29 Ağustos 2019 Perşembe Saat 11:29
0
21
TR
:” ”
:””
” “,
:” ”
Kurucu kadrosu her ne kadar
sadece bu akımdan gelen insanlardan ibaret değilse de esas damar o zamanki
adlandırmayla “Yenilikçiler di. Ve kurulduğu günden itibaren iktidar odaklı bir
oluşum olarak hareket etti. Tüm ideolojik argümanlarına karşın AKP’nin bunca
yıllık serüvenini bu partinin arkasında toplanan kesimlerin devletleşme isteği
olarak ifade edebiliriz. Biz bu oluşumun zihinsel kodlarını ya da dayandığı
toplumsal kesimleri irdelemekten ziyade 17 yıllık iktidarının ardından bugün bu
oluşumun “devletleşme hedefine ulaşıp ulaşamadığını sorgulayacağız.
Yaklaşık 4 yıldır MHP ile kurduğu
faşist ittifak ile “devletin bekasını savunma ve “Kürt düşmanlığı dışında bir
siyasi bir tez ortaya koymayan bu partinin devlet ile bütünleşip bütünleşemediği,
hem güncel siyasi gelişmeler açısından hem de Türkiye’nin siyasal düzleminin
yapısı açısından önemli bir soru konumdadır. Hele 31 Mart yerel seçimlerinde
aldığı ve 23 Haziran’da tekrarlanan İstanbul seçiminin açıkça altını çizdiği
önemli mağlubiyetten sonra bu soru çok daha önem kazanmıştır. Keza artık çok da
uzak olmayan AKP-MHP hükümeti sonrası Türkiye’nin girmesi olası siyasal
atmosfer ihtimallerinin bu soru üzerinden şekilleneceği açıktır. 1950 sonrası
hükümet etme ehliyetini kaybetmesine rağmen iktidarı bırakmamak için uzun
yıpratıcı bir mücadeleye giren CHP örneği üzerinden düşünüldüğünde bu soru daha
da önem kazanmaktadır. TC artık kurucu figürü Erdoğan olan yeni bir cumhuriyet
olarak AKP devleti midir? Yoksa TC’nin seçimle en uzun iktidar da kalan partisi
olarak AKP buna ve 15 Temmuz darbe girişimi sonrası neredeyse dört yıldır
devletin yetkilerini tekleştirmesine karşın devleti hala fethedememiş midir?
Bu soruya güncel gelişmeler ve
Türkiye yaratılan sistemsizlik düşünüldüğünde “evet yanıtını vermek oldukça
kolaydır. 15 Temmuz’un lütfu sayesinde Türk devletindeki yerleşik tüm hukuksal
mekanizmalarının ortadan kaldırıldığı ve ‘Reise sadakatin’ temel liyakat ölçüsü
olarak alınarak devletin yeniden organize edilmiş olduğu açıktır. AKP-MHP faşizminin
kurumsallaşma çabasında devletin yaptığı işlemlerin temel referans kaynağı olan
Anayasanın uzun süredir rafa kaldırıldığı bir o kadar görünürdür. Gerçekten de
valilerin AKP il başkanlarından ve kaymakamların AKP ilçe başkanlarından çok da
farklı olmadığı 2019 Türkiye’sinde AKP devletleşti mi sorusu anlamsız
görünebilir. Erdoğan faşizmi devlet sistemini oldukça şaibeli bir referandumla
değiştirip daha da şaibeli bir seçimle cumhurbaşkanlığını elde ettikten ve
sürekli darbelerle iktidarını tahkim etmeye çalıştığı bu dönemde AKP’yle
bütünleşmemiş bir devleti tahayyül etmek oldukça zordur. 19 Ağustos’ta yeni bir
darbe daha yaparak herhangi bir hukuki dayanak aramaksızın Kürt halkının üç
büyükşehir belediyesine el koyan devletin AKP-MHP faşist devleti olduğu
barizdir. Fakat tüm gelişmeler bu sorgulamayı anlamsız kılmaz.
Hükümet olarak devletin
uygulamalarının yönlendiricisi ve sorumlusu olmakla devletin tüm
mekanizmalarını kendi zihinsel yapısına göre düzenleyip onun tüm organlarını
kendinde merkezileştirme anlamında devletleşmek farklı iki duruma işaret eder.
Bu ayrımı sağlıklı bir şekilde değerlendirebilmemiz için ve bu çerçevede
AKP’nin devletleşme çabasını sorgularken öncellikle ulus devletin genel
yapısına ve TC’nin özgün konumuna değinmemiz gerekir.
