulus-devlet eğilimine yenik düştü. Yenik düşmeselerdi, Avrupa’nın tarihi farklı yazılabilirdi. Bugünkü Federal Almanya burjuva ulus-devlet faşizminden bu eski modele evrimsel olarak çok yavaş bir dönüşüm yaşamaktadır. Ama demokratik konfederalizm olarak değil, burjuva federalizmi olarak.
Asıl patlamayı Hollanda ve İngiltere kentleri yaptılar. Bunda üç devrimin merkeziliğini birlikte ve yoğun yaşamaları rol oynadı. Ticaret, finans ve sanayi devrimleri, asıl olarak Amsterdam ve Londra’da zafere ulaştı. Komünal federalizm her iki ülkede de kolayca bastırıldı. Diğer kent ve kır halkı, merkeze ve ulus-devlete kolay teslim olmadı. Bunun için Hollanda ve İngiltere 16. ve 17. yüzyıl devrimleri gerekti. Amsterdam 17. ve 18. yüzyıllarda, Londra ise 19. ve 20. yüzyıllarda bu devrimsel süreçlerin önder kentleridir. Her iki kent yeniçağ dünyasının merkezleridir. Büyük dönüşüm geçiren dünya merkezi uygarlık sistemini yönetiyorlardı. Hegemonik güç merkezleriydi. Nüfusları ve çelişkileri hızla büyüdü. Kentin asıl kanserolojik yapısı bu dönemde başladı. Sırasıyla Fransa, ABD, Doğu Avrupa, Rusya, Uzakdoğu, Latin Amerika, Ortadoğu ve Afrika’ya hastalıklı yapılarıyla taşındılar. 20. yüzyıl kentin tarihte kesin üstünlük kazanmaya başladığı ‘süre’ydi. Eski uygarlıkla birlikte, komünal kır dünyasının on iki bin yıl süren paradigmatik dünyasının başat rolünü kapitalist kentsel paradigma alıyordu. Kent artık sadece ticaret, finans ve sanayi merkezi değildi aynı zamanda tüm bir dünya görüşünün hegemonik merkeziydi. Başta üniversite ve akademik bilim yuvalarıyla, hastane ve hapishaneleriyle, sınıf ve bürokrasileriyle kurumla-şan bu paradigma, eski eskataloji (ahiret, uhrevilik) merkezli dünya görüşünün yerine, katı pozitif bakışla kendini egemen kılmaya çalışıyordu. Aslında pozitivizm yeni burjuva sınıf diniydi. Fakat ‘bilimcilik’ maskesi (önemi olağanüstü artmış olan bilimlerden yararlanarak) takarak kendini sunmayı daha pratik ve başarılı buluyordu.
Kentlerin bu yapısıyla toplum gerçekten sosyal kansere yakalanmıştı. Aristo bile on bin nüfuslu kenti tahayyül etmemişti. Yüz bin, bir milyon, beş milyon, on milyon, on beş milyon, yirmi milyon ve hedef yirmi beş milyon nüfuslu kent! Bu, gerçek bir kanserolojik büyüme değil de nedir? Böyle bir kenti sadece beslemek için orta boy bir ülkeyi çevresiyle kısa sürede yok etmek mümkündür. Bu büyümenin hiçbir mantığı yoktur. Toplumun ve kentin doğasıyla birlikte Birinci Doğa’yı tahrip etmekten başka bir sonuç vermeyeceği açıktır. Hiçbir ülke ve çevre, halkıyla birlikte bu büyüklükleri uzun süre taşıyamaz. Çevrenin gerçek yıkım nedeni bu kanserolojik büyümedir. Artık bir kent kendi ülkesini halkıyla birlikte işgal, istila ve tahrip edip adeta sömürgeleştirmektedir. Yeni sömürgeci güç kenttir kentlerdeki küresel ticaret, finans ve sanayi tekelleridir, onların plaza üsleridir. Bu plazaların eski kale ve surları aratmayan güvenlik tedbirleri bu gerçeği doğrulamaktadır.
21. yüzyılın emperyalizmi, onun sömürgeciliği artık ülkelerin dışında değil içindedir. Sömürgeciler sadece yabancılar değil, daha çok ortaklarıdır. Sadece sermaye tekelleri küreselleşmedi iktidar ve devlet de küreselleşti. Küresel iktidarın içi ve dışı ayrımı da kalmadı. Ulusal aidiyetlerinin de hiçbir önemi yok-tur hepsi ortaktır. Askeri, ekonomik, kültürel ayrımın da anlamı kalmadı. Ortak dil İngilizce, kültürü Anglo-Sakson, askeri örgütü NATO, uluslararası teşkilatı BM’dir. Artık bir, iki değil, birçok New York (ABD’nin hegemonik merkezi 1930’larda nöbet Londra’dan devralındı), Londra vardır. Küresel kentler çağını yaşıyoruz. Küresel çağın kentleri sadece çevreyi kanser hücrelerinin hızıyla yok etmiyor. Zihniyet ve yaşam tarzıyla bir Merihli olsaydı, herhalde ondan daha az acayip ve dünyalı sayılmalıdır. Kentlinin zaten pek gelişmeyen asaleti daha doğmadan kadükleşti. Modernlik, modalık gösterimleriyle gerçek canavarlığını gizlemek istiyor. Asıl barbar (faşizm, soykırım, sınırsız kültürkırım, nihayet toplumkırım) kenttir. Eski barbarı (Göçmen kabilelerin barbar olduğuna hiç inanmıyorum) aratmayan her tür barbar kişi ve grup (spor fanatiğinden AIDS’liye, çılgın partilerden içi boş müzik gruplarına, imhacı bürokrasiden piyasa vurguncularına, ahlakın hiçbir ilkesine bağlı olmayanlardan robotlaşmış olanlara kadar sanal, simülakr hayalet çılgınları, medyakeş toplum) artık kır merkezli değil kent merkezlidir, bizzat kentin kendisidir.
