30 Nisan 2010 Cuma Saat 06:53
0
21
TR
:” ”
:””
” “,” ”
” ”
Post Yeşilçam ile kastettiklerim
Çağ değişti. Tabi
yeni bir film anlayışıyla karşı karşıyayız. Postlar: aşma, sonrası, çatışarak
geçme, çalım atma olarak nedense kafalarda yer edinir. Post modernizmin
postları başlatması hala yürürlükte olduğu için, kendisini de ele vermektedir.
Post modernizmin aslında sinemasal bir kavramdır. Roman okumaları zayıfladığı
için, Post’u en fazla işleyen sinemadır. Bu Postlar teorisi, Postları
yaratanları pek değiştirmedi de anlatanları yoğun bir değişime uğrattı. Bana
hep iğdiş etmeleri hatırlatır. Tıpkı, doğu geleneğinde olan bir zamanların
iğdiş etmelerine benziyor. Saraydaki sultan şarlatanları yazdık da, herhalde
sıra iğdiş ettirilmiş karakterine geldi. Saray ve sinemayı bir birinin yerine
geçmiş gibi, yaptığım teşbih yanlış değildir, çünkü hala devam etmektedir.
Kendisiyle yüzleşen bir Türkiye sinemasına ulaşıldığını
söylemek abartı olur. Güldürüye gülmek, bir aşama değildir. Şu anki sinemanın
durumu budur. Bir kaç film dışında genel durum bunu yansıtıyor. Biçimsel bir
değişiklik söz konusudur. Makyajlama yapılmaktadır. Edebiyat akımları diye bir
olgu vardır, orda edebiyatın tarihini anlarsınız. Toplumu olduğu gibi
yansıtanlara gerçekçiler denilir, bunu yansıtıp eleştirenlere, eleştirel
gerçekçiler diyorlar. Bu iki akım da yüz yıl öncesinin akımlarıdır. Türkiye
sinemasının bu aşamaya geldiğini söylemek mümkün değildir. Türkiye sineması,
gerçekleri manipüle ediyor. Türkiye coğrafyasının sineması yoktur. İstanbul
sineması demek, daha yerindedir. Orda başladı ve orda kalıyor. Onun için
gerçekçi değildir. İstanbul’dan bakan bir sinema Anadolu’yu göremez.
Post Yeşilçam ile bunu aşma, sinemayı yerli yerine oturtma
diye bir çalışma gündemdedir. Atılım olarak ifade ettikleri bu anlayışın dibi
kazıldığında, içerik ve felsefe olarak Yeşilçam’ın siyah beyaz kareleri olan
bir zamanların anlayışını aşmadığı rahatlıkla görülecektir. İstanbul’da çıkan
sinemanın halk köküne dayanmadığını yazdık. Aşağılanmış kimlik olarak
Türkmenlikle başlamayan bu anlayış, Ege ve İstanbul’un kültür dokularına
indiğinde resmi ideoloji ile çatışacağını çok iyi bilirler. Farklı etnik
yapının kültürel dokuları resmi Türklük anlayışla çelişeceği için, ilk
sinemacıların sultan ve şarlatanları ile başlamaları anlaşılırdır. Metafor
olarak, kurgulanan erkek tiplemesi tümüyle sultan tiplemesiydi. Şu an sultanı
bırakan sinema, mekân olarak uzayda aradığını bulmaya çalışıyor. Ya uzay ya da
tarih öncesine giden sinema, Yeşilçam’a aşama yapacağını sanmaktadır. Cem
Yılmaz ve Yılmaz Erdoğan bu konuda çok yoğunlaşmış olmalıdır. Onların püf
noktayı yakaladığını söylemek mümkündür. Ama sorunu uzayda arayan, manipüle
eden, yozlaştıran, pazarlayan yaklaşımları Yeşilçam’ın etik anlayışının daha
gerisindedir. Sinemaya ironi katarak kalıp farksızlığına sadece yergiyi katmak,
tam bir tüccar anlayışıdır. Avrupa’daki yapı bozucu anlayışın karşılığı olan bu
yöntemi, Türkiye’ye uygulamak yanlıştır. Gelenek ve oturmuş yapısallığı
eleştiri ile aşmadan önce bunun yerine konulacak şey çok şey önemlidir.