Ulus Devletinin Çekirdeği
Kapitalist modernitenin en önemli
sacayaklarından biri olan ulus devlet yapılanması kuşkusuz çok detaylı bir
mekanizmaya sahiptir. Ayrıca ulus devletin genel dinamiklerine işaret edilirken
bunun saf ve sürekli aynı daha da önemlisi her mekânda geçerli olduğunu
düşünmek şabloncu bir yaklaşım olur. Fakat ulus devlet olgusunun niteliği genel
bir tanım yapmamızı engellemez. Ulus devlete ilişkin yaptığımız genellemelerin
çoğu merkez kapitalist devletlerde somut olarak gözlemlenir. Bu olgunun
kapitalizmin dünyaya egemen olduğu süreçle paralel olarak yayılmış olduğu için
bu durum normaldir.
Ulus devlete dair yapılacak ilk
tespit devlet mekanizmasının kapitalist modernitenin toplumun her nüvesini
biçimlendirme isteği doğrultusunda detaylı bir bürokratik örgütlenmeye sahip
olmasıdır. Ulus devlet devletin daha önceki biçimleri ile kıyaslanamaz bir ağa
sahiptir. Kapitalist tekellerin maksimum kar hedefi doğrultusunda toplumu ulus
devlet potasında homojen hale getirip sermaye birikimini yeniden üretme aracı
olan bu aygıt esas amacı ekseninde sürekli işler haldedir. Toplum üzerinde en
güçlü imparatordan daha fazla yetkiye sahip olan ulus devlet bunu zor
araçlarının yanında ve aslında ondan daha fazla şekilde bu bürokratik araçlara
dayandırır. Ordu bu bürokratik yapılanmalardan biridir. Eğitimden sağlığa
toplumun birçok alanda tekel kurulmuştur. İdeolojik hegemonyada esasta bu
çerçeve üzerinden gelişir. Ulus devletin şekli çekirdeği bu mekanizmadır. Askeri
bürokrasinin önde olduğu üst bürokratik zümre sistemin egemeni olan tekellerden
biri ve en güçlüsü olmakla birlikte omurgasıdır.
Kapitalist tekeller arası
rekabetin uzlaşma zemini de ulus devlettir. Tarım, sanayi ya da ticari tekelleri
devletin şekli üzerinde ortaklaşmış iktidarları bunun üzerinden
kurumsallaşmıştır. Bu nedenle ulus devlet tekellerin ortak egemenlik aracıdır. Bu
çerçevede devlet yapısı şu şekilde biçimlenir. Devlet görünürde üç kuvvetin
ayrılığına dayanır. Yasama, yürütme ve yargı şeklinde ifade edilen bu üç
kuvvetten ikisinin değişimi seçimlere endekslenirken yargı ve devletin diğer
organları kanunlar çerçevesinde sabit kılınır. Yukarıda işaret ettiğimiz bürokrasi
ve yargıdaki değişim kanunlarla belirlenen kurallara bağlanır. Seçimlerle
yasama ve yürütme değişirken burada hâkim olan siyasi partiler politikalarını
yürütmede bürokrasi aygıtını kullanmakta serbest olmakla birlikte, onun
bağımsız konumuna karışamazlar. Seçimler bu işleyişte o dönem güçlü olan
tekelci klikten hangisinin güncel politikaya daha etkin olanı belirler. Devlet
yönetim zaten belirlenmiştir. Yani hükümetler dönem politikalarını yürütür
fakat hükümetlerden bağımsız devlet işleyişi daimidir. Halkın seçimlere
katılımı ile hükümeti seçmesi halkın devleti yönetimi ‘demokrasi’ olarak
sunulur. Hukuk işte bu devlet mekanizmasının nasıl işleyeceğini belirleyen
kurallar silsilesidir.
Bu mekanizmanın kapitalist
tekelerin egemenliği olduğu ve demokrasi ile alakası olmadığı açıktır. Kuşkusuz
bu zemin toplumun demokrasi mücadelesi için bir zemin sunar. Fakat bu zemin
devletin demokrasiye duyarlı hale getirme mücadelesinin ürünüdür ve amansız
direnişlerin devlete geri adım attırmasıyla ortaya çıkmıştır. Bu bahsettiğimiz
çerçeve bir anda oluşmuş değildir ama kabaca günümüzde ulus devletlerin çoğu
kendini bu şekilde örgütler. Bir devlet yapısı ve devleti yöneten seçilmişler
görünürdeki ikili yapıdır. Ve siyasi partiler devleti ele geçirmeyi değil var
olan kurallar doğrultusunda yönetmeyi esas alır. Kuşkusuz yasa ile yapılan bu
kurallar değiştirilebilir ama devletin ana iskeleti doğrultusunda yapılır
değişimler. Kapitalist modernitenin ana düşüncesi liberalizm farklı
türevleriyle hegemonik güçtür. Siyasi partilerin mücadelesine yansıyan
tekellerin rekabeti bu çerçevededir. Bu nedenle örneğin İngiltere’de iktidar
olmak isteyen Muhafazakâr Parti yönetmek istemektedir, devleti ele geçirmeyi
değil. Nitekim herhangi bir partinin uzun yıllar iktidarda kalması merkez
kapitalist ulus devletlerde o partinin devletle özdeşleşmesi anlamına
gelmemiştir. TC de ise işler bu genel kalıba göre yürümemektedir.