Modern çağın Babil’leri (Babil’e yazık, çünkü yıkılana kadar hala soylu ve kutsaldı. Yozlaşma sınırlıydı) yaşanıyor. Sonunun nasıl geleceği kestirilemez. Ama gezegenimizin bu dünyayı (kendisine ihanet eden, dünya ekolojisini imha etmekte kararlı ucube dünya) taşıyamayacağını tüm bilimsel veriler göstermektedir. Tekrar kıra taşınsalar da, her yerlerine kadar hem de çok hastalıklılar. Kent toplumunun ‘toplumkırım’ sınırında seyrettiğini çok iyi kavramak gerekir.
Hiç şüphesiz kentin bu durumundan sınıfsal iktidar ve devletsel yapılar sorumludur. Müthiş kent rantı onları amansız barbar haline getirip, kent canavarlığını (yeni Levithan’ı) yarattı. Bundan tümüyle kent halkının, toplumunun sorumlu tutulamayacağı açıktır. Ama kurunun yanında yaş da yanıyor. Varoşlar, kentin ‘yeni Hıristiyanları’ bir yol bulmak zorundalar. Yoksa Neron’lardan daha tehlikeli binlerce Neron tarafından yakılmaktan beter halleri yaşamaya mahkûmlar. Sınırlı kalmış kent güzelliğini, ahlak ve aklını kurtarmayı düşünmek gerekir. Her toplumsal proje merkezine artık kent kaynaklı sorunları (Çoktan hastalık haline geldiler) almak durumundadır. Tüm toplumsal ve ekolojik sorunlara ancak bu çerçevede anlamlı çözümler geliştirebileceğimiz asla göz ardı edilemez. Dünyanın ve toplumun çöküşü için başka neden aramayalım, yalnız kent kaynaklı olanlar daha şimdiden bu rolü fazlasıyla oynuyorlar.
9- Toplumun Sınıf ve Bürokrasi Sorunu
Sınıf ve bürokrasiye toplumsal varlığın koşulları olarak bakanlar, bu konudaki sorunsallaşmayı yadırgayabilirler. Sınıf ve bürokrasinin yol açtığı sorunlar olabileceği, ama kendilerinin varlık olarak sorun teşkil etmeyebileceği idea edilebilir. Fakat en az kent kadar sorunlu yapılanmalar olduklarını kavramak gerekir. Tıpkı kent gibi, sınıf ve bürokrasi de ilk uygarlık çağlarında fazla ağırlık ve sorun teşkil etmeyebilir. Günümüze doğru sorunlu yapıları daha net ortaya çıkmış olabilir. Ama yine de varlık olarak sınıflaşma ve buna bağlı olarak bürokratlaşma sorunlu varlıklardır toplumsal ahlak ve politika açısından gerekmeyen varlıklardır. Toplum uzun süre bu iki yapılaşmaya karşı direndi. İkisini de kolay kabul etmedi. Sert direnmelerle karşıladı. Tarih bu direnmelerin öyküleriyle doludur.
Daha sonraki bölümlerde üzerinde kapsamlıca duracağımız gibi, toplumsal doğa farklılıklar bakımın-dan büyük değişiklikler ve biçimler kazanabilir. Bunlar normal, doğanın ruhuna uygun gelişmelerdir. Fakat bitki ve hayvan türlerinde gelişmemiş, gelişmesine gerek görülmemiş bazı dokular gibi, insanın toplum doğasında da bana göre çeşitliliği ve farklılığı anlamlı kılacak, onların bir parçası olarak çok sınırlı, geçici ve işlevselliği olan sınıf ve tabakalaşmalar (bürokrasi de tabakadır) dışında, ur gibi toplumsal dokulara dek nüfuz eden aşırı, kalıcı ve işlevsiz (hiçbir yararı olmayan) sınıf ve tabakalaşmalar gereksizdir. Uzun süre bazı yararcıkları mümkün kılan rahip, aristokrasi, burjuva sınıfsal gelişme anlayış bulabilir. Fakat tüm uygarlık tarihi boyunca olduğu gibi ideolojik, politik, ekonomik ve askeri hegemonik güçler olarak kalıcı, aşırı baskıcı ve sömürücü karakterleriyle bunları anlayışla kabul etmek toplumsal ahlak ve politika açısından mümkün değildir. Bu yönlü çelişki antagonisttir. Çünkü bu halleriyle sınıf ve bürokrasi, toplumsal ahlak ve politikanın inkârı anlamına gelir. Öne sürdüğüm koşul çok önemlidir. Bir farklılık olmak veya ona katkıda bulunmak özelliğinde olan sınıf ve bürokrasi mümkündür. Örneğin Sümer rahip sınıfının yarattığı tapınağı tümüyle işlevsiz saymak mümkün değildir. Rahipler bilimin, verimli üretimin, kentleşmenin, dinin, zanaatların, düzenin ana temellerini burada attılar. Birçok kültürel çıkışta rahip sınıfı benzer rol oynadı. Rahiplere koşullu anlayış gösterilmesi bu olumlu işlevleri nedeniyledir. Fakat kastlaşma, işlevsiz ve aşırı büyümüş halleriyle meşruiyetleri hep tartışmalıdır ve aşmayı gerektirir.
