17 Nisan’da başlayan soykırımcı işgal saldırıları iki ayını doldurdu. Bu süre içerisinde yüzlerce kayıp verdi; hedefine ulaşamadı. Kürdistan’da yürüttükleri işgal ve soykırım saldırısında kullandıkları güçler; bilinen askerden daha çok; paralı asker ve çetelerden oluşmaktaydı. Bu nedenle de işgal saldırılarında vermiş oldukları kayıpları çok rahat gizleyebildi. Buna rağmen verdiği bu kayıpları gizleyemedi ve herkes tarafından bilinmesinin önüne geçemedi. Verdiği bu kayıpların açığa çıkmasından ve kendisine kesilecek olan faturanın ağırlığından korktuğu için böyle bir yaklaşım ve tutum içerisine girdi. Ancak tüm bu çabalarına rağmen büyük kaybetmekten kendisini kurtaramayacaktır. İçerisinden geçtiğimiz pratik süreç bunun böyle olduğunu çok net, somut bir biçimde ortaya koymaktadır.
Soykırımcı TC Devleti bu işgal ve imha saldırısının belirli bir süre içerisinde tamamlamayı önüne hedef olarak koymuştu. Belirlediği bu sürenin ardından da Rojava’ya yönelik daha geniş kapsamlı bir saldırıda bulunmayı planlamıştı. Bu şekilde birbirini tamamlayan işgal ve soykırım saldırılarında bulunma amacıyla harekete geçmişti. Fakat bu planlamanın ilk adımı olan Zap’ta çakıldı kaldı. Batağa saplandı; o bataktan çıkmak için de attığı her adım onu daha fazla dibe doğru çekti.
Daha evvel yapılan işgal saldırıları özel savaş medyasında öne çıkarılmaktaydı. Dikkat edilirse o saldırılar özel savaş basın-yayın organlarında sürekli gündemde tutularak kamuoyu oluşturulmaya çalışılmaktaydı. Televizyonlarda günlerce programlar, haberler yapılır; savaştan anlamayan kişiler kamera karşısına çıkarak, haritalar karşısında birer stratejistmiş gibi poz verirlerdi. Kendilerini “gazeteci”, “siyasetçi”, “öğretim görevlisi”, “stratejist”, “uzman” vb. olarak gösteren kişiler ekranlara çıkarılarak psikolojik savaş ve algı operasyonlarında bulunurlardı. Yeterince kendi kendilerini teşhir ettikleri için artık bunu yapamaz hale geldiler; bugüne kadar ekranlara çıkarak bol keseden savurdukları palavraların hiçbir inandırıcılığı kalmadı. Öyle ki birer komedi aracı haline geldiler. Şuanda TC’nin Güney Kürdistan’da; Zap ve Avaşin hattında yaşadığı da bundan başka bir şey değildir.
KDP MİT’in Güney Kürdistan Masası Olarak Hareket Ediyor
Soykırımcı TC Devleti Güney Kürdistan’daki bu işgal ve imha saldırısını işbirlikçileriyle birlikte yürütmektedir. KDP bu saldırının bir parçası olarak TC’ye nefes borusu olmaktadır. Bugüne kadar genel olarak KDP Kürdistani bir güç olarak görülüyordu. Böylesi bir yaklaşım söz konusu olabiliyordu. O nedenle de KDP ile ilgili söz konusu olan sorunlar Kürtler içi bir iç sorunmuş gibi ele alınıp neticesinde ortaya çıkacak sonuçlar da Kürtler arası bir husumet vs. olarak dile getirilebiliyordu. Gelinen aşamada bunun böyle olmadığı açığa çıktı. KDP’nin Kürtlüğünün biyolojik bir Kürtlük olmaktan öteye geçmediği anlaşıldı. Belki Kürtçe konuşuyorlar, kendilerinin Kürt olduklarını söylüyorlar ancak böyle olmadığı bir kez daha gözler önüne serildi. KDP’nin siyasal, ideolojik, toplumsal anlamda Kürtlüğün dışında olduğu tescil oldu; sadece ismen Kürt olarak kaldı. Soykırımcı TC Devleti’nin her emrine amade MİT’in Güney Kürdistan masası haline geldi. Bu yönleriyle de KDP’nin tüm imkanları, karakolları, askeri üsleri, örgüt kurumları MİT’in kontrolüne-denetimine girdi. Bu nedenle işgal ve soykırım saldırısında KDP Kürtlük adına elinde tuttuğu ne varsa hepsini reddetti ve bunun bir sonucu olarak da kaybetti.
Bu da önümüzdeki dönemde soykırım ve imha savaşının Güney Kürdistan’da alacağı biçimin bir ön habercisi olma gibi bir anlam ifade etti. KDP’nin bu durumu, giderek kendisini işgalci ve soykırımcı saldırılar içerisinde resmen ve doğrudan yer almasına kadar götürecektir. Bunu Xakurke’de başka yerlerde denedi. Dolayısıyla çatışmanın doğrudan bir tarafı haline gelme olasılığı oldukça fazla. Kendi başına siyaset belirleme gibi bir konumu söz konusu olsaydı belki daha farklı olabilirdi fakat öyle bir konumlarının olmadığı anlaşılıyor. O açıdan KDP, savaşın direkt bir tarafı olarak çatışmalar içerisinde rol alacak bir aktör durumuna gelebilir. Bunu; ondan TC istiyor. Çünkü TC, özgürlük gerillası karşısında dayanamıyor; yediği darbeler sonucunda geri çekilmeyi bile sağlayamaz bir hale gelmiş durumdadır. O nedenle de KDP’nin daha aktif bir biçimde yer almasını istemektedir. Böylece Güney Kürdistan’da işgal ve soykırım saldırılarının çok daha geniş alanlara yayılma olasılığı vardır. KDP ve TC Güney Kürdistan’da böylesi bir savaşı karşılayabilir mi? Bu tartışma götürür. Fakat kaybetme noktasına gelen bir gücün her şeyi göze alarak saldırma olasılığının da olduğunu hiçbir zaman akıllardan çıkarmamak gerekir. KDP de TC de böyle bir pozisyonda bulunuyor.
TC Ukrayna Savaşını Kendisi İçin Bir Fırsata Çevirmek İstemişti
TC içerisinde bulunduğu çözümsüzlükten kendini kurtarmak için Ukrayna savaşını fırsata dönüştürmek istemiş; çakal politikası gütmüştü. Fakat umduğunu bulamadı. İlk başta Ukrayna’ya İHA, SİHA vb. satarