HABER MERKEZİ– Türk devleti çete ilişkisini anlayabilmek için öncellikle TC ile ilgili her olguyu anlamak için yapılması gerekene yani dönüp İttihat ve Teraki’ye bakmamız gerekir. İttihat ve Terakki, başta Abdülhamit’e karşı mücadele eden birçok bölgesel örgütlenmenin bileşimi şeklinde hayat buldu. Bu dönemde birçok farklı siyasi görüşü barındırdığı gibi farklı halkların temsilini de içinde barındırıyordu. 2. Meşrutiyet’in kuruluşu olan 1908’den darbe ile diktatörlüğünü ilan ettiği 1913 kadarki sürede İttihat ve Terakki ’nin geçirdiği evrim gözle görünürdür.
Dosyamızın bu bölümünde Devleti çeteden kısmen ayıran evrensel hukuk ilkeleri TC için daha kuruluşundan itibaren hiçbir zaman esas olmadığını tarihten günümüze TC-Çete ilişkilerine işleyeceğiz. Ayrıca günümüzde faaliyetlerine devam eden bu çete yapılanmalarının özel savaş rejimi ile birlikte Kürt soykırımında nasıl profesyonelleştiğini ortaya koyacağız.
TÜRK DEVLETİNİN ÇETELEŞME DÖNEMİ
Yasadışı bir örgütlenme olarak kurulması nedeniyle her zaman örtük bir çekirdeğe sahip olsa da İttihat ve Terakki bu beş yıla yine de siyasi bir parti olarak başladı. Başta parti kongreleri olmak üzere politika belirleyen organları vardı. Babıali Baskını ile devlet iktidarını tamamen ele geçiren ise İttihat ve Terakki içerisinde diğer görüşleri ve siyasi aktörleri tasfiye eden proto faşist ırkçı bir klikti. Kısaca Enver, Talat, Cemal çetesi olarak adlandırabileceğimiz bu grup sadece Osmanlı Devleti’nin iktidarını değil, tüm İttihat ve Terakkiyi de ele geçirdi. 1913 itibariyle artık İttihat Terakki siyasi bir partiden ziyade bu üçlünün liderliğindeki bir çeteydi. Seçimler daha 1912 ’de anlamsızlaştırılmış, siyasi ya da resmi prosedürlerin bir anlamı kalmamıştı. Geçerli olan bu çeteninin verdiği kararlardı. Nitekim Birinci Dünya Savaşına girildiğinde bu üçlü herhangi bir organa değil ki danışmak haber verme gereği bile duymamıştı. Bu çetenin uzun zaman yasalaştırma gereği bile duymadığı Türk devletinin özel savaş aygıtlarının çekirdeği olan Teşkilatı Mahsusa’yı da bu dönem örgütlemesi kuşkusuz tesadüf değildi. Teşkilatı Mahsusa başta Ermeni soykırımı olmak üzere İttihat ve Terakki’nin topluma karşı işlediği her suçta başrol oynayan bu örgüt adi suçlular, katiller ve gözü kan bürümüş subaylardan oluşuyordu. Bu çetenin bireysel zenginleşme için de kullanıldığını eklemek gerekir. Kendisi resmi unvanlar edinmiş bir çete imparatorluğu da çeteler eliyle yönetiyordu.
TÜRK DEVLETİ ÇETE ARTIKLARI TARAFINDAN KURULDU
TC’de bu şekle gelmiş İttihat ve Terakki ’nin artıkları tarafından kuruldu. Bu nedenle aynı yöntemleri sürdürmelerinde bir gariplik yoktu. Enver Harbiye Nazırı’nı (Savunma Bakanı) Yakup Cemil’e öldürüyorsa Mustafa Kemal’de milletvekilini Topal Osman’a öldürtüyordu. Aynı şekilde kullanım süresi bittiğinde ya da artık tehlike haline geldiğinde çetelerin tasfiye edilmesi geleneği de bakiydi. Enver Yakup Cemil’i idam mangasının önüne çıkarırken, Mustafa Kemal daha sonra heykelini dikeceği Topal Osman’ı meclisin kapısına ayağından asıyordu. Türk egemenlerinin iktidar için yapmayacağı bir şey, suç olarak gördükleri bir eylem yoktu. TC’nin ilk kurumsallaşma evresindeki İzmir Yangınından Koçgiri İsyanının bastırılmasına kadar birçok olayda ve muhalifleri bastırma ve Kürt soykırımında kullanılan Teşkilatı Mahsusa’dan geriye kalanlar çeteler ve azılı katilerdi. Mustafa Suphi’ye yapılan provokasyon ve bu provokasyonu pratikleştiren Yahya Kahya’ya da anımsanabilir.