Türk Devlet Yapısı
TC devletinin şekillenmesinde bu
genel şablon farklılaşır. TC’nin kuruluşu Kapitalist modernitenin ilk Dünya
Savaşı sonrası bölgeyi dizayn etme sürecine denk düşmektedir. Daha doğrusu bu
devlet Ortadoğu’nun kapitalist moderniteye doğrudan eklenmesinin bir aracı
olarak ortaya çıkmıştır. Emperyalist merkezler TC’yi bölgedeki koçbaşları
olarak kurgulamışlardır. Bu temel nitelikten bağımsız yapılacak Türk devlet
tahlili her zaman kadük kalacaktır. Kuşkusuz iç dinamiklerinde etkisi vardır.
Bu etkiyi aslında Kürt ve Türk halkının emperyalist devletlerin planlarına
ortak karşı koyuşu olan mücadelenin saptırılması biçiminde ele alabiliriz. Hegemonik
güçlerinden o zamanki lideri İngiltere Anadolu’da zihniyet olarak kendine bağımlı
bir devlet ortaya çıkartarak hem bu karşı koyuşa cevap verdi hem de Ortadoğu’da
gelişen Ekim Devriminin etkilerini sınırlamaya çalıştı. Türk devletinin
demokrasi ve sosyalizm düşmanlığı bu temel görevden kaynaklanmaktadır. Kürt
soykırımı yeni ulus devletin temeli olacak şekilde bu zeminde öngörülmüştür. Lozan
Antlaşmasını bu bağlamda okumak oldukça öğreticidir. Önderlik son savunmasında
bu duruma şu şekilde işaret ediyor:
“Türkiye’nin son iki yüz yıllık tarihi dış hegemonik güçlerden bağımsız
değildir TC ulus-devleti sıkı bağlılık içinde özenle oluşturulmuş ‘özel
valilik’ statüsündedir. Türkiye’nin kritik kavşak noktasındaki konumu,
uluslararası hegemonik dengenin özgün bir yansımasını gerekli kılmaktadır.
Keskin bağımsızlık idealarına rağmen, hegemonik sistemin en çok tahkim edilen
ve sarsılmamasına özen gösterilen bağımlı ülkesi, ulusu ve ulus-devletidir.
Bu dönemi fazla detaylandırmadan
özetlemek gerekir. Osmanlı İmparatorluğunun devlet yapısı(tıpkı Birinci Dünya
Savaşı’nda müttefikleri Alman ve Avusturya düşmanı olan Rus Çarlığı gibi)
kapitalizmle uyumlu değildi. Bu 19. Yüzyıldan başından itibaren Osmanlı egemen
sınıfları için de görünür bir durumdu. Ve bu uyumu sağlamak için kapitalist
modernite kurumlarını inşa etmeye yöneldiler. Kürt sorununun bu dönem başlaması
rastlantı değildir. Osmanlı bir ulus devlete doğru adımları halkların
yüzyıllardır sürdürdüğü özerk yaşamlarını ortadan kaldırmakla başladı. Bu
kurumlar öncellikle orduda (keza an can alıcı olarak çürümüşlük bu alanda
kendini gösteriyordu.) ve bürokraside başladı, ardından devlet yönetimine dair
değişimlerle devam etti.( Tanzimat Fermanı, Kanuni Esasi vb.) 20. Yüzyılın
başına geldiğinde imparatorlukta batı zihniyetine sahip küçük ama etkili bir
bürokratik damar oluşmuştu. Toplumsal bir tabanı olmayan ve eski zihniyetinden
tam kopmamış bu kesim etkili olmak istiyorsa da bu saray darbeleri planlamak ya
da gazete çıkarmak gibi sınırlı faaliyetlerin ötesine geçmiyordu (Jön Türkler
şeklinde adlandırılan hareket). Osmanlı Devletinin bu değişim yavaş yavaş ve
kısmen pratikleştirmesi(Abdülhamid bu akımın öncüsüydü.) bu kesim için yeterli
gelmiyordu. Abdülhamid uzun süren
iktidarında bir yandan otoriterlik öte yandan dış etkiler bu kliğin gizli ve
kısmen daha radikal örgütlenmesine neden oldu. Çünkü bu kesimin kendisini haklı
olarak özdeşleştirdiği devlet her geçen gün küçülüyordu. İşte İttihat ve
Terakki Partisi bu damarın gizli örgütlenmesi olarak ortaya çıktı.