Bir ekip gibi gözüken, birbirini tamamlayan bu anlayışın
yakaladığı noktalar ilginçtir. Kahpe Bizans ile sultan tiplemesine bir eleştiri
var. Vizontele ile Anadolu’nun farklı yerlerini vizyona almakla bir başlangıç
yapıldı. Gora filmi ile de, başlangıç noktasından başlama gibi bir adım
atılıyor. Eskinin tiyatro elemanları yerine stendup’tan gelen kültür, bir
eleştiri geleneği üzerine oturmuş bir sinema akımı havası vermektedir. Ancak
Gora’nın altında bir kimlik ve bilinçaltı yatmaktadır. Dünya’yı kurtaran sultan
karakterinin ironik eleştirisi yapılırken, işi aynı yerden, aynı felsefeden
başlatıldığı bilinmelidir. Egenin farklı etnik yapı kokan kültürüne dalış
yapılmadığı sürece, arayışlar uzayda olacaktır. Korku ile sanata başlanılmaz.
Yapılan şey, işin biçimsel eleştirisidir. Kökten bir eleştiri olmamayla
birlikte, endüstri kaygısı çok öndedir. Nihayetinde, Yılmaz Erdoğan’ın bütün
Kürdistan’ı taşırdığı Vizontele filmi de aynı mantıkla yapılmıştır. Bagajı
iyice kuruyan ve boşanan sinemayı kültür hırsızlığı ile doldurmaya çalışıyor.
Ama çarpıtarak yapılıyor. Bir zamanların hafızası kişiye mahsus değildir, ora
da toplumsal bir hafıza vardır. Sıti ana yıllarca sistemin bütün uygulamalarına
rağmen asimile olmadı. Sıti ana Kürtler için bir metafor, bir simgedir. Sıti
anayı Hakkâri’nin küçük burjuva memur anlayışına entegre ederek, evcilleştirmek
kültürel suç işlemektir. Yılmaz Erdoğan’ın Ankara ile Hakkâri arasındaki
yolculuğu, kendisini kabul ettirme kompleksi, Kürt halkını ilgilendirmez ve
Kürt halkının bir sorunu değildir.
Kapitalist modernite içine çekilen otantizmin farklı bir hava vereceği,
sanatsal etki yapacağı, farklılık olacağı biliniyordu. İşte bu pazarlama
yapılıyor. Hakkâri’nin Jirki, Mamxuri ve Gewdan’ları ile bir bütün olduğunu
Yılmaz Erdoğan bilmese de, Kürtler iyi biliyor.
Bu sinema anlayışıyla gerçek arasındaki uçurum da budur.
Birikim sömürülüyor. Son vizyona giren birçok film nasıl ki Türkiye
devrimciliğini çarpıtıyorsa bu da aynıdır. Kültürel çarpıtma ile siyasi
çarpıtma at başı gidiyor. Post modern kavramına kulaklarımız alışkın değildir.
Ama yapılan şey Post modernizmin Türkiye ye uyarlanmasıdır. İki kutuplu dünya
gerçekliğinin vaat ettiği yaşamı getirmediği gerçeği sanat ve toplumu hayal
kırıklığına uğrattığı söylenip post modernizm buna dayandırılır. İdeolojilerin
nefret yarattığını, toplumu ayırdığı tezinin arkasına yıkılmış Avrupa’yı alarak
meşruiyet edinmenin çabasıydı. Şu an Türkiye de yapılan şey budur. Darbe ve
gençlik hareketlerinin diyalektik karşıtlığını kurarak, bunların birbirini
yaratan iki olgu gibi gösterip zorbalığı devrimcilikle eşleştiren mantık,
geçmişin bütün acılarını, yığınlarını, pişmanlıklarını bir araya getirerek
gençlik neden ve niçin’lerinden kopartılmaya çalışılıyor. Herhalde post
modernizm budur. Arayışların faturası acılardır şeklinde son ders, son
pişmanlık fayda etmez biçiminde film konusu yapılan onlarca örnek vardır. Aşk
ve futbolu temel amaç edinen bu filmler, arayışların yol haritasını sunuyor.
Darısı başınıza gibi bir his yaratmaya çalışan bu film anlayışı, azalmış olan
devrimci ruh nedeniyle hiçbir ciddi eleştiri ile karşılaşmadan bir model gibi
oturuyor. Toplumsal pişmanlığın bilinçaltını kazan bu sanat türü, toplumu daha
da gerilere götürmektedir. Her darbe sonrası toplumu tekel ve oligarşi ile
uzlaştırmaya çalışan Yeşilçam’ın boyanmış halidir. Bunun kesinlikle aynı
politika ile bağlantısı vardır. Zaten post modernizm sanatı, karşısında hiçbir
tepki yaratmadan toplumu iğdiş etme aracıdır. Öğretilmiş çaresizlikler vahşi
bir psikoloji yöntemidir. İşte bu sanatın toplum için anlamı budur. Yoksa bütün
bu filmler niye yapılsın ki post Yeşilçam olmasa! Yeşilçam postlaştırılıyor.
Zeki Sarı
Kürdistan Stratejik Araştırmalar Merkezi
www.navendalekolin.com – www.lekolin.org – www.lekolin.net –
www.lekolin.info