24 Şubat 2010 Çarşamba Saat 08:49
0
21
TR
:” ”
:””
” “,” ”
” ”
Dördüncü yüzyıl sonlarında Roma’nın çöküşüyle sadece bir
kent ve adına izafeten bir uygarlık çökmüyor. Tüm ilkçağ ve klasik çağ
uygarlıklarının uzun bir dönemi sona eriyor. Ardından gelen ve karanlık dönem
diye anılan yüzyıllara ortaçağ denmesi adettendir. Bu, tarih biliminin inşa
tarzından ileri gelmektedir. Yetkin bir anlam değeri yoktur. Hatta anlam bozucu
yönü daha fazladır. Feodal dönem diye başka bir ad vermemiz, özellikle Marksist
tarih anlayışının toplum biçimlendirme metodundan kaynaklanmaktadır. Feodalitenin
toplumsal tanımı biraz zoraki kaçıyor. Anlam derinliği vermiyor. Belki de
belirttiğimiz gibi anlam karıştırmaya daha çok hizmet ediyor.
Roma’nın çöküşünü tüm ilk ve klasik çağ köleci sisteminin
çözülüşü olarak yorumlamak anlam derinliği sağlayabilir. Nitekim çözülüşündeki
en büyük pay sahibi olan Hıristiyanlığın Manifestosu İncil’in kökeninin Sümer
ve Mısır dönemlerine kadar dayandırılması, bu çağ bütünlüğünün karşı cepheden
ifadesidir. Aynı hususlar İslam ve Bizans ikilemi için de geçerlidir.
Bence Roma’dan sonraki dönem farklı bir yorumlama
gerektirmektedir. Giriş kabilinden de olsa, yeni döneme hem ‘karanlık
ortaçağlar’ hem de ‘nurlu Hıristiyan ve Müslüman çağları’ demek, olup bitenin
anla-mını tam vermekten uzaktır hatta çarpıtmaktadır. Uygarlık
değerlendirmemiz boyunca hep rahiplerin inşa öneminden bahsettik. Daha doğrusu
gözlemledik. Ardından rahip dönemlerine son veren politik ve askeri güç
sahiplerinin krallık dönemlerinin tüm uygarlık süreçlerine kendi ezici
damgalarını vurduklarını gördük. Bir bütün olarak uygarlık kültürünün neolitik
kültürle çatışarak, sürekli bu kültürün alanını daraltıp sömürgeleştirerek,
asimile ederek tasfiye etmeye çalıştığını en güçlü yorumumuz olarak belirtmeye
çalıştık. Dar sınıf mücadelesini aşan kültürler çatışmasının daha önemli
olduğunu, sınıf mücadelesinin bunun bir parçası olarak değerlendirilmesi
gereğinin önemini vurguladık. Ayrıca uygarlıkların kendi aralarında
çatışmalarını bir ‘kasaplar mezbahası’ olarak değerlendirdik.
Tüm bu anlatımları iki kavram altında yeniden yorumlamak
bana daha öğretici geliyor: İdeolojik ve maddi kültür olarak. Fernand
Braudel’in kapitalist kültüre ‘maddi kültür’ demesini önemli buluyorum. Bu
tabiri sadece kapitalist uygarlık için değil, tüm sınıf, kent ve devletli
uygarlıklar için yaygınlaştırmak çözümleyicilik olanaklarımızı arttıracaktır.
Maddi ve manevi kültür ayrımı uygarlık süreçlerinin kuruluş aşamalarından
kapitalizme kadar aralıksız devam etmiştir. Kapitalizm bu sürecin maddi kültür
boyutunda sadece en son ve zirvesini temsil etmektedir. İdeolojik (manevi de
denilebilir, daha sonra anlambilim) kültür de başlangıçtan itibaren var olup,
özgürlük sosyolojisinin kapitalizme denk gelen aşamasında zirve yapmak
durumundadır. Araştırmamızı bu yönüyle geliştirdiğimizde, hem tüm uygarlık
tarihi boyunca uygarlık ve karşı direniş boyutundaki maddi ve ideolojik
kültürün ilişki ve çatışmalarındaki anlam gücümüzü arttırmış olacağız hem de
‘ortaçağ ve kapitalist modernite’nin bağlantısını özgürlük sosyolojisiyle
kurup, özgür yaşamın anlamını ideolojik kültür boyutunda değerlendirmemize
güçlü bir hazırlık yapmış olacağız.