Aristokrasi için de buna benzer hususlar geçerlidir. Onların da toplumsal gelişmeye sundukları düzen, verimli çalışma, yönetim zarafeti, sanata ve bilime katkı rolleri olmuştur. Anlayış bu çerçevededir. Ama yol açtıkları benzer kastlaşma, despotlaşma, hanedanlıklar ve krallıklar oluşturma, hatta kendilerini tanrılaştırmalar hastalıktır ve kabul edilemez. Toplumsal ahlak ve politika bu gelişmelerle antagonist çelişki içindedir. Dolayısıyla mücadeleyle aşılmaları doğru bir ahlak ve politikanın gereğidir.
Söylenenler burjuvazi için çok daha geçerlidir. Bu sınıfın ve bürokratik aygıtlarının gelişmesinin devrimsel dönemlerde toplumsal gelişmeye katkısı olmuştur. Ticaret ve dolaşım araçları (para ve senet), sanayinin geliştirilmesinde inisiyatif almaları, demokrasiyi zaman zaman denemeleri, bilim ve sanata sınırlı katkıları anlayış gerektiren yanlarıdır. Ama son dört yüz yıldır neredeyse tüm sınıflı uygarlık tarihinden daha fazla sınıflaşma ve bürokratlaşmaya yol açan, bunları kanser hücreleri gibi arttıran aşırı kalıcı yapılanması, bütün üst sınıflaşmalardan daha fazla ve daha tehlikelidir. Sınıflaşmalar tarihinde ortayı işgal eden burjuvazi ve bürokrasi, benim paradigmamda kanser rolündedir. Toplumsal doğa bu tip sınıf ve bürokrasiyi taşımaya elverişli değildir. Eğer taşıtılmak istenirse, ben de “al sana faşizm derim. Bana göre faşizmin bir başka tanımı, toplumsal doğanın orta sınıfa (bürokrasi ve burjuvazinin toplamı) tepkisidir. Tersi daha doğrudur. Orta sınıfın topluma kastıdır faşizm. Burada kanıtlanan, toplum ile orta sınıfın bir arada yürümeyeceğidir. Bazı aydınlar orta sınıfı cumhuriyet ve demokrasi rejiminin sınıf tabanı olarak sunarlar. Liberalizmin en yalan propagandalarından biri de bu sunuştur. Orta sınıf cumhuriyet ve demokrasinin inkârında rolü en fazla olan sınıftır. Diğer sınıfların bunda rolü sınırlıdır. Ayrıca faşizmden habersizdirler. Bu rolüyle orta sınıf aşırı kentleşmeyle aynı rolü oynar: Kanserolojik büyüme. Kaldı ki, her ikisi arasında sıkı organik, yapısal bağ vardır. Kent bu hastalığını orta sınıfın oburluğundan, büyümesinden aldığı gibi, bu türlü kentler de hep orta sınıfı büyütürler.
Orta sınıf zihniyet bakımından pozitivisttir. Yani en öz derinlikten yoksun, yüzeysel, olguları ölçüp biçmekten ötesini görmeyen, çıkarları gereği görmek istemeyen yapıdadır. Pozitivizmi ‘bilimcilik’ kılıfıyla sunmasına rağmen, tarihin en putperest (Heykel bolluğu, bu sınıf döneminde çığ gibi büyümüştür) sınıfıdır. Görünüşte laik ve dünyevidir, özde en dinci ve hayalperesttir. Buradaki dinciliği, bağnazlık derece-sinde ‘olgucu’ inanç ve düşünceleridir. Olguculuğun asla gerçeğin bütünlüğü olmadığını biliyoruz. Sözde laikliği, özde ise laik karşıtlığı en hayali projeleri (bir nevi ahiretlik projeler) toplumun önüne utanmadan habire sunmasıdır. Sermayenin ekonomik, politik, askeri, ideolojik ve bilimsel tekelciliğini küresel çapta geliştiren sınıftır. Dolayısıyla toplum karşıtlığı en gelişmiş sınıftır. İki yolla toplum kırım, soykırım yürütür. Bir halkı, bir topluluğu soyundan, ırkından, dininden ötürü ortadan kaldırması, burjuva sınıf karakteriyle mümkün olmuştur. Daha vahimi, toplum kırımcılığıdır. İki yolla toplum kırımcılığı yürütür: Birinci yol, ulus-devlet ideolojisi ve iktidar kurumlaşmasıyla toplumun tüm gözeneklerine kadar kendisini militarizm, savaş olarak dayatmasıdır. İktidarın devletle bütünleşerek topluma karşı topyekûn savaşıdır bu. Burjuvazi başka türlü toplumu yönetemeyeceğini deneyimleriyle iyi bilir. İkincisi, 20. yüzyılın ikinci yarısında patlama gösteren ‘medya ve bilişim’ devrimiyle birlikte hayata geçirilen hakiki toplum yerine hayali, sanal toplum yaratma eylemidir. Daha doğrusu, medyatik bilişimsel bombalama savaşıdır. Son yarım yüzyıl bu ikinci savaş biçimiyle başarıyla yönetilmektedir. Hayali, sanal, simülakr toplum gerçek toplumsal doğa yerine geçtiğinde, öyle sanıldığında, toplum kırım rolündedir.