İttihat ve Terakki İkinci
Meşruiyetin ilanından(1908) önce homojen olmayan farklı bölgelerde kümelenen
cemiyetlerin bileşkesiydi. Daha o dönemden emperyalist güçlerle yakından
ilişkiliydi. İlk dönemler Osmanlıcılık şiarını benimsemesi ve bu temelde Ermeni
örgütleri ile işbirliğine gitmesi sonraki faşizan yapısı düşünüldüğünde garip
karşılanabilir. Fakat önderlik Selanik eksenli grupta olsa bile “devleti
kurtarmak ve Abdülhamit karşıtlığı temel ilkeleri dışında bütünleşmiş bir
ideolojisi ve örgütsel yapısı olmadığı göz önüne alınırsa bu değişkenlik anlam
kazanır. İttihatçılar egemen olmak ve devleti ele geçirmeyi hedefliyordu. Bu
nedenle ideolojik muğlaklık amacın yanında anlamsız kalıyordu. Bu nedenle
Osmanlıcılık ile Türkçülük arasında gidip gelmeleri anlaşılırdır. Fakat
özellikle Babıali darbesi ile devlete el koyduktan sonra faşizan ırkçı çizgisi
netleşti. 1913-1918 arası dönem oldukça kritiktir. Bu dönemde İttihatçılar
devleti TC’nin ön haline çevirip insanlığa karşı işlediği suçlarla tarihe
karıştığında arkasında bıraktığı miras her türden faşizmdi. Kendisi dışındaki
siyasi oluşumları terörle bastırdıklarından İttihat ve Terakki Partisi
feshedildiğinde arkalarında kalan sadece onların artıklarıydı.
TC’nin şekillenmesini İttihat ve
Terakki’ye bakarak anlamlandırabiliriz. Keza İttihat ve Terakki Partisi hem TC’nin
öncülü hem 90 yıldır Türkiye’de hâkim olan tüm siyasi akımların kaynağıdır.
İttihatçılar içerisinde Turancılar Kara Türk faşizmini, temkinli ve daha Batıcı
damarı Beyaz Türk faşizmini ve Osmanlıcı ile dine daha fazla odaklanan eğilimi
ise Yeşil Türk faşizmini oluşturacaktı. TC’nin tarihini bu üç eğilimin iktidar
mücadeleleri ve uzlaşıları üzerinden değerlendirmek mümkündür.
Bu arka plan devletin biçimine
doğrudan yansıyacaktı. Dış güçlerin biçimlendirdiği devlet şekli askeri-sivil
bürokrasi bir kliği eliyle pratikleşmesi söz konusu oldu. TC’yi kuran klik yani
Beyaz Türkçü eğilim 1923’de en güçlü olanıydı, kaldı ki sonraki dönem yoğun
tasfiyelerle diğer eğilimleri(Cumhuriyet’ten önce ikinci grup ardından
Terakkiperver Cumhuriyet Partisi) oldukça güçten düşürdü. Yeni yeni filizlenen
sosyalist eğilim yoğun saldırılarla boğuldu. Kürt halkına soykırım saldırıları
sınır tanımaz bir şekilde yürütüldü. 1925 ile beraber Kürt halkının fiziki ve
kültürel yok edilmesi temel destur olarak TC’nin tüm yapısına damgasını vurdu. Zaten askeri sivil bürokrasi dışında güçlü
bir üst tekelde yoktu. Sermaye tekelleri çok cılızdı. Bu cılız halini bile
devlete borçluydu. İlerde de güçlenmesi ancak devlet yardımıyla olacaktı. Tarım
ve ticaret tekelleri ise bağımsız hareket edebilecek bir durumda değildi. Bu
nedenle Türk Ulus devleti egemen tekellerin uzlaşısı sonunda ortaya çıkmadı. Askeri-sivil
bürokrasinin örgütlenmesi olan İttihatçıların düşün dünyasında ulus devletlerin
güç ayrımı yoktu. Tüm gücün merkezileşmesi üzerinden gelişen bir gelenekten
geliyordu. Nitekim kurulan cumhuriyet liberalizmin çarpık demokrasi anlayışına
bile hiçbir prim vermedi. CHP tek parti olarak devlet tarafından inşa edildi.
İdeolojik hegemonya bu dönem adım adım inşa edildi.
