Beyaz Türk faşizmi kurduğu devletin öneminin altını çizebilmek için görünürde yayılma isteğinden vazgeçtiğini vurguladı. Sömürge olarak sadece Kuzey Kürdistan ile yetinilecekti. Kaybedilen topraklar ifadesi bile sakınılan bir kavram haline getirildi. Bu nedenle bu faşist akım sürekli verili sınırlara saygıdan dem vurdu. Esas vatan burasıydı. Bu açıdan Anadolu’nun esas Türk vatanı olduğunu kanıtlamak için sözde tarih teorileri (Hititler ve Sümerler Türk’tür gibi) uyduruldu. Misak-ı Milli görmezden gelindi (Mustafa Kemal’in 1926’deki CHP kurultayında verdiği söylevinin basıldığı “Nutuk” kitabında Misak-ı Milli’den neredeyse hiç bahsedilmez. Ayrıca kitabın neredeyse tümünde İttihatçılar maceracılık ile millete zarar veren kimseler olarak tarif edilir). Turan ise ötelenen bir düşünce konumuna getirildi, cumhuriyetin kuruluşundan itibaren önde gelen Turancılar bile bu fikirlerden caydıklarını ilan ettiler. Bu topraklar mecbur kalındığı için değil, zaten vatan olduğu için devletin sınırları gibi gösterildi. Beyaz Türk faşizmi dış politikada her şeyden önce gerçekçiydi. Fakat bu sadece Beyaz Türk faşizminin kendini yüceltmesinin bir aracıydı ve yüzeyseldi. Fırsatlar oluştuğunda topraklar genişlemeliydi. Mantık binyıllardan beri aynıydı; ne kadar çok toprak o kadar köle ve bir o kadar kâr.
- Hatay
TC kurulduğundan 15 yıl geçtikten sonra tekrardan yayılmak için fırsatların oluştuğu düşünüldü ve güneydeki İskenderun Sancağını egemenlik altına almak için harekete geçildi. Toprakların genişlemesi umudunu yaratan durum 2.Dünya Savaşına doğru giden krizdi. Hegemonik güçler yeni bir paylaşım mücadelesine girerken asıl ilgilerini Avrupa’ya çevirmişlerdi. Bu çerçevede Ortadoğu’daki manda yönetimleri 1930’ların ortasından itibaren yerini uydu devletlere bırakıyordu. Fransa’da bu çerçevede Suriye’den çekilme kararı verdi. Tam da bu noktada TC devleti devreye girdi ve bölgede yaşayan Türkleri gerekçe göstererek bu bölge üzerinde hak iddia etti.
Günümüzdeki Birleşmiş Milletler örgütlenmesinin silik bir öncülü olan Milletler Cemiyetinde tartışılan soruna bulunan çözüm bölgenin bağımsız bir devlet olmasıydı. Türk Özel Savaş mensuplarının yoğun çabalarıyla 1938’de kurulan bu devlete “Hatay” ismi verildi. Bu o döneme kadar duyulmamış bir isimdi. Oysa bölgede Antakya gibi binyılların önemli şehri vardı, daha ötesi yüzyıllardır bölge İskenderun sancağı olarak biliniyordu. Fakat bu iki isimle Türklük arasında ilişki kurmak çok zordu. Bu yerleşik isimler devletin adı olarak kullanılmadı. Bu isim yukarıda da bahsettiğimiz uydurulmuş tarih tezleri çerçevesinde Türklerin atası olarak gösterilen ve bir zamanlar bu bölgede devlet kurmuş olan Hititlerden esinle icat edilmişti. “Hatay” isminin kendisi bile bu çabanın içyüzünü ve bu devletin geleceğini gösteriyordu. Nitekim bir yıl sonra yapılan bir oldubitti ile Hatay TC sınırlarına alındı. Bağımsızlığını ilan eden devletin tüm organları TC’nin denetimindeydi. Hatay devletinin meclis üyelerinin çoğu doğrudan TC tarafından görevlendirilmişti. Ve işte bu meclis TC ile birleşme kararı aldı. Sözde binyıllardır Türk yurdu olan bir toprak daha vatana katılmıştı. Bu TC devletinin işgalci geçmişine bağlılığını özellikle Ortadoğu devletlerine ve halklarına göstermişti. Aradan geçen 80 seneye karşın bu olay bölge halklarının hafızasında hala canlıdır. Bugün tarih bilincine sahip Arap halkının TC’nin Osmanlı hayallerinin ne anlama geldiğini bilmemesi söz konusu değildir. Eğer bir şüpheleri varsa bile TC’nin Libya hamlesi bu şüphelerini kırıntısını bile bırakmadı. Arap devletlerin TC işgalciliğine Arap halkında yoğunlaşan tepkiler oranında bir tepki gösterememesi onların mevcut zayıf konumundan kaynaklanmaktadır.