Yapacağım yorumlar daha çok şimdiye kadar gözlemlediğimiz
neolitik ve uygarlık kültürlerinin özgürlük sosyolojisini inşa etmeye ilişkin
bir deneme çalışması olacaktır. Asıl özgürlük sosyolojisini inşa
çalışmalarımızı ise, çok daha kapsamlı olarak kapitalist uygarlığa
(moderniteye) ilişkin gözlemlerimizi yaptıktan sonra sunmaya çalışacağız.
a- Neolitik kültürün ideolojik ve maddi kültür olarak
ayrımında ciddi sorunların olamayacağını, daha çok tıkanma sürecine girdiğinde
ve uygarlık toplumunun gelişmesi karşısında kendini savunamadığında yoğun
sorunlarla karşılaştığını belirtmek durumundayım. Öncelikle sürekli başlık
konusu yaptığım ‘sorunlar’ kavramını açma gereğini duyuyorum. Kullandığım
anlamıyla bu kavram, ideolojik ve maddi kültürün artık birey ve toplum
tarafından sürdürülemez kaotik durumunu ifade etmektedir. Sorunlu halden çıkış
ise, yeni toplumun anlamlı yapısını kazandıktan sonraki düzenlenmiş halini
ifade eder. İdeolojik kültür, çokça yorumlamaya çalıştığım gibi yapıların,
kurumların, dokuların ne tür işlevle yüklü olduklarını, anlamlarını, zihniyet
hallerini ifade etmektedir. Maddi kültür görüngü, olgu, kurum, yapı, doku gibi
kav-ramlarla izah etmek durumunda olduğum işlevin, anlamın diğer görünen, elle
dokunulan kısmını ifade eder. Evrensellikle bütünleştirmek istersek,
enerji-madde diyalektik ikilemini toplumsal gerçeklikte aramaya ve yorumlamaya
çalışır.
Bu kavramların ışığında neolitik toplumun ideolojik ve maddi
kültür öğeleri arasında yaşamı tehdit edecek, çatışmaya götürecek hususlar
ağırlıklı olarak özellikle kuruluş ve kurumlaşma aşamasında oluşmamaktadır.
Toplumsal ahlak buna fırsat vermemektedir. Toplumsal çatlağa yol açan temel
etken olan özel mülkiyet gelişme fırsatı bulamamaktadır. Bununla bağlantılı
diğer konu olan farklı cinsiyetler arasındaki işbölümü de henüz mülkiyet ve zor
ilişkisini tanımamaktadır. Ayrıca ortak çalışmanın ürünü olan besin elde etmede
de özel mülkiyet söz konusu değildir. Tüm bu hususlarda hacim ve sayı olarak
büyümemiş toplulukların sıkı bir ortak ideolojik ve maddi kültürleri söz
konusudur. Özel mülkiyet ve zor bu yapıyı bozacağından hayati bir tehlike
olarak görülmekte ve ahlaklarının temel kuralı olarak ortak paylaşım ve dayanışma
toplumu ayakta tutan temel ilke olmaktadır. Neolitik toplumun içyapısı bu anlam
ilkesi gereği son derece sağlam görünmektedir. Binlerce yıl sürmesinin nedeni
de bu gerçeklikten kaynaklanmaktadır. Toplum-doğa ilişkisinde de, uygarlık
toplumuyla kıyaslandığında, uçurumun açılması şurada kalsın, ekolojik ilkeye
uyum her iki kültür bakımından da güçlü bir biçimde sürmektedir. Zihniyetin
doğaya yaklaşımı kutsallıklar ve tanrısallıklarla yüklüdür. Doğa aynen
kendileri gibi canlı kabul edilmektedir. Kendilerine hava, su, ateş ve her tür
bitkisel ve hayvansal besin sunduğu için tanrıyla eş tutulmakta, daha doğrusu
tanrısallığın en güçlü öğesi olmaktadır. Tanrı ve tanrısallık kavramının en
güçlü nedenlerinden birinin bu gerçeklikte yattığı yoğunca gözlemlenmektedir.
Tanrı kavramına uygar toplumun yüklediği anlamı yeri
geldiğinde yorumlayacağız. Mühim olan, neolitik toplumun zihniyetini büyük
oranda işgal eden tanrısallıkların baskı, sömürü ve zorbalıkla, onların örtbas
edilmesiyle ilgisinin bulunmadığıdır. Daha çok rahmet, şükran, bolluk, sevgi,
coşku, işler kötüye gittiğinde korku ve ışık gibi kavramlarla
bağlantılandırılarak, onlarla (yani doğayla, bilimsel olarak ekolojik
davranılarak uyumlu geçinme, çevreci olma) uyumlu geçinmeye büyük önem
verilmektedir. Gerektiğinde en değerli varlıklarını, kendilerinin bir parçası
olan çocuklarını, genç erkek ve kızlarını kurban olarak sunmaktadırlar.