1946’yi gelindiğinde yine uluslararası
koşullar nedeniyle çok partili sisteme geçilse bile devlet ve hükümet ayrımı
gerçekleşmedi. 1950’de ticari ve tarım tekelleri DP ile seçimi kazanınca
hükümet olma anlayışı aynı kaldı. DP devletleşme ve yeni hegemonya kurma
arayışı 1960’ta son buldu. Başbakan ve bakanların idamı askeri ve sivil
bürokrasinin iktidarı bırakmayacağının açık mesajıydı. Artık seçimler yapılmaya
devam edilse bile seçilmiş hükümetlerin alanı çok dar, bürokrasi ise devleti
yönetmek için her tür araca sahipti. Liberal demokrasi kurumları şekliydi.
Hukuk ise bürokratik kesimin iktidarını ya garanti altına alıyor aksi durumda
ise kâğıt üstünde kalıyor. Pratikte işleyen bürokratik elitin egemenliğiydi.
Beyaz Türk faşizmi hegemonyasının en olgun dönemini yaşıyordu. 1980’e gelindiğinde
Beyaz Türk faşizmi güçlü iki meydan okumayla karşı karşıyaydı Kürt hareketi ve
demokratik sosyalist hareket. 12 Eylül bu iki güce de yoğunca yönelirken bu
sefer ABD planlaması doğrultusunda devlette kısmi kabuk değişimine gitti.
2000’ler gelindiğinde ise özellikle Kürt özgürlük hareketinin mücadelesi ve
egemen tekellerde oluşan farklılaşma nedeniyle iflas etmişti.
AKP Devleti
AKP bu zemin ve bu boşluk
üzerinden iktidara getirildi. Önderlik
‘Kürdistan Devrim Manifestosu’nda AKP’nin misyonunu şu şekilde açıklıyor
“AKP’nin iktidara gelmesi, devlette yeni hegemonik dönemi ifade eder.
Cumhuriyet’in seksen yıllık Beyaz Türk hegemonyası, yerini yavaş yavaş ve
sancılı şekilde Cumhuriyet’in Ilımlı İslâmcı geçinen Yeşil Türk faşizmine
bıraktı. Şüphesiz bu durum devletin tümüyle fethedildiği anlamına gelmez, fakat
o yola girilmiştir. Ankara merkezli Beyaz Türk faşizmi yerine, Konya-Kayseri
merkezli Yeşil Türk faşizmi yavaş yavaş fakat emin adımlarla Cumhuriyet’in yeni
hegemonik gücü olma yolundadır. Cumhuriyet’in 100. yılı olacak 2023 yılının bu
hegemonya altında karşılanması daha şimdiden açıkça planlanmaktadır.
12 Eylül kapitalist merkez
devletlerin öngördüğü yeni bir sistem açığa çıkardı. Bu sistemi yirmi yıl sonra
yenileyerek kurumsallaştırmayı hedefleyen ise AKP’ydi. AKP yeni hegemonik güç
olarak uluslararası finans tekellerinin desteği ve onların uzun dönem
planlamalarının bir sonucu olarak iktidarı isteyen Anadolu merkezli sermayenin
temsilcisi olarak ortaya çıktı. Ve baştan itibaren amacı hükümet olmak değil,
devletin sahibi olmaktı. Keza Türk Devlet yapısında iktidar olmadan hükümet
olmak hiçbir anlam taşımıyordu. Bunun için devlet bürokrasinin de ele
geçirilmesi gerekiyordu ki Yeşil Faşizmin bir diğer temsilcisi olan Fethullahçı
yapı ile kurduğu ittifakın nedeni buydu.
2002-2011 arası dönemde Beyaz
Türk faşizmi ile yoğun bir mücadeleye girdi. Kara Türk faşizmin temsilcisi olan
MHP ağırlıklı olarak Beyaz Türk faşizmin yanında dursa da esasta tarafsız kaldı(Bu
mutlak bir tarafsızlık değildi, başörtüsü yasağı ya da cumhurbaşkanını halkın
seçmesini öngören referandumda AKP’nin, 2010 referandumu gibi tüm kritik
konularda ise Beyaz Türk faşizminin yanında durdu.) Bu süreçte AKP güçler
ayrımına sürekli işaret ederek demokrasi kavramını ağzından düşürmedi. Fakat AKP
hegemonya mücadelesini tek başına kazanamayacağını anladığı andan itibaren Kürt
düşmanlığı üstünden MHP ile uzlaştı. MHP ile yaptığı ittifaka Beyaz Türk
faşizmin bir kanadını da örtük de olsa dâhil edebildi. Bu uzlaşı ile hegemonya
olma hedefine yürümek istedi ve aslında bu konuda son 4 yılda iktidarının ilk
on yılından daha fazla adım attı, yol katteti. Artık iktidarın isteğine göre
karar veren bir ‘bağımsız’ yargı, farklı bir uygulama yapar yapmaz başkanları
görevden alınan ‘özerk’ Merkez Bankası gibi kurumlar söz konusuydu. Orduda ise
muhalif odaklar daha önceden başlayan bir süreçle ya biat etmeye zorlandı ya da
özellikle 15 Temmuz darbe girişimi gerekçe yapılarak tasfiyeye tabi tutuldu.
