28 Nisan 2010 Çarşamba Saat 07:53
0
21
TR
:” ”
:””
” “,” ”
” ”
Yeşilçam hakkında kısa bir yorum:
Türkiye’de olup biten şeyler bizi de yakından ilgilendirdiği
için, karşılıklı bir etkileşim içindeyiz. Yeşilçam ile bir kuşak yetişti. Kır-
kent hayatının çelişkilerini harmanlaştıran Yeşilçam, aynı zamanda kapitalist
yaşamın toplumsal dokularını genelleştiren, evcilleştirmeye çalışan bir sinema
sitilini esas aldı. Temel gaye bu iken, aynı zamanda endüstrileşmek için
kaliteden çok, olan şeyi alıp geri satan bir sanat (sanatsızlık) anlayışını
esas aldı. Sinema boşluğunu doldurmak için, uzun zaman Arap sinema anlayışını
esas alarak vizyona girdi. Mısır’ın komedi filmlerini Türkiyeleştirdi. Bu
konuda biraz şaşkın başladığını söylemek mümkündür. Devlet kapitalizmi ile
sınıflaşan Amerikan toplumunda olduğu gibi bireyciliğin sinemaya yansıdığı o
popüler yıldızları olmadı. Sinema da kendi toplumsal tarihinin mayasıyla
katılaşır. Amerika’nın keşfi, belki de her türlü Amerikan bireyciliğinin potası
oldu. Sanat ve edebiyatına yansıyan bu bireyci serüvenler, Hollywood’un esin
kaynağı oldu. Neredeyse sinemasının bütün artistlerinde o genetik kodu bulmak
zor değildir.
Sinemanın altında böyle bir toplumsal gerçeklik vardır.
Toplumsal inşa ile at başı giden sanat ve edebiyatın ardından sinema
gelişmiştir. Dolayısıyla tiplemesini ondan alan sinema, bu ilişkinin gücü ile
orantılıdır.
Türkiye’de durum
biraz farklıdır. Türkiye’de gelişen sinema ve sanat kültürü, toplumunun kendi
iç dinamikleriyle gelişen bir sanat ve sinema kültürü değildir. Uzun zaman
Hacivat-Karagöz sanatını aşamayan bu durum, Cumhuriyet ile birlikte ya Ermeni
ya da faklı etnik guruplardan gelen insanlarca geliştirildi. Osmanlı
coğrafyasına giydirilen dar elbise, sersemlemiş bir sanat anlayışı yarattı.
Dünyanın hemen hemen en geç yıkılan Osmanlı imparatorluk geleneği, ulus
anlayışıyla çatışan ve o temelde zayıflayan bir gelenek değildi. Bunun Sanatı
algı olarak, ulus ideolojisiyle harmanlaşan ve o doğrultuda bunu takip eden bir
rotayı izleyemedi. İzlemesi mi iyiydi, tartışmasını yapmıyorum Tartışmaya
açtığım şey, Türkiye sanatında bir kök sorununun olma gerçekliğidir. Köksüzdür
demek abartma olmaz. Osmanlı’nın despotik yönetimi halk kültürünü dumura
uğratmıştı, Sultanları eğlendiren şarlatan ve güldürü zanaatı dışında, sanat
olarak gelişebilecek unsurları mezhep ve farklı siyasi nedenlerle aforoz
etmişti. Dolayısıyla, imparatorluk yıkılırken elde kalan sanat hafızasında
Hacivat ve Karagöz ile halk kimliğine yakıştırılan Keloğlan dışında hiçbir
emare yoktu. Saray sanat kültürü, saraylar yıkılırken o da yıkıldı. Çok fazla
bir şey de yoktu.