Uygarlık tarihinde ezilen, sömürülen sınıf olarak sunulan köle, serf ve işçi kategorilerini değişik ele almaktan yanayım. Bu sınıflaşmaların özne, demokratiklik rolü çok sınırlıdır çünkü her şeyiyle efendisinin zihni ve yapısal binası içindedir. Önemsiz kılınmış bir eki veya uzantısı durumundadır. Tarihte efen-dilerini devirmiş hiçbir özne sınıfa tanıklık edilmemiştir. Bu durum önemli bir gerçekliği yansıtır. Ezilen ve sömürülen anlamında da olsa, sınıfsal çıkıntılar toplumun genel gövdesinde, ağacında bir dal mesafe-sindedir. Dal ne kadar salkıp kopsa da gövdeyi etkileyemez veya bu etki sınırlı olur. Bu nedenle toplumu köle, efendi, serf, aristokrasi, işçi, burjuvazi toplumu şeklinde adlandırmak, yanlış bir terminoloji üret-meye çok açıktır. Sosyal bilim bu konuda yeni bir adlandırma ve tanımlama geliştirmek durumundadır. Ağacı nasıl dalla tarif edemezsek, toplumu da bağrından çıkan sınıflarla adlandıramayız. Ayrıca ve daha önemlisi, köle, serf, işçi, küçük burjuva gibi sınıfları özneleştirme, övme ve önemli devrimci rol yükleme yaklaşımlarının, başta reel sosyalizm ve anarşizm tarihinde de bolca görüldüğü gibi sonuç alıcı olmadığı, bunun temelinde bu sınıflara yanlış bir özne değeri ve devrimci rol yüklemenin yattığı kanısındayım. Doğru tutum, her tür sınıflaşmaya karşı olmaktır. Belki kölelik, serf ve işçi sınıfı da başlarda, geçiş aşamasında yarı-toplumda iken (çoğunlukla yarı-köylü, zanaatkâr) olumlu öznel, devrimci rol oynamış olabilir oynamıştır. Ama o da kalıcılaştığı, büyüdüğü oranda yozlaşmış, üst sınıflarla uzlaşmış ve işlevsizleşmiştir.
Daha da önemlisi, bir özgürlük, eşitlik ve demokrat dünya görüşü, her iki tür sınıflaşmayı sözünü ettiğim farklılaşma anlamı dışında öznelleştirmeye, kendilerine moral ve politik değer yüklenmesine olumlu bakamaz. Sınıflaşmayı her iki yönden toplum doğasına aykırılık, anti-toplum olarak görüp mücadele etmek durumundadır. Bunların gerçekleşmiş olmaları, meşru ve gerçek toplumsal değerler olarak yorumlanmalarını gerektirmez. Bir vücutta urlaşmış unsurları nasıl normal vücuttan saymazsak, karşımızdaki toplumsal olgular için de benzer yorum yapılabilir. Ayrıca ezilen ve sömürülen tüm sınıflaşmalar, iktidar ve devlet zoruyla ve hegemonik ideolojileriyle gerçekleştirilmiştir. Bu koşullar altında gerçekleştirilen köleliği, serfliği ve işçiliği ancak mahkûm edebiliriz. “Yaşa şanlı işçi, serf, köle! demek, objektif olarak hegemonik iktidar güçlerini övmek ve onaylamak olacaktır. Marks ve ardılları dahil, birçok ekolün bu tür sınıf yorumları başarısızlıklarının en temel nedenidir. Belki üst sınıfların bir dereceye kadar bir anlamı olabilir ama kan ter içindeki sınıflaştırmalar zorla ve ideolojik ikna ile oluşturulduklarından, bu sınıflaş-tırmaların sürekli mahkûm edilmesi, övülmemesi ve aşılması için mücadele edilmesi en doğru tutumdur. Özne olamayacak olana özne, devrim yapamayacak olana devrimci rol yüklemek, bu tip sosyal mücadeleler tarihinde örneği bolca görüldüğü gibi yenilmekten kurtulamaz. Yenilginin nedeni sorunu doğru anlamamak, sınıflaşmaya yanlış rol atfetmektir. Yeni dönem, 21. yüzyıl sosyal mücadeleleri bu köklü yanlışlıktan döndükleri oranda başarılı olabilir.
Burjuvazinin sınıf sorununu ağırlaştırdığı doğrudur. Sınıf çıkarlarını toplumun en ince gözeneklerine kadar iktidarlaştırması (İktidarlaşma, toplum ile savaşmaktır) ve devlet ile resmileştirmesi, en gelişkin aşamasını yaşamakta olduğunun kanıtıdır. Başta işçi tavizciliği olmak üzere, ‘sermaye ortaklığı’ adı altın-da birçok toplum kesimini kendine alet ettiği de bolca gözlenmektedir. Neredeyse toplumu yuttuğu bile söylenebilir. Ama yine de en sorunlu sınıf, hatta toplumu en çok sorunlu hale getiren sınıf olduğu gerçeği de daha fazla doğrudur.