Tanrının toplumsallık yönünü ise, eski klan toplumunda da kült kabul edilen
‘totem’, ‘tabu’ ve ‘mana’ gibi kavramlarla topluluğun atasal varlığının kendisi
olarak kabul edilmektedir. Bir nevi ‘atacılık’, ‘ana-tanrıçalık’ dini olarak
anlam bulmaktadır. Kutsallık ve saydığımız totem, tabu, mana kavramları tam
tanrısallık sayılmasa da, zihniyetlerinin ağır bir bulutu olarak hep başlarının
üstünde dolaşmaktadır. Kutsallık da özünde yaşamları üzerinde etkili bulunan
her şeye gösterilen ve huşu, coşku, bazen korku ve endişe içinde, bazen sevgi
ve saygı, bazen acı ve ağlayış içinde gösterilen tutumdur. Nesne ve anlamların
yaşamları üzerindeki etkilerine biçtikleri değerdir. Ahlak olarak da
yorumlayabiliriz. Zaten ahlakın temelinde de topluluklarını ayakta tuttuklarına
inandıkları bu tanrı ve kutsallıklar vardır ve temel rol oynar. Topluluklar bu
konuda çok ciddidir. En ufak kural ihlalinin, saygısızlığın, kurban sunmamanın
felaketle sonuçlanacağına inanırlar. Yani tam ahlaki toplumlardır.
Her ne kadar öz kültürleri haline getirdikleri bitkilerle
evcilleştirdikleri hayvanları üzerinde bir toplumsal aiddiyet varsa da, buna
mülkiyet denilemez. Mülkiyet nesnellik içerir. Ortada nesnel-öznel ayrımına yol
açacak bir zihniyet henüz söz konusu değildir. Nesneler kendileri gibi
sayılmaktadır. Birbirleri kendileri için ne kadar mülkse, kültüre ve
evcilleşmeye çektikleri bitki ve hayvanlar da o denli mülktür. Dolayısıyla
ciddi bir ekolojik ihlalden söz edilemez. Şüphesiz mülkiyete yol açacak bir
başlangıç yapılmıştır. Ama bunun mülkiyete dönüştürülmesi başka koşullarda uzun
süre sonra gerçekleştirilecektir. Anlattıklarımızdan neolitik toplumun ’cennet’
olduğu anlamı çıkmasın. Toplumun kendisi henüz genç ve geleceğin belirsiz, sık
değişen doğa koşullarından dolayı kırımlarla karşı karşıya olması nedeniyle
tehlikeli durumdadır. Toplum bunun bilincindedir. Zaten zihniyete damgasını
vuran da budur. Buna çare olarak, çok safça da görülse, mitolojik ve dinsel
boyutlu bir metafizik geliştirmek kaçınılmaz görünmektedir.
Ana-kadın çevresindeki kolektif yaşam ve ona dayalı
kutsallık ve tanrısallık metafiziğinin anlamını bu yorumlar temelinde daha iyi
anlayabiliriz. Ananın doğa gibi doğurganlığı, besleyiciliği, şefkati, yaşamdaki
büyük yeri, hem maddi hem manevi kültürün başat ögesidir. Kocalığını bir yana
bırakalım, erkeğin toplum kolektivitesi üzerinde henüz ‘gölgesi’ bile yoktur,
olamaz. Toplumun yaşam şekli buna izin vermemektedir. Dolayısıyla erkeğin hâkim
cinsiyet, kocalık, mülk sahibi, devlet sahibi gibi vasıfları tamamen sosyal
karakterlidir ve sonradan gelişecektir. Toplum demek ana-kadın, çocukları ve
kardeşleri demektir. Muhtemel koca adayı erkek ise, yararlılığını kocalığı
dışında bir marifetle, örneğin iyi avcılık ve bitki ve hayvan
yetiştiriciliğiyle kanıtlarsa üye olarak kabul görebilir. Karımın erkeği,
çocuklarımın babasıyım gibi bir hak ve duygu henüz sosyal olgu olarak
gelişmemiştir. Unutmayalım babalık ve hatta analık, psikolojik boyutları hiç
yoktur denilmese de, esas olarak sosyolojik kavram ve olgulardır, algılardır.
Neolitik toplum ne zaman darboğaza girdi veya aşılmaya
çalışıldı? Bu konuda iç ve dış nedenler temelinde yorumlar geliştirmek mümkündür.
Erkeğin zayıflığı aşıp başarılı avcı ve etrafındaki maiyetiyle güçlü bir konumu
yakalaması, anaerkil düzeni tehdit etmiş olabilir. İyi bitki ve hayvan
yetiştiriciliği de bu güce yol açmış olabilir. Ağırlıklı gözlemlerimiz ise,
bize neolitik toplumun dış etkenli nedenlerle eritildiğini göstermektedir.