Akademide ise farklı bir ses kalmaması için KHK’lar çok aktif bir şekilde
kullanıldı.
AKP devletin birçok noktasını ele
geçirdi ve bu durum uzun yıllar sürdürdüğü muhalif olma retoriğini geçersiz
kıldı. Hala mağdurluk vurgusu yapmaya çalışsa da artık bu söylem AKP için
geçerli akçe değildir. Faşist ittifakın simgesi konumunda olan Erdoğan
etrafında oluşturulan imge bu açıdan çok iyi bir göstergedir. AKP’nin kuruluş
ve ilk iktidar döneminde eşitler arası birinci konumunda olan Erdoğan’ın
koşulsuz itaat edilen reise evrilmesi de bu sürecin ürünüdür. Tayyip Erdoğan bu
duruma atıf yapılmaya devam edilse bile artık ‘muhtar olmasına izin verilmeyen
halkçı politikacı’ olarak değil, saraylarda oturan bir dediği iki edilmeyen,
cihana nizam veren ‘dünya lideri’ olarak pazarlanıyordu. Abdülhamid’in ardılı
ve halife olmasa da “ümmetin reisi şeklinde adlandırılmaya başlanması bu
dönüşümü anlatır.
Daha önceki TC devletinden farklılaşan
bir devletin mevcut olduğu şüphe götürmez. Kuşkusuz bu daha önceki sistemden
büyük bir kopuş anlamına gelmiyordu keza Çiller ve Ağar gibi eski devletlûlar
de bu koalisyonda arzı endam ediyordu. Zaten ortak atadan olan Beyaz, Yeşil ve
Kara faşizm arasında aşılmaz duvarlar yoktu.
Yeşil Kara faşist koalisyonun egemen olduğu devlet daha önce söz
düzeyinde de olsa ifade edilen laik, sosyal, hukuk devleti kavramlarına, atıf
bile yapmayan bir rejimdir. Bu yeni sistem kendi ideolojik aygıtları ile
hegemonya inşasına yöneldi. Basından kültüre kadar her alanda yeni değerler
oturtulmaya çalışıldı. Aslında yapılan Türkiye toplumun zihin dünyasını çorak
bir toprak haline getirmeye çalışmaktı. Garip bir tarih anlayışı, içi boş bir
milliyetçilik, ne olduğu belli olmayan bir yeni Osmanlıcılık üzerinden bir
ideoloji oluşturulmaya çalışıldı. Art arda düzgün ve tutarlı iki cümle
kuramayan akademisyenler, kararlarında hukuk fakültesinde öğrenim gördüklerine
dair hiçbir emare bulunmayan yargıçlar, estetik arayışı ve toplumla uzaktan
yakına bir ilişkisi olmayan sanatçılar, sadece devletin rantı ile paradan para
kazanan ve yabancı sermaye gruplarının acentesi olan ‘yerli’ ve ‘milli’
burjuvazi, sokaktaki lümpen kahve kabadayılarından hiçbir farkı bulunmayan ve
akrabalık vasfından dışında bir niteliği olmayan bakanlar, devlet görevlileri
ve soru sormayı abes gören gazeteciler bu yeni rejimin alameti farikalarıydı.
AKP Hegemonya Kurma Girişiminin Başarısızlığı
Tüm bu veriler AKP’nin yeni bir
faşist devlet kurumsallaşmasını başardığı anlamına gelmez. Devleti önemli
oranda ele geçirmiş olabilir ama hegemonyasını inşa edememiştir. Öncellikle
hali hazırdaki AKP’nin 2001’de kurulan AKP’ye benzeyen bir yanı kalmamıştır.
Zaten şuan iktidarda siyasal bir oluşum olarak AKP yoktur. Bugün iktidarda
Yeşil-Kara faşizmi temsilen bir klik vardır. Ve bu faşist ittifakta Bahçeli’nin
özgün ağırlığı ve etkisi daha fazladır, ittifakın beyni odur. Zaten uzlaşı Kara
faşizmin Kürt ve demokrasi düşmanı ilkeleri üzerinden gerçekleşmiştir. Yani
2002’nin AKP’si devleti ele geçirememiş, devletin asıl çekirdeği MHP ve
Ergenekon eliyle AKP’yi dönüştürmüştür. Günümüzdeki AKP bir siyasi parti
niteliğine bile sahip değildir. AKP bugün sadece faşist şef Erdoğan’ın rant
dağıtımını kolaylaştıran kişisel bir aygıtı haline gelmiştir. Güncel anlamda
AKP kurucularının en az iki ayrı parti kurmaya hazırlandıkları bilinmektedir.