Bürokrasinin her ne kadar tarih boyunca egemen sınıfların kurumsal uygulama aleti olduğu doğruysa da, günümüze doğru son iki yüzyılın ulus-devlet biçimlenmesiyle daha da boyut kazandığı, adeta bağımsız sınıf rolü oynadığı, iktidardaki ve devletteki ağırlığını arttırdığı, kendini bizzat devlet saydığı da rahatlıkla söylenebilir. Toplumu demir kafese alan ağırlıklı bir güç haline geldiği, tüm toplumsal alanlara (eğitim, sağlık, yargı, ulaşım, ahlak, politika, çevre, bilim, din, sanat, ekonomi) el atarak bu rolünü pekiştirdiği de reddedilmesi zor bir gerçekliktir. Günümüz toplumunda (kapitalist modernite) sadece devlet bürokrasisi azmanlaşmamıştır adeta onun izinde tüm tekel dünyası “Aile şirketi olmaktan çıkıp, profesyonellerce yönetilen şirketler haline gelelim adı altında kendi bürokrasilerini çığ gibi büyütmüşlerdir. Bürokrasinin aşırı büyümesi şirketlerin bu yeni gerçekliğiyle bağlantılıdır. Bir nevi şirketlerin ‘devletleşmesi’ de denebilir. Gerçekten ulus-devletin artık yetersiz kaldığı, yeni devlet inşasının gündemde olduğu koşullarda küresel ve yerel şirket devletleşmeleri hâkim bir eğilim olarak gelişim göstermektedir.
Toplumun bu iki kıskaçtan kaynaklanan sorunları günceldir. Adeta tüm tarihin ‘şimdisi’dir. Hatta da-ha da ileri giderek, bu ikilinin toplumsal doğayı (geleneksel toplumu) ahtapot gibi kolları arasında tutup boğduğu ve erittiği de söylenebilir. Buradan çıkarılacak sonuç en bunalımlı kaotik bir sürecin yaşandığı, toplumsal özgürlük, eşitlik ve demokratikliğin ancak demokratik uygarlık yapılı bir sistemle mümkün olduğu, bunun da doğrultulmuş bilimle inşa etme mücadelesini gerektirdiğidir.
10- Toplumun Eğitim ve Sağlık Sorunları
Fazladan bir konu gibi gözükse de, eğitim ve sağlığın tıpkı bilim gibi iktidar ve devlet tekeline geçme-sinin yol açtığı sorunları kavramak önemlidir. Devletleşmiş bilim nasıl ideolojik hegemonyanın en etkili aracı konumunda ise, iktidarla bütünleşmiş eğitim ve sağlık da aynı karakteri yansıtır.
Eğitim toplumun deneyimlerinin teorik ve pratik bilgiler halinde mensuplarına, özellikle gençlerine özümsetme çabası olarak tanımlanabilir. Çocukların toplumsallaşması toplumun eğitim etkinliği ile yürütülür. Çocukların eğitimi iktidar ve devletin değil, toplumun en önemli görevidir. Çünkü çocuklar ve gençler kendisinindir. Hem hak hem görev olarak çocuk ve gençlerini kendi geleneklerine, toplumsal doğa özelliklerine göre yetiştirmek, kendisine dönüştürmek yaşamsal bir konudur kendi varlığını sürdürme sorunudur. Hiçbir toplum varoluş hakkını ve bunun için gençlerini eğitme görevini başka bir güçle paylaşamaz, devredemez. Söz konusu güç devlet veya çeşitli iktidar aygıtları bile olsa, bu hak ve görevini devredemez. Aksi halde kendini egemenlik tekellerine teslim etmiş sayılacaktır. Eğitim hakkının kutsallığı varoluştan kaynaklanmaktadır. Hiçbir güç, başta anne-baba olmak üzere, toplumu kadar çocukları ve gençlerine ne yakın olabilir, ne de onlar kadar yakın olma gereğini duyar. Tarih boyunca uygarlıkların en büyük toplum karşıtlıklarından biri, toplumu çocuklar ve gençlerden yoksun bırakma eylemidir. Bu eylemlerini iki yolla gerçekleştirirler: Ya büyüklerini imha ederek köleleştirir, ya da iktidar katında değerlendirmek için sözde eğitmek amacıyla alırlar.
Savaşların en önemli amaçlarından biri, en değerli mal olarak çocukları, kızları, genç erkekleri bu iki yolla içlerinde eriterek devşirme ocakları oluşturmaktır ve oluşturur. İlkel bürokrasinin temeli böyle başladığı gibi, uygarlık tarihi bir açıdan bu yöntemle hem toplumu zayıflatma, hem de bürokratik aygıtların gücünü oluşturma eylemidir: Topluma karşı toplum oluşturmak doğal topluma karşı, iktidar ve devletin toplumunu oluşturmak. Bu oluşumda öz toplumundan soyutlanmış çocuklar ve gençlere bambaşka bir dil, kültür, tarih öğretilir. Özüne yabancılaştırma temel hedeftir. İktidarsız yaşamaları imkânsızlaştırılır. Hem ideolojik hem maddi olarak kendilerine en devletçi kimlik kazandırılır. Devlet ve iktidar onlar için varoluşun tek geçerli yolu haline getirilir. Hem kendilerini devlet ve iktidar sayarlar, hem de böylelikle doğal toplumla zıtlaştırılırlar. Bazen devletin toplumuyla toplumsal doğa aynılaştırılır. Bu yanlıştır, çelişkilidir. Uygarlık tarihi bu çelişki üzerine bina edilmiştir. İktidarların eğitimi gasp etmelerinin altında bu tarihi gerçeklikler yatar. Yoksa topluma karşı eğitim görevi umurlarında değildir. Bir sermaye sahibi işçilerini ne kadar eğitiyorsa, iktidar da hükmettiklerini o mantıkla, kendi kul-işçileri olarak eğitir. Adı bürokrasi de olsa, mensupları en alt düzeyden en üste kadar kul olarak yetiştirilir.