Şüphesiz bu etken, rahibin kutsal devlet toplumudur. Aşağı Mezopotamya ve
Nil’in ilk uygar toplum öyküleri bu yaklaşımı büyük oranda doğrulayıcı
niteliktedir. Kanıtlı olarak anlattığımız gibi, gelişmiş neolitik toplum
kültürüyle alüvyonlu topraklarda suni sulama teknikleri bu toplum için gerekli
artık-ürüne yol açmıştır. Artık-ürünün büyüklüğü etrafında kentleşen yeni
toplum devlet biçiminde ör-gütlenmiş, ağırlıklı olarak erkek gücüyle çok farklı
bir pozisyonu yakalamıştır. Artan kentleşme metalaşma demektir. O da
beraberinde ticareti getirir. Ticaret ise, koloniler şeklinde neolitik toplumun
damarlarına sızarak, gittikçe artan biçimde metalaşmayı, değişim değerini
(Neolitik toplumda nesnelerin kullanım değeri geçerlidir. Değişim yerine ise
armağan esastır), mülkiyeti yaygınlaştırıp çözülmesini hızlandırır. Uruk, Ur ve
Asur kolonileri bu gerçeği çok açıkça kanıtlamaktadır.
Neolitiğin ana bölgesi Orta ve Yukarı Dicle-Fırat havzaları
bu temelde uygarlığa katılmıştır. Gerek neolitik seviyeye erişmiş gerek
erişmemiş diğer tüm klan toplulukları, ezici bir biçimde dıştan gelen uygar
toplum saldırılarıyla işgal, istila, sömürgecilik, asimilasyon ve yok etme
yöntemleriyle karşılaşmışlardır. Gözlemlerimiz tüm insan topluluklarının
yaşadığı bölgelerde bu yönlü gelişmelerin yaşandığını göstermektedir. Daha
sonraki her alanda ve daha üst aşamalarda uygar toplumun saldırılarıyla
toplumun kök hücresi sayabileceğimiz neolitik toplum ve önceki dönemlerden
kalmış olanlar çözülme süreçlerine girerek, günümüze kadar kalıntı olarak
varlıklarını sürdürmüşlerdir.
Şahsi düşüncem, uygarlık öncesi toplumun asla bitirilip yok
edilemeyeceğidir. Bu toplumlar çok güçlü olduklarından değil, tıpkı kök
hücreler olgusunda rastladığımız gibi toplumsal varlığın onlarsız mümkün
olmadığındandır. Uygar toplum ancak kendinden önceki toplumla birlikte var
olabilir. Bu husus tıpkı işçi olmadan kapitalizmin olamayacağı gibi bir
gerçekliktir. Uygar toplum varlığını ancak uygarlaşmamış veya yarı-uygarlaşmış
toplumlara dayanarak diyalektik olarak da mümkün kılabilir. İmhalar, yok
etmeler kısmen gerçekleşmiş olabilir. Ama tamamıyla gerçekleşmesi
toplumsallığın doğasına aykırıdır.
Bununla birlikte tarih boyunca ayakta kalan neolitik
toplumun ideolojik kültürünü küçümsememek gerekir. Analık hukuku, toplumsal
dayanışma, kardeşlik, çıkarsız ve salt toplum amaçlı sevgi, saygı, iyilik
düşüncesi yani ahlak, karşılıksız yardımlaşma, gerçek değer üretenlere ve
toplumu yaşatanlara saygı, kutsallık ve tanrısallık kavramlarının saptırılmamış
özüne bağlılık, komşuya saygı, eşitliğe ve özgür yaşama özlem gibi ölümsüz
değerler bu toplumun temel varlık nedenleridir ve aynı zamanda toplumsal yaşam
sürdükçe varlıklarını asla yitirmeyecek değerlerdir. Uygarlık değerleri baskı,
sömürü, gasp, talan, tecavüz, katliam, vicdansızlık (ahlaksızlık), yok etme,
eritme gibi çok sayıda toplum için gereksiz maddi ve manevi kültür öğeleriyle
yüklü olduğundan, toplumdaki varlıkları geçicidir. Bunlar daha çok hastalıklı,
sorunlu toplumun vasıflarıdır.
Özgürlük Sosyolojisi’nde uygarlıklı toplumun hasta ve
çarpıtılmış değerlerinin aşılarak, geriye kalan kalıcı toplum değerleriyle
nasıl özgür, eşit ve demokratik toplumla bütünleştirilebileceğini
yorumlayacağız.
Kürt Halk Önderi Abdullah Öcalan
Demokratik Uygarlık Manifestosu’ndan
Kürdistan
Stratejik Araştırmalar Merkezi
www.lekolin.org
– www.lekolin.net – www.lekolin.info
Kürt Halk Önderi Abdullah Öcalan Demokratik Uygarlık Manifestosu’ndan