Öte yandan bu genişlemeyi emperyalist güçlerden bağımsız ele almak doğru değildir. Fransa her ne kadar ayak diretiyor gibi görünse de törenle bölgeyi TC’ye veren oydu. İngiltere ise bu girişime açıktan hiç karşı çıkmadığı gibi bu sonucu ilk tanıyan devletlerden biri oldu. Yaklaşan Dünya savaşında TC’yi kendi taraflarına çekmek için verilen bir tavizdi. Aynı zamanda onların çıkarlarını doğrudan ihlal etmeyen bir tavizdi. Çoğunluğu Arap olan ve Süryaniler, Ermeniler gibi birçok etniseteden oluşan bölge halkının zorla Türkleştirilmesi ve tarihinden koparılması onların problemi değildi ve zaten bu onların sistemiydi.
İkinci Dünya Savaşı başladığında sandığa kapatılan ‘Turan’ düşüncesi tekrar gün yüzüne çıktı. Devletin resmi gazeteleri Sovyet topraklarında yaşayan esir Türklerden bahsediyor, Nazi Almanya’sı ile beraber bu ülkeyle savaşılması gerektiğini savunuyordu. Faşist sürüler Stalingrad önünde bozguna uğrayana kadar üst perdeden yapılan bu propagandayla Kara Türk faşist eğiliminin önü açılıyordu. Faşist Almanya yenilince “Turan” rüyası başka bahara kaldı. “Turan” yine felaket getiren maceracılık olarak ele alındı. Bu arada yenen ittifaka hoş görünmek için 1944’te Turancılar sadece zindanlara atılmadı, işkence de gördüler.(Tabutluklara konan Kara faşistlerin içinde ilerde bu eğilimin başbuğu olacak Alpaslan Türkeş de vardı. Zindanlardan 1960 Darbesinin kudretli albaylığına geçişinden anlaşılacağı gibi bu şahsın kariyeri emperyalizmin Gladio’nun görevlendirmesi olduğunu açıkça göstermektedir.) Devlet kendi aşırı uçlarını azdırmayı bildiği gibi törpülemeyi de biliyordu!
- Kıbrıs
TC’nin işgalci özünü gösteren bir diğer örnek ise Kıbrıs sorunudur. 16. Yüzyılda Osmanlı egemenliğine giren ada İngiltere tarafından 1878’te para karşılığında kiralanmıştır(AKP’nin “ulu hakanı” II. Abdülhamid vatan toprağını para karşılığında satmış olması ayrıca dikkat çekici bir noktadır. Egemenlerin vatana nasıl baktığını gösteren bir durumdur bu.). Osmanlı Birinci Dünya Savaşı’na karşı ittifakta girince İngiltere bu adayı ilhak eder. Lozan antlaşmasında bu ilhakı Türk devleti tanır ve ada ile tüm bağlarını koparır. 1950’lerle beraber uluslararası dengeler değişince Kıbrıs TC için tekrar kutsal bir dava haline gelir.
Adada yaşayan halkın çoğu Yunanistan ile birleşmek ister ve bunun için İngiltere’ye karşı mücadeleye başlar. İngiltere bu adadaki çıkarları gereği bu birleşmeye sıcak yaklaşmaz ve adanın egemenliğini kaybedecek bile olsa bunun daha kolay kontrol altında tutabileceği bağımsız bir devlet şeklinde olmasını ister. Adadaki Türk azınlığı gerekçe yaparak TC’yi de bu soruna dâhil eder. TC ise bunu yayılmak için bir fırsat olarak görür ve adanın Yunanistan ve kendisi arasında paylaşılmasını ister. “Taksim” şeklinde formüle edilen bu sonucu elde etmek için TC’nin istihbarat örgütü -o dönemki adıyla MAH- devreye girer ve Kıbrıs’taki demokratik güçlere (hem Türk hem Yunan) karşı kontra faaliyetlerine başlar(Türk Mukavemet Teşkilatı adıyla silahlı bir örgüt kurulur ve içlerinde komünist Türklerinde öldürüldüğü birçok cinayet işlenir ve TC işgaline zemin hazırlanır. Bu kontrgerilla örgütü TC’ye doğrudan bağlı olmakla birlikte İngiltere’nin çıkarlar doğrultusunda hareket eder).
1960’da bağımsız Kıbrıs Cumhuriyeti kurulur. İngiltere bu sürece elini güçlendirmek için TC’yi de Yunanistan’la beraber garantör olarak dâhil eder. Kıbrıs Cumhuriyeti adadaki Türklerin haklarını tanıyan görece demokratik mekanizmalara da sahiptir. Fakat İngiltere’nin öngörüsünün aksine bağımsız Kıbrıs devleti uydu gibi davranmaz ve Batı Blokuna girmez. Bunun üzerine emperyal güçler hem Yunan faşistleri hem de TC aracılığıyla bu bağımsız ve demokrasiye görece duyarlı cumhuriyete saldırırlar. 1974’te Kıbrıs Cumhuriyetinde bağımsızlıkçı cumhurbaşkanı Makarios’a Yunanistan cunta rejiminin kontrolünde yapılan askeri darbe bu çerçevede ele alınmalıdır. Hem TC’nin adaya müdahalesinin önü açılır hem de Kıbrıs devleti faşist bir yönetimin eline geçer.
1974 işgal hareketinin ilk aşaması bazı antlaşmalar gerekçe yapılarak başlatılır. Fakat ateşkes kararlarına ve faşist yönetimin düşüp Kıbrıs Cumhuriyeti’nde meşru hükümetinin tekrar göreve gelmesine rağmen işgal hareketinin ikinci aşaması devreye girer. Bu durum tüm dünyaya TC’nin sömürgeci emellerini gösterir. Türk devleti işgali hedeflemekte demokrasi, barış ya da orada yaşayan Türklerin hakları buna kılıf olarak sunulmaktadır.
Sonuç olarak Kıbrıs’ın önemli bir bölümü işgal edildi. Bu işgalin ardından Kıbrıs halkı ne barış yüzü ne de huzur gördü. Kıbrıs’taki Türk halkında oluşan barış ve çözüm iradesi sürekli bir şekilde T.C. tarafından bastırıldı. TC 45 yıldır çözümsüzlüğü çözüm olarak görmektedir. İşgal ettiği bölümde kurulan KKTC’yi Dünya’da tek bir devlet bile tanımamaktadır. BM kararlarının emperyalist devletlerin isteğinin dışında olmaması ve bu merkezlerin TC’nin işgalini çok net biçimde desteklememesi bu diplomatik durumun oluşmasına neden olmaktadır. Fakat bu bölgenin TC’nin işgalinde olduğu ve Kıbrıs’taki Türk halkının iradesinin aksine Ankara’dan yönetildiği açık bir gerçektir. TC bir yandan Kıbrıs üzerinden Doğu Akdeniz’de sürekli yeni çıkar alanları ararken öte yandan adayı kara para aklama merkezine dönüştürmüştür. Sonuçta adı konulmamış bir ilhak söz konusudur ve Kıbrıs TC’nin bir ilinden çok da farklı olmayan bir şekilde yönetilmektedir. TC’nin sömürgeci yüzü Kıbrıs’ta kendine maske bile bulamamaktadır. Zaten TC’nin adadaki statüsü BM metinlerinde bile “işgalci güç” olarak tanımlanır.
Son Bölüm; AKP-MHP Faşizminin Rojava ve Güney Kürdistanı İşgal Hamleleri-5
Kendal BAGOK
Kürdistan Stratejik Araştırmalar Merkezi