Özellikle ulus-devlet iktidarları toplumun tüm çocukları ve gençleri üzerinde tekellerini öncelikle eğitim yoluyla örerler. Kendi tarih, sanat, dini ve felsefi zihniyetiyle yoğurdukları kişiler artık eski ailelerinin değil, iktidar sahiplerinin öz çocukları, mallarıdır. Büyük yabancılaşma böyle kurumlaştırılır. Burjuvazi eğitim açısından tüm halk toplumu üzerinde en yoğun tekeli kuran sınıftır. İlk ve orta eğitimi mecbur kılıp, iş bulmak isteyenlere de üniversite diplomasını hatırlatınca, toplum gençliğinin üzerindeki yabancılaşma ve bağımlılaşma kıskacı, kafese alınma süreci zorunluluk kazanmış demektir. Zor, maddi güç ve eğitim, toplumu sömürgeleştirmenin dayanılması güç silahları haline gelmiş demektir.
Dolayısıyla toplumun uygarlık tarihi boyunca devlet ve iktidarın eğitim aracıyla kendine karşı yürüttüğü savaştan en çok darbe almış olduğu rahatlıkla belirtilebilir. Toplumların eğitim hakkı gerçekleştirilmesi en zor haklarıdır. Ulus-devletin ve hegemonik tekellerin devasa güçleri karşısında toplumun eğitim yoluyla varoluşunu sağlama tarihin en zorlu dönemine girmiştir. İdeolojik hegemonya son iletişim devrimiyle tüm toplum üzerinde yürüttüğü medya savaşıyla (sömürgeleştirmeyi askeri, ekonomik yönü kadar, belki de ondan daha yoğun ve çaktırmadan yürütmesi nedeniyle) daha başarılı bir yeniden kültürel sömürgeciliği yürütmektedir. Toplumun bu kültürel fetih ve sömürgeciliğe karşı en temel varoluş araçları olan kendi öz ahlak ve politik mücadelesiyle direnmesi tek özgürlük ve kurtuluş yoludur. Gençlerini kaybeden toplum veya tersine, toplumunu kaybeden gençlik yenilmiş olmaktan öte kendi varlık hakkını kaybetmiş, ona ihanet etmiş demektir. Gerisi çürüme, dağılma ve yok olmadır. Buna karşı temel toplumsal görevi, varoluşunun temel araçları olarak kendi eğitim kurumlarını geliştirmektir. İçerik olarak bilimsel, felsefi, sanatsal, dilsel yorumlarını bilim-iktidar yapılanmasından ayrıştırmaktır. Anlam devrimini başarmaktır. Aksi halde toplumsal varlığın ahlaki ve politik dokularını görevsel kılmak mümkün olmaz.
Böylelikle eğitim sorunu özünde toplumun ahlaki ve politik kurumlarını (dokularını) zorunlu kıldığı gibi, ahlak ve politikanın da esas olarak görevi toplumsal eğitimi gerçekleştirmektir. Kendini eğitmeyen toplumun, kendi öz ahlak ve politik kurumunu geliştirme ve ayakta tutma imkânı ortadan kalkacağı gibi, varoluşu da sürekli tehlike altında yaşamaktan, çürümek ve dağılmaktan kurtulamaz.
Toplumun sağlık sorunu da oldukça hassas bir konudur. Eğitim kadar önem taşır. Sağlığını kendi öz imkânlarıyla koruyamayan toplumun temeli, varoluş ve özgürlüğü ya tehdit altındadır veya tümüyle yitirilmiştir.
Sağlık bağımlılığı genel bağımlılığın bir göstergesidir. Fiziki ve ruhi sağlık sorunlarını çözmüş bir toplumun özgürleşme imkânı elinde demektir. Sömürge toplumların yaygın hastalığı, yaşadıkları sömürge rejimiyle bağlantılıdır. Kendi sağlık kurumları ve uzmanlarını oluşturmak, toplumun temel hak ve görevi olarak görülmelidir. İktidar ve devletin bu görevi elinden alması ve tekelleştirmesi toplum sağlığına büyük darbedir. Sağlık hakkı mücadelesi kendine saygı ve özgürlüğü konusundaki hassasiyettir.
Kapitalist modernite eğitim ve sağlığın ulus-devletleştirilmesini yaşamsal saymaktadır. Toplumun varoluşsal, sağlıklı ve aydınlıklı gelişmesinin bağlı olduğu bu iki alan denetim altına alınmadan, üzerinde tekelci hâkimiyet inşa edilmeden, genel egemenlik ve sömürünün sürdürülmesi çok zordur. Sadece çıplak militarist zorla toplumun mülkleştirilemeyeceği bilindiğinden, eğitim ve sağlık üzerindeki denetim tekeller açısından olağanüstü önem taşır.