Sadece bu bile büyük bir farklılaşmayı gösterir. Yakın dönemde Erdoğan’ın
kişisel kölesi olduğunu sürekli ifade eden devşirme bir Kürt AKP’den farklı Erdoğan
liderliğinde yeni bir partinin kurulması gerektiğini yazmıştır. AKP’nin çarpık,
tutarsız demokrasi söylemlerinin oluşturduğu miras bile bugün Erdoğan kliğine
pranga gibi gelmektedir.
AKP’nin özellik son 8 yılda
Ortadoğu’da orta düzeyde emperyalist bir güç olma isteği ile attığı ve “Yeni
Osmanlıcılık olarak sunulan politikalar ABD’nin politikaları ile tam uyum arz
etmiyordu. Kapitalist hegemonik güçler
arasındaki çelişkiler ve kapitalist modernitenin kaosu AKP’nin kimi özgün
adımlarını büyük ölçüde mümkün kılmıştı. Göbekten bağlı olduğu emperyalist
güçlerin çizdiği sınırları zaman zaman zorlasa bile hiç aşmayan ve aşamayacak
olan AKP devleti de bu çerçevede devleti tümden homojen hale getiremeyecektir.
Kaldı ki bunu yapacak maddi imkânları da yoktur. Kapitalist merkezler
Ortadoğu’daki temel ajanları olan TC devleti içerisinde farklı güç odaklarının
olmasını istemektedir. Çünkü kendine bağlı bu farklı odaklar sayesinde
hiyerarşik ilişkiler yeniden üretilir. Bir odağı bir diğer odağı öne çıkararak
bağımlılığı sürekli kılarlar. Beyaz Türk faşizmine karşı girdiği mücadeleden bu
güçlerin planlaması doğrultusunda ve onların desteği ile başarıyla çıkan AKP’ye
devleti tümden teslim edeceklerine dair bir işaret de görülmemektedir. Devlet
içinde farklı odakları olduğunu özellikle 2019’un başından itibaren
görebilmekteyiz. Faşizm güçsüzleştikçe bu odaklar kendilerine daha fazla açığa
vurmaktadırlar. Temmuz 2019 Anayasa Mahkemesi’nin barış çağrısında bulunan
akademisyenleri aklayan ve iktidarı çılgına çeviren kararı bu çerçevede ele
alınabilir.
Bir diğer nokta ise AKP-MHP
faşizmi tüm saldırılarına ve olanaklarına rağmen toplumun yarısının bile onayını
alamamasıdır. Kaldı ki bu ittifaka verilen destek her geçen gün düşmektedir. Mart-
Haziran 2019 yerel yönetim seçimleri bu gerçeği tasdik etmiştir. Türkiye
toplumu faşizmin tek tip elbisesini kabul etmemektedir. Bu durum faşizmin
kurumsallaşmasını kösteklemektedir. Kuşkusuz devleti ele geçirmenin ön koşullu
halk desteği değildir. Fakat hali hazırdaki AKP-MHP faşizmi seçimleri ortadan
kaldırıp doğrudan diktatörlüğünü kuracak kudrette değildir. Ayrıca bu topyekûn
darbenin uluslararası koşulları şimdilik yoktur. Bu nedenle faşizmin kendini
sürekli onaydan geçirme zorunluluğu vardır. Seçimlerden bağımsız olarak
toplumun bu yeni hegemonyayı örtük olarak bile kabul etmesi kurumsallaşma için
elzemdir. Faşizmin ahlaki ve politik toplumun nüvelerini en küçük birime kadar
en azından etkisiz hale getirmesi gerekir. Bu durum bugün Türkiye toplumu için
geçerli değildir ve bu nedenle demokrasi hala toplumun önemli bir kesimini
harekete geçirebilecek çatı durumundadır. Bu güncel durum AKP’nin hegemonyasını
yani devleti tümden yeni faşist ilkeler çerçevesinde inşa etmesini hala da
engellemektedir.