TC çeteleri temel devlet aygıtlarından biri olarak gören bir zihniyet üzerinden şekillenmişti. Devleti çeteden kısmen ayıran evrensel hukuk ilkeleri TC için daha kuruluşundan itibaren hiçbir zaman esas olmadı. TC bir yandan Kürt soykırımına diğer yandan ise güçlünün haklı olduğu en çıplak iktidar savaşına dayalı kurulmuştu. Doğal olarak hukuku hele evrensel hukuku dikkate almıyordu. Bir halkı yok etmeyi hukuksal bir kılıfa sokulabilmesi ulus devlet için bile mümkün değildi. Kürt halkı ancak yok sayılmalı ve yok edilmeliydi. TC’de geçerli tek hukuk kuralı buydu. Bu nedenle çetelerle hareket etmede bir an bile duraksamıyordu. Türkiye’deki Kürt halkının ve demokrasi mücadelesi yürütenler devleti sürekli evrensel hukuka uymaya zorluyordu. Zaman zaman bu yönde adımlar atılsa da TC çekirdeğindeki bu gerçekle yüzleşmediği için daha doğrusu Kürt sorununu çözmediği için çetelerle iş gören faşist niteliğini her zaman sürdürdü. İstisna olan demokrasiye duyarlı olduğu dönemlerdi.
ÖZEL SAVAŞ REJİMİNDE ÇETELER PROFESYONELLEŞTİ
TC’nin egemenliğini sağlamlaştırdığı 1926’dan sonra bu çeteler bir süre tali konuma gelse de Kürt soykırımında Ağrı’dan Dersim’e kadar yoğun bir şekilde kullanıldılar. Kürt soykırımına odaklı olması TC’yi çetelerden görece uzaklaşmasını da engelliyordu. Soykırım sistemi TC’nin dünyadaki diğer devletlere benzer biçime dönüşmemesi anlamına geliyordu. Hukuktan eğitime her alan Kürdün yokluğu üzerinden kurulduğundan ortaya çıkan şey bir Özel Savaş rejimiydi. Özel Savaşın merkezinde de her türlü suçu işlemeye hazır resmi ya da resmi olmayan çeteler yer alıyordu.
1930’lardan sonra büyük şehirlerde her zaman el altında çeteler besleniyordu. 1946’daki Tan gazetesi baskınında ya da 1948’de Sabahattin Ali’nin katledilmesinde gördüğümüz gibi rejim her an seferber edebileceği çetelere sahipti. Fakat 50’ler TC’deki çete örgütlenmeleri için yapısal dönüşüm anlamına gelecekti.
TC 1950’lerle birlikte kapitalist blokun reel sosyalizme karşı kurduğu NATO’ya üye oluyordu. Tüm diğer yapısal değişimlerin yanında NATO’ya giriş Türkiye’de çete örgütlenmesinde ciddi değişimlere yol açtı. Çünkü NATO İtalya örgütlenmesinin adı olan “Gladio” adıyla simgeleşen özel savaş örgütlenmelerini tek merkezden tüm üye devletlerde pratikleştiriyordu. TC’de zaten var olan çete yapılanmaları bu çerçevede daha “profesyonel” biçimde düzenlendi. Resmi görevlilerden adli suçlulara her tür kirli odak toplumsal mücadeleye karşı bir araya getiriliyordu. Devlet mekanizmasında “Seferberlik Tetik Kurulu” gibi çeşitli adlara sahip örgütlenmelerin çatısı altında gizli örgütlenmeler NATO direktifleri doğrultusunda örgütlendi. Bu çeteler hukuki olmadığı için eylemlerinde herhangi bir sınır yoktu. Ne eylemlerinde ne de kendilerini finanse etmede devlet bu yapıların hiçbir fiilini “suç” kategorisinde ele almıyordu. Bu yapılara devlet bütçesinden daha doğrusu NATO bütçesinden büyük miktarda paralar akıtılmasının yanında uyuşturucu ticaretinden kumarhanelere zenginleşmenin her yöntemi bu yapılara açıktı. TC’de ise sadece yasadışı suç örgütleri ile ortak iş yapılmıyordu. Yasa dışı olarak ifade edilen alanı düzenleyen, örgütleyen ve çeteler arasında bölüştüren devletin kendisiydi. Kurulan yeni gizli çete örgütlenmesinin topluma saldırısı için ise çok beklenmeyecekti. 6-7 Eylül 1955’te İstanbul Hristiyanlarına yönelmiş saldırı kapsamlı bu yapının pratiğiydi. Yunanistan’da Mustafa Kemal’in doğduğu eve bomba yerleştirmekten, Hristiyanların mülklerine yapılan saldırı bütünlüklü bir özel savaş uygulamasıydı.
1960’lar da bu yapılar çok daha örgütlü ve yaygın hale gelecekti. Bunun çok basit bir nedeni vardı. 60’lar tüm dünyada olduğu gibi Türkiye’de sosyalist hareketin atılım yaptığı yıllardı. Sosyalist hareketin gelişiminin de etkisiyle Kürt halkı da soykırım saldırılarının yol açtığı uzun sessizlik dönemini yavaş yavaş aşmaya başlıyordu. TC’nin ve NATO’nun buna cevabı ülkenin her yerinde faşist komando kampları açmak ve faşist hareketi bir siyasal örgütlenmeye kavuşturmak oldu. Gençliğinde ırkçı Turancı örgütlemelerde yer alıp daha sonra ABD’de askeri eğitim alıp 1960 darbesinde kritik bir rol oynayan Türkeş faşist hareketin başbuğu haline getirildi. MHP’nin kuruluşunun arka planı bu şekildedir. Yine bu dönemde Komünizmle Mücadele Dernekleri kılıfı ile hem siyah Türk faşizmi hem de yeşil Türk faşizmi geniş çapta örgütlenmeye başladı. TC’de topluma yönelmiş cephede devlet odaklı gizli çeteler, açık faşist örgütlenmeler ordu ve polisin yanında görünür bir şekilde konumlanıyordu. Bu yapıların tümü Özel Savaş çatısı altında koordine edilecek ve topluma karşı alçakça suç işlemekte hiçbir beis görmeyeceklerdi.
1968 sonrası birçok suça imza atan bu cephe 71’de darbeyle doğrudan iktidarı da alacaktı. 12 Mart toplumsal mücadeleyi durdurmaya yetmedi. Aksine geçici bir duraklamanın ardından hem sosyalist hareketler hem de Kürt halkının örgütlülüğü daha kapsamlı bir atılama geçicince faşist özel savaş saldırılarının boyutu da arttı. 12 Eylül 1980’de ordu şahsında iktidarı doğrudan ele geçirmeden önce bu yapı 1974-80 arası birçok katliamı pratikleştirecekti.
12 Eylül faşist darbesi TC’yi yeniden biçimlendirirken çete sistemini de yeniden organize etti. Çok fazla teşhir olan MHP’li faşist çetelerden kimi zindanlarda tutulurken kimi zamanı geldiğinde kullanılmak üzere yer altına çekildi. Abdullah Çatlı’dan Haluk Kırcı’ya faşist katiller 70’lerdeki suçlarına 80’ler ve 90’larda farklı biçimlerde devam edecekti. Kürt Özgürlük mücadelesi yükseldikçe TC çetelerini daha geniş çapta sahaya sürmeye başladı. 93’de Çiller-Güreş kliğinin iktidarı ele geçirmesinden sonra ise devletin temel organlarını bu çeteler yönetmeye başlayacaktı. 90’larda çeteleşen devletin temel aktörlerinden biri bugün tekrar gündeme gelen Mehmet Ağar’dı. Çetelerle yapılan her işin gerek emniyet müdürlüğü gerekse bakanlık yasal unvanını kullanarak organize edilmesinde kilit bir rol oynayacaktı. Susurluk kazası ile inkâr edilmez bir şekilde açığa çıkan devletin çeteleşmesi Kürt halkının imhası ile kendini meşrulaştırmaya çalışıyordu. Ve bu çerçevede işlenmedik suç bırakmıyordu. Bunun için JİTEM gibi yarı yasal yarı gizli örgütlenmelere de gidiliyordu. Her türlü adi suçu da bu çerçevede rahatlıkla işleyen bu yapılar bu suçlardan büyük çaplı paralarda kazanıyordu. Bugün ifşaatlar da bulunan Sedat Peker’in aktifleşmesi de tam bu dönemlerdi. Susurluk ile oluşan yoğun kamuoyu tepkisini aşmak için göstermelik yargı süreçleri işletilse de bu sisteme dokunulmadı. Kürt sorunun demokratikleşme temelinde çözümü dışında bu sistemin aşılmasının bir imkânı da zaten yoktu. Bu nedenle 2002’de başlayan AKP iktidarı çetelerle her zaman aynı biçimde olmasa da sürekli bir ilişki kuracaktı.
Kürdistan Stratejik Araştırmalar Merkezi