Bir kez daha görüyoruz ki, toplumun varoluşsal tüm sorunlarının temelinde tekelci devlet ve iktidar yatmaktadır. Kâr-sermaye bu iktidar tekeli olmadan sürdürülemez. Buna karşı demokratik uygarlığın sistemsel mücadelesi olmadan da toplumun hiçbir sorunu kalıcı çözüme kavuşamaz.
11- Toplumun Militarizm Sorunu
Militarizm en geliştirilmiş anti-toplumcu tekelcilik olarak tanımlanabilir. Toplumsal doğanın üzerinde baskı ve istismar amaçlı ilk otorite kurma çabalarının avcı gelenekli ‘kurnaz ve güçlü adam’ın analitik akıl ve eyleminin sonucu olarak geliştiğini varsaymak mümkündür. En gücü yeten, otoritesini esas olarak iki ana grup üzerinde tesis etmeye çalışır: Yanındaki avcı grubuna ve eve kapatmaya çalıştığı kadına. Sürece Şamanistik (Proto-rahip) ve Jerontokratik (yaşlılar grubu) öğelerinin katılarak ilk hiyerarşik otoritenin hemen birçok toplumda çeşitli biçimler altında oluştuğunu gözlemlemek mümkündür. Uygarlık tarihine geçilmesiyle birlikte güçlü ve kurnaz adam ve maiyetinin resmileşen iktidar olarak, devletin (ekonomi üzerinde artık-ürün gaspına dayalı ilk tekelleşme) askeri kolu olarak kendini kurumlaştırdığını gözlemlemekteyiz. Sümer toplumunda rahip-krallar döneminin hemen ardından I. II. ve III. Ur Hanedanlıkları bu gerçekleşmeyi yansıtmaktadır. Birçok toplumda benzer gerçeklikler söz konusudur. Gılgameş Destanında bile açıkça krallığın nasıl Tanrıça İnanna (kadın tanrıça geleneği-rahibeliği) geleneğinden koparıldığını, rahibenin güçsüzleştirilerek evlere (özel-genel) kapatıldığını adım adım izlemek mümkündür.
Gılgameş’i tarihte ilk komutan olarak simgeleştirirsek, askeri -militarist- geleneğin oluşumunu daha iyi çözümleyebiliriz. İşleri kent için gerekli köle insanları avlamak üzere sefere çıkmak (Gılgameş Destanı’nda işbirlikçi ‘Enkidu’nun yardımıyla bugünkü Irak’ın kuzeyinde), vahşi-barbar dedikleri (Humbaba) kabilelerini avlamaktır. Çok açıkça görülmektedir ki, asıl barbarlık ve vahşiliğin kaynağında kent zorbalığı yatmaktadır. Grek kültür geleneğindeki ‘barbar’ sözcüğü kentin bir saptırması, yalan propagandası olarak geliştirilmiştir. İdeolojik üstünlük kurmak içindir. Kent örgütlenmesine göre daha zayıf ve örgüt-süz olan kır kabilelerinin söylendiği anlamda barbar olamayacakları açıktır. Barbarlık kavramı uygarlık tarihinin en büyük yalan ve saptırmalarının başında gelmektedir. Kent zorbasının ikinci görevi ‘güvenlik’ oluyor. Bunun için en çok başvurduğu yöntem kale ve surlar dikmek ve hep daha güçlü, öldürücü silahlar geliştirmektir. Bunun için milyonlarca insanın köleleştirildiğini, serfleştirildiğini, işçileştirildiğini, bu statüleri kabul etmeyenlerin öldürüldüğünü, bu eylemlerin tarih olarak yansıtıldığını belirtmek reddedilemez hakikatçi yaklaşımdır.
Güçleri ile orantılı olarak askeri kol, ekonomik değer sızdırmanın en büyük payını kendisine ayırır. Tarihte ganimet amaçlı seferler bu gerçeği gayet iyi açıklar. Ayrıca devletin temelinde mülk, mülkün temelinde askeri fetih ve el koymanın olduğu da çok açıktır. Fetheden sahiptir. Bunu eyleminin doğal, vazgeçilmez hakkı olarak görür, ilan eder. Devlet iktidar güçlerince fethedilen, ele geçirilen başta toprak olmak üzere mülk ve ganimetin (taşınır mülk) toplamıdır. Örneğin “Tüm Osmanlı memalikiyesi (mülkleri) padişahındır ilkesi bunu ifade eder. Devlet ve askeri fetihler, bu ilke ve bu geleneğin devamından başka bir anlama gelmez. Gelenek böyle kurulmuş ve her devlet inşasında hukukileştirilerek sürdürülmüştür. Askeri kesim bu nedenle kendini devletin, dolayısıyla mülkün esas sahibi olarak görür ve tanımlarken, tarihsel geleneği göz önünde bulundurmaktadır. En güçlü tekelci kol olması iktidar ve devletin doğası gereğidir. Zaten elindeki insan ve silah gücü de rahatlıkla bunu sağlayacak yetenektedir. Sivil bürokrasinin zaman zaman payını (tekelini) arttırmak için giriştiği çabaların askeri darbeyle sonuçlanması da bu temel gerçeklerin ışığında daha iyi anlaşılır. Şüphesiz ‘ilmiye’ ve ‘kalemiye’ sınıfı denilen ideolojik ve bürokratik tekelin de iktidarın ve devletin tesisinde rolleri vazgeçilmezdir. Ama askerin rolü kadar belirleyici değildir. Tarih ve günümüz iktidar ve devlet aygıtlarının en yüzeysel incelenmesi bile bu gerçekleri doğrulamaktadır.