En önemli nokta olarak AKP’nin
hegemonyasını kurumsallaştırabilmesi için ortadan kaldırılması gereken Kürt
halkı dimdik ayaktadır. Bir kez daha Önderliğin son savunmasındaki bir
değerlendirmeye bakalım
“AKP’nin hegemonik iktidarı henüz kesinleşmediği gibi, demokratik
anayasal bir rejimin kaderi de kesinleşmiş değildir. Her iki olasılıktan
hangisinin kesinlik kazanabileceğini hegemonik güçlerle Türkiye’nin demokratik,
sosyalist ve Kürdistan’ın demokratik özerklik mücadelesinin durumu
belirleyecektir. Yeni hegemonik iktidar döneminde Kürt varlığı ve özgürlüğünü
tasfiye amaçlı özel savaş rejimi daha da güçlendirilerek yürütülecektir. Zaten
AKP’nin ordu şahsında rejimin eski iktidar sahipleriyle yaptığı uzlaşmanın
temelinde Kürt varlığının (ontolojik gerçeklik) ve özgürlüğünün (bilinç ve
örgütlülük) tasfiyesi ve kültürel soykırımın sürdürülmesi yatmaktadır.
2010 yazılan bu satırların
geçerliliğini bugünde koruduğu açıktır. İktidarını kapitalist hegemonik güçlere
ve devletin ırkçı çekirdeğine verdiği Kürt soykırımını tamamlama sözüne borçlu
olan AKP, bu hedefine tüm vahşi saldırılarına karşın ulaşamamıştır. Kürt
özgürlük hareketin öncülüğünde Kürt halkı sadece faşizmin Türkiye’deki nihai
egemenliğini engellemekle kalmıyor, Ortadoğu’daki emellerini de Başur’da,
Rojava’da yükselttiği direnişle boşa çıkarıyor. Sadece son seçimlerdeki
stratejisiyle faşizmin yenilgisini sağlamakla kalınmamıştır kesintisiz süren
bütünlüklü direnişle iktidarın dayanaklarının altını oymuştur. Özyönetim direnişlerinden
gerilla direnişine, Efrin’de Çağın direnişinden büyük ve uzun soluklu açlık
grevine kadar Kürt halkı faşizme her yerde kesintisiz direnmiş ve onun
saldırılarını kırmıştır. Önderliğin direnişi ve duruşu hem saldırıları boşa
çıkarmış hem de tüm demokratik güçlere umut vermiştir.
AKP’nin Kürt halkına dört koldan
vahşice saldırma nedeni de bu somut gerçekliktir. Kendine muhalif tüm çevreleri
etkisiz kılabilirken Kürtleri bir türlü yıldıramamakta bu da onu çılgına
çevirmektedir. Bunun verdiği öfkeyle intikam saldırıları yapmaktadır. Bu
nedenle derinleşen ekonomik krize rağmen savaş araçlarına günlük milyon
dolarlar harcayabilmekte savaşı varlık yokluk sorunu olarak görmektedir.
Sürekli dillendirdiği “beka sorunu da bu çerçevededir. Gerçekten bu faşist
iktidarın beka sorunu vardır. Bir yandan 2071 rüyası görürken 2020’yi
atlatacağı müphemdir.
AKP-MHP faşizmi dağılacaktır. Bu
direniş karşısında başka bir seçenek yoktur. Faşizm kendini kadri mutlak
göstermek için yaptığı tüm manipülasyonlara rağmen ciddi anlamda tüm olanaklara
rağmen kendini kurumsallaştıramamış diken üstü pozisyonundan çıkamamıştır.
İktidardaki faşist klik çıplak zora ve devletin maddi imkânları üzerinden zorla
yaşam süresini artırmaktadır. Tamamen iktidar bağımlısı durumdadır. Kendi hegemonyasını
sağlam temeller üzerinden kuramamıştır. Örneğin
12 Eylül cuntacıları iktidarı devrettikten sonra bile yeni kurumsallaşmanın
temel dinamiklerini oluşturdukları için etki etmeye devam ettiler. MHP’nin daha
özgün bir durumu olabilir oysa iktidarı biter bitmez AKP tuzla buz olacaktır. İktidar
yitirildiğinde ona bağlı görünen bürokrasi kimlik değiştirmekte hiç vakit
kaybetmeyecek, sermaye çevreleri ise bu geçişi en kolay atlatacak kesim olacaktır.
Bugün ak dediğine yarın kara diyen medya ise AKP’yi karalamada yarışacaktır.
Yaptıkları suçlarla ortada kalanlar ya yargılanacak ya da sessiz sedasız tarih
sahnesinden çekilecektir. AKP’nin Türkiye toplumunda yaratığı tahribatın
telafisi zor olmakla birlikte iktidardan düştüğü gibi etkisizleşmesi bir o
kadar kolay gerçekleşecektir.
Kendal
BAGOK
0
21
TR
KO
:” ”
:””
” “,
Kürdistan Stratejik Araştırmalar Merkezi
www.lekolin.com – www.lekolin.org – www.lekolin.net –
www.lekolin.info -www.navendalekolin.com -http://kursam.org/index.html-
http://kursam.net/index.html
Kendal
BAGOK