İstanbul ve egenin
tarihi gelgitleri, batı ile bir ilişki içinde olması nedeniyle batının
sanatından etkilendiği açıktır. Dini akrabalıktan kaynaklı kendisini batıya
daha yakın hisseden gayri Müslim çevre, batıdan tiyatro ve yeni gelişen sinema
kültürünü Türkiye ye taşıdığını biliyoruz. Gelişen ulus devlet ile birlikte öne
çıkartılan Türklük kavramı karşısında, sanat ve hata edebiyat bir nevi bu
çevrelerin yaşam garantisi oldu. Batının ihraç ettiği ulus dini birçok etnik
guruba umut verip yaratığı enerji hüsrana uğrarken, sanat ile adeta kendilerine
bir sığınak bulmuş gibi oldular. Cümleler basit olsa da, Türkiye sanatı ve
sinemasının altında o gerçeklik vardır. Derin bir ironidir, adeta görüntüdeki
ulusun içinde kodlanmış başka uluslar vardır. Sanatta öyle kodlanmıştır.
İnkârcılığın, inkâr edilmiş olgular tarafından yapılması bu haliyle doğaldı.
Ulusların mutlaka
esin aldığı bir geçmişleri olur. Türklük nereye dayandı. Türklük adına yapılan,
onun kültürünü konu edinen bir tiyatro ve film yoktur. Sultan kültürü, değişik
kılıflar altında sanat ile devam ettirildi. Nedeni, demin saydığım sultandan
devir alınan kültürün uzun zaman kendisiyle çatışan değil de, üstten dayatılan
bir gerçeğe dayanmasıydı. Bizzat adına hareket ettiği ulustan, daha ulus
olmadan ulus sanatı ile hareket etmesi oldu, halk olarak bilinen Türkmenlerden
oluşan bir ulus değildi. Yani bir kültür ulusu değildi. Ondan kaynaklı, her
şeyi kuramsal ve yapaydır. Sanat böyle bir temele dayanmadığı için, devir
aldığı şey sultanları eğlendiren güldürü ve hokkabazlık zanaatı oldu.
İşte, sinema da buna dayandı. İlk kaynağı tiyatrodur ve
bütün ilk artistler ondan gelmedir. Sanat okulların çoğuna yine farklı etnik
yapıdan gelen eğitmenler ilgi duydu, iki tip çizildi sinema için birincisi
şarlatan, ikincisi ise sultanın tezahürü olan zorlamalı kabadayı karakteri…
Temelinde, bilinçaltında yatan Türk erkek tipinin, sanata yansıyan hali de
demek yanlış olmaz. Bu karakter yapısı kurgulanırken, çok ince bir alay etme
saklıdır. Söz, hitap ve davranışlar oldukça betimseldir ve abartıya
kaçmaktadır. Türk sultan tipi klâsında
yansıtılan karakterlerin, vurgu konuşmalarının ilk hecesi Türkçe değildir.
Nayır, nolamaz kelimelerinin ilk harfleri olumsuz anlamıyla Latincedir. Diğer
tip de, şarlatanların geleneği olan komedi karakterleridir ki hiç kültürel
değildir. Sayısız filme konu olan bu karakterlerin, Anadolu coğrafyasının hangi
insanına benzediği eminim hala bulunamamıştır.
İşte, Yeşilçam da bu geleneğe dayandı. Bu ikili karakter
Türk sinemasının mayası oldu. 70’ler sonrası kısmi gelişme olsa da, donup
kaldı. Anadolu’yu işleyen sahici karakterler fazla yaşayamadı. Yılmaz Güney’in
belki de büyüklüğü burada saklıdır. Yılmaz Güney’in filmleri bu ikili karakteri
aştı. Film hazırlarken, karakterler adeta bir sokak, bir cezaevi ya da iş
başından getirilen insanların ta kendisiydi. Rol, gerçek hayatı tekrarlayan
onun acısı, sevinci hatta tokadını yaşayan bir sahicilikte oynanır. Adeta
savaşır. O, iki filmi, bir filmde verirdi. Perdenin arkasında da bir film
oynatırdı. Oyuncularını döver filme hazırlardı. Onun anlayışı, adeta
Yeşilçam’ın, Yeşilçam’a tepkisi gibidir, Sonrası malumdur.
Zeki Sarı
Kürdistan Stratejik Araştırmalar Merkezi
www.navendalekolin.com – www.lekolin.org – www.lekolin.net –
www.lekolin.info