Konumuz açısından asıl önemli hususlardan birincisi, askeriyenin en gelişkin ve belirleyici tekel olmasıdır. İdeolojik olarak sunulduğu gibi asker-ordu şan, şeref, kahramanlık için değil (Bunlar işin özünün önemini perdelemek ve çarpıtmak amacıyla geliştirilen ideolojik propagandalardır), iktidar tekelinin vazgeçilmez öğesi olarak vardır. Özünde ekonomiktir. Ordu ekonomiye dayalı olan, ekonominin üstünde ve uzağında duran, ama gelirini (maaşını) en garantiye alan, karşı çıkılması zor, diğer tüm tekel kesimlerinin uzlaşmak ve paylaşmak zorunda oldukları tekeldir. Tarihsel temel ve gelişimi boyunca böylesi köklü kurumsal bir gelenek ve tekeldir. Özünde ekonomik gelişmeyle en yakından ilgili, ama kendini en uzak tutma ihtiyacını duyan sınıfın (bürokrasinin) tekelidir. Bu yönüyle toplumdan en uzak gibi durur. Daha doğrusu, kendisini en iyi ekonomik ve askeri silahlarla mücehhez kılmış, donatmış tekelci kesimdir. Askeri çözümlemeyi doğru yapmadan, ne ekonomik tekelciliği ne de devlet ve iktidar tekelciliğini tam olarak kavrayabiliriz. Üçü de bir bütündür. Aynı özden, toplumun artı-değerlerinden beslenmektedir. Karşılığında toplumun güvenliğini, eğitimini, sağlığını ve verimini düzenlediklerini iddia ederler. Devletçilik, ideolojik devlet kendini böyle sunar. Ama gerçek başka türlüdür ve ortaya koyduğumuz gibidir.
Askerileşme, militarizm sermaye ve iktidarın en keskin örgütlü kolu olduğuna göre, toplumu en çok hükmüne, kafesine kapatan kurum olması işinin doğası gereğidir. Militarizm genelde tüm tarih ve devletlerde topluma sızan, denetleyen, hükmeden güç olmasına rağmen, en çok orta sınıf (burjuvazi) çağında ulus-devlet tekelinde azami seviye kazanmıştır. Ulus-devlette ordu adına tüm toplumun resmen silahsızlandırılarak, tek silah tekelinin devlet-orduya geçmesi belirleyici özellik olarak karşımıza çıkar. Tarihin hiçbir döneminde burjuva sınıfının gerçekleştirdiği kadar toplum silahsızlandırılmamıştır. Bu çok önemli gerçeğin nedeni sömürünün yoğunlaşması, buna karşı büyük direnişlerin gelişmesidir. Toplum kapsamlı ve sürekli silahsızlandırılmadan, tüm iç gözeneklerine kadar iktidarın sızmasına ve gözetilmesine tabi kılınmadan yönetilemez. Adeta modernitenin ‘demirden kafesine’ kapatılmadan toplumla baş edilemez. Küresel finans tekel çağının ilaveten medyatik ordusunca da kapatılıp kuşatılmadan toplum yönetilemez. Sömürü tekellerinin boyutları, kendilerini olduğu gibi ideolojik-medyatik, bürokratik-askeri tekellerin oluşumuna da yansıtır. Kopmaz bağlar içinde birbirlerini koşullandırırlar. Son büyük merkezi uygarlık, süper hegemon ve diğer bölgesel hegemonların ve tüm yerel işbirlikçilerinin, toplum üzerinde-içinde devasa militarizme dayalı silahlı endüstri sermayesinin diğer tekellerine göre önceliği, bu tarihsel ve güncel konumlarının özünden kaynaklanmaktadır. Militarizmin kapitalist tekelin faşizmiyle özdeşleşmesi de bu öz gerçekliğinde anlamını bulmaktadır.
Elbette tüm doğal toplum ve yazılı tarih boyunca çeşitli biçimleri içinde toplumlar uygarlığın militarist gelişimine karşı kendilerini yoğunca savunmuşlardır. Öz savunma denilen gelenek de binlerce yıllık gelişimi içinde çeşitli direnme, ayaklanma, gerilla, halk savunma orduları biçiminde kurumlaşmış ve büyük savunma savaşları vermiştir. Savunma savaşlarını elbette militarist tekel savaşlarıyla bir tutamayız. Aralarında mahiyet, öz farkı vardır. Birisi anti-toplumcu (sömürgeci, çürütücü, yok edici), diğeri toplumcu (toplumu koruyan, ahlaki ve politik yeteneklerini özgür kılan) karakterdedir. Demokratik uygarlık, öz savunmanın sistemleştirilmesi temelinde, toplumu merkezi uygarlıkçı militarizme karşı koruma ve savunmadır.
Kürdistan Stratejik Araştırmalar Merkezi
www.navendalekolin.com – www.lekolin.org – www.lekolin.net – www.lekolin.info