Birkaç gün sonra Lozan antlaşmasının 99. yılını geride bırakıp, 100. yılına gireceğiz. Lozan Anlaşması Kürdistan’ı parçalayan uluslararası Emperyalist ve sömürgeci bir anlaşmadır. Aynı zamanda Lozan anlaşması, bir ülkeyi bölme ve bir halkı yok sayma gibi son derece haksız olduğu kadar büyük bir insanlık suçunu ifade eden bir anlaşmadır. 5-10 katilin savunmasız bir insanı herkesin gözleri önünde parçalayarak öldürmesinden başka acaba insan daha nasıl tanımlayabilir, bilinmez. Yine kurtların, çakalların ve köpeklerin güçten düşürdükten sonra pençeleri ve ağızları ile bir insanı parçalayıp yeme görüntüsünden farkı nedir?
Doğrusu bu yazıyı karar verip de yazmaya başlayınca Kürdistan’ı parçalamak için birbiri ile çatışan, uzlaşan, birbirine sunan ve ‘şurası sende burası bende kalsın’ gibi ifadelerinin ne kadar büyük bir hakaret olduğunu, bütün benliğimde derinden hissettiğimi ve buna karşı öfkemin büyük olduğunu da söylemek istiyorum.
Bir ülke ve halk bu kadar aşağılanmamalı, bu kadar hakarete uğramamalıydı. Ama emperyalistler ve sömürgeciler büyük bir iştahla bunu yaptılar. Bu nedenle de SSTD ve Lozan’ın koordinatörlerini bütün devrimci duygu, düşünce ve öfkemle lanetliyorum. Fakat Kürtlerde bu hakareti asla kabul etmemeli ve lanetlemelidir. NATO’nun Kürdistan özgürlük mücadelesine karşı almış olduğu son kararı da bu alçakça saldırının bir halkası olarak görmelidir. Bunun için de öncelikle bütün bu olup-bitenlerin farkına varmalı bu hakareti, bu aşağılanmayı ve bu basitleştirmeyi iliklerinde his etmelidir. Birisinin ya da birilerinin bir insanı horlaması aşağılaması ve hakaret etmesi nasıl ki bir insanda büyük öfkelere tepkilere yol açıyor ve buna karşılık vermek için gözleri kararıyor ise Kürtlerde Lozan Konferansını böyle anlamalıdır. Hani bazı hakaret ve kabul edilmemesi gereken yaklaşımlar karşısında “adeta kan beynime sıçradı” dediğimiz anlar vardır ya. İşte öyle!
Kürt halkı da bunun karşısında hakarete uğrayan insanın ruh hali ile harekete geçmeli, “kan beynimize sıçramalıdır” artık. Artık bu zulüm ve soykırım ortamında yaşamayı hiçbir biçimde kabul etmemeliyiz. Bu tutum geleceğe ertelenecek bir durum değildir. Böyle bir durumdan kurtulmak içinde elimizden geleni yapmalıyız. Her Kürt ve Kürdistanlı da inanıyorum ki bu günlerde bu duygu ve düşünceler ile bu süreci karşılayacaktır. Buna canı gönülden inanıyorum.
Bir kez daha parçalanmanın yok sayılmanın ve yok saymada ısrarlı olan düşmanlarımıza karşı bundan sonra nasıl davranmamız gerektiği bir soru olarak herkesin gündemine alması gerekmektedir. Konuya ilişkin düşünce, duygu, öfkesini kontrol etmelidir. Gerçekten böyle bir tepki, öfke var mı? Eğer yoksa veya az ise bunun ne anlamı vardır, diye birçok soruyu kendimize sormalıyız. Ve bunun cevabını da güncel ihtiyaçlar temelinde mutlaka verme arayışı ve gayreti içerisinde olmalıyız.
Elbette sadece Kürdistan’ın parçalanması ve Kürtlerin yok edilmesi Lozan Konferans salonundaki iğrenç, ahlaksız, vicdansız ve çıkar düşkünü koordinatörlerin zihniyet ve siyasetleriyle sınırlı değildir. Bir de sömürgeci Osmanlı imparatorluğunun enkazları üzerinde kurulmaya çalışılan BMM adı altında oluşturulan meclisteki bazı gafil ve hain Kürtlerin de buradaki payını görmek gerekir. Emperyalistler ve sömürgecileri kendi çizgisinde ısrar ediyor ama bir de bazı hain kesimler başta Barzani ailesi olmak üzere, Kuzey’de Güney’de, Doğu’da ve Rojava’da da bu çizginin de temsilcileri zayıflamış olsa da varlığını sürdürmektedirler. Sırf ortaya çıkacak imkanlardan yaralanmak için Kürt soykırımcısı Mustafa Kemal, İsmet İnönü, Kazım Karabekir ve Fevzi Çakmaklara yaranmak için alçaldıkça alçalan düşkün ve gaflet içinde sözüm ona Kürt milletvekilleri vardı. Onların şahsında ve bugün o çizginin temsilcilerine karşı da büyük bir bilinç ve öfkenin gelişmesi gerektiğini söylemek gerekiyor.
Örnek olması bakımından dönemin bazı milletvekillerinin gafletini-ihanetini burada dile getirmekte yarar var:
“Avrupalılar diyorlar ki ‘Türkiye’de yaşayan azınlıkların en büyüğü, en yoğunu Kürtlerdir.’ Ben deniz Kürt oğlu Kürdüm. Binaenaleyh bir Kürt mebusu olmak sıfatı ile sizi temin ederim ki Kürtler hiçbir şey istemiyorlar. Yalnız büyük ağabeyleri olan Türklerin saadet ve selametini istiyorlar (alkışlar) Biz Kürtler vakti zamanında Avrupa’nın Sevr paçavrası ile verdikleri bütün hakları ve hukukları ayaklarımız altında çiğnedik. Ve bütün manası ile biz hak vermek isteyenlere iade ettik. Nasıl ki El cezire cephesinde çarpıştık, (Alkışlar) Nasıl ki Türklerle beraber kanımızı döktük onlardan ayrılmadık, ayrılmak istemedik ve istemeyiz. (Alkışlar) Binaelaleyh sözüme son verirken delege heyetimizden rica ederim ki azınlıklar söz konusu edildiği zaman Kürtlerin hiçbir talebi olmadığını ve Kürtlerin kanaatına tercüman olarak buradan söylediklerimi Lozan’da söylesinler; Bir ricam daha var Suriye sınırının aşağısında kalan yerlerle Kerkük, Süleymaniye ve Musul’un alınmasıdır.”
Bu sözler Yusuf Ziya’nındır. Ne yazık ve ne hazindir ki Yusuf Ziya daha sonra gaflet durumunu anlayacak ve Türk devlet gerçekliği karşısında yanıldığını ve yanıltıldığını görecektir. Ancak iş işten geçmiş olarak direniş konumuna geçecek, başarısız olacaklar ve sonuçta SSTD tarafından idam edilecektir.
Hain Diyab Ağa ise, “Hepimiz biriz ne Türklük ne Kürtlük davası vardır. Hep biriz, kardeşiz. (Bravo sesleri ve alkışlar) Bir kişimin 5-10 oğlu olur. Biri Hasan biri Ahmet biri Hüseyin biri Mehmet isimli olabilir fakat hep bir insandırlar. Bizde öyleyiz. Yoksa ayrı gayrımız yoktur. (Bravo sesleri) Ama düşmanlar bizi birimize sardırmak için tuzak kuruyorlar. Sen şöylesin ben böyleyim filan diye hile yapıyorlar. Biz bir kardeşiz bizim dinimiz diyanetimiz birdir. Bazıları bilmiyorlar.”
Erzurum mebusu Süleyman Necati ise “Türklerin ve Kürtlerin tarihinin daima bir olduğunu, ayrı kavimler olmadıklarını Türkiye’de ırkı azınlıklar olmadığını” söyleyecekti.
Bu ve bunun gibi konuşmalar BMM’de vardır. Kendisine Kürdüm deyip de böyle konuşan Kürtler olunca da dönemin Türk milletvekilleri onları alkışlıyor, “yaşa, var ol” vb. nidalarla habire kendilerine Kürt diyen fakat Türk soykırımcılarından haberi olmayan bu zavallılar da coştukça coşuyorlardı! Doğrusu ibretlik görüntülerdir.
Öyle ki; tarihin ilk vatan ve yurt kavramlarını hak eden bir yer olmasına rağmen Kürdistan 7-8 ay içerisinde yürütülen Lozan Konferansındaki tartışmalarla parçalanmıştır. Bu 1920 yılından itibaren Lozan, ABD kadar yürüyen bir süreçtir.1921 Ankara antlaşmasıyla Fransız emperyalistleriyle sömürgeci-soykırımcı Türk devletinin kurucuları Rojava Kürdistanı’nı ana gövdeden koparırlar. Daha sonra da 1922 Kasım’ında Kürtleri yok sayma ve Kürdistan’ı parçalama anlamına gelen Lozan Konferansı başlamış,24 Temmuz 1923 yılında da bitmiştir. Yaklaşık sekiz ay içerisinde, Kürdistan toprakları üzerinde binlerce yılın yaşanmışlıkları, kültürü, dili, tarihi ve sanatı yok sayılmıştır. Kürt halkı soykırım politikalarıyla yok olma sürecine tabi tutulmuştur. Bir insanın canavarlarca parçalanması dediğimiz olay işte tam da budur. Bu durumun yarattığı zulmün, hakaretin acısını iliklerinde duymayan, kendisini bu haksızlık ve hakaret karşısında sorgulayarak 14 Temmuz ruhu ile harekete geçirmeyen birisi, Ahmet Kaya’nın deyimiyle “en azından kendinden utanmalıdır.” Ve bu utançlı yaşamdan, duruştan kurtulmanın arayışı içerisinde olmalıdır.
Peki Lozan’da ne olmuştu? Nasıl böyle bir tablo oluştu ve sonuçları ne oldu? Sorularını özce cevaplamak gerekir. Sömürgeci soykırımcı Osmanlı devleti birinci paylaşım savaşında yenilmişti. İttihat Terakki’nin soykırımcı projesi yerle bir olmuştu. Bu durum Kürtler ve Türkler arasında bir arayış ve tartışmaya yol açmıştı. Bu süreçte Kürtler İstanbul merkezli ve sınırlı olarak Kürdistan’da örgütlenmeye çalışıyorlardı. Fakat buna karşılık sömürgeci soykırımcı zihniyet ile harekete geçen Mustafa Kemal ve çevresi de hareket halindeydi. Zaten kendileri de İttihat Terakki’nin içinden gelmekteydiler. Onların zihniyetiyle büyümüş ve şekil almışlardı. Aynı zihniyetle yani bir Türk ulus devleti kurmayı önlerine koymuşlardı, fakat daha gerçekçi temelde bir planlama önlerine koymuşlardı. Bunun için de öncelikle yönlerini esas olarak Kürdistan’a dönmüşlerdi.
1919 yılında Amasya Tamimi hazırlandıktan sonra, Erzurum ve Sivas’ta Kongreler yapılmaya başlandı. Bu kongreler sömürgeci soykırımcı Kemalist ve tarihçileri arasında ulusal kurtuluşun başlangıcı olarak kabul edilir. Tabi buna Amasya Tamimini de eklerler. İnsanın şöyle bir soru sorası geliyor, madem Türk ulusal kurtuluş mücadelesiydi, neden Türklerin yoğunca yaşadığı coğrafyada kongrelerini, toplantılarını yapmadılar da Kürdistan’a geldiler, Kürtlerle ittifak kurmak için ilişki geliştirdiler? Oraların suyu mu çıkmıştı? Çünkü o öz yurt dedikleri yerlerde adım atacak halde değillerdi. Fakat Kürdistan’da emperyalistler olmakla birlikte buna karşıda halkımızın belli bir örgütlü direnişi vardı. Mustafa Kemal adeta Kürtlerin elini-eteğini öpercesine yalvar yakar onları yanına çekmeye çalışıyordu. Adeta Lawrence’in Arapları harekete geçirmesi gibi, o da Kürtleri emperyalistlere karşı kendi çıkarları temelinde harekete geçirmeye çalışıyordu. Onun için kılıktan kılığa girmekte oldukça kurnaz ve iki yüzlüce davrandığını belgelerden fazlasıyla biliyoruz. Birçok Kürdün anılarında bunları vardır.
Kazım Karabekir’de bu dönemde Kürtleri nasıl kandırdığını, onlara nasıl yalan söylediğini de, bir başarı hikayesi olarak anlatmaktadır: “Kürt İstiklali gibi propagandaların durmayacağı belliydi. Bu zehre karşı ben daha evvelden ‘Kürdistan’ı Ermenistan yapmak istiyorlar, fakat Kürt kardeşlerimiz çiğnetmeyeceğiz’ diye bütün Kürtleri şerbetlemiştim.” Diyor.
“Merdi kipti, seccat arz eylerken sirkatini söyler” sözü tamda –kiptilerden özür dileyerek söylüyorum-bu Kürt soykırımcısının pratiğini anlatıyor. Kendini överken Kürtleri nasıl kandırdığını, alçakça yalan söylediğini, İslami duygularını istismar ettiğini söylemektedir. Herhalde şimdi Kürtler Tayyip Erdoğan ve Kılıçdaroğlu’na da biraz bu gözle bakmaya başlarlar.
Ortaya çıkan tablo şuydu; Lozan’a kadar bir taraftan Önderliksiz ya da Önderlik adına gafleti yaşayan Kürt örgütlenmesi bir taraftan aldatılmaya çalışılırken öte yandan da Kürtlere, bir dizi siyasi vaatle ideolojik olarak da İslam kardeşliğinin altı da özellikle çizilmekteydi.
1920 Nisan’ında kurulan meclisi, her iki halkın meclisi olarak kabul etmişler ve bu mecliste Kürtlere özerklik yasası çıkarılmıştır. Kürt soykırımcısı M. Kemal, 24 Nisan 1920’de BMM’yi ve Misak-i Milliyi şöyle tanımlayacaktı. “Yüce meclisimizi teşkil eden zevat yalnız Türk değildir. Yalnız Çerkez değildir. Yalnız Kürt değildir. Yalnız Laz değildir. Fakat hepsinde meydana gelen İslami unsurlardır. Hep kabul ettiğimiz esaslardan birisi belki birinci olanı sınır meselesi tayin ve tespit edilirken, milli sınırımız İskenderun’un güneyinden geçer doğuya doğru uzanarak Musul’u Süleymaniye’yi ve Kerkük’ü içerir.”
Devam Edecek…
Yasin NAVDAR
Kürdistan Stratejik Araştırmalar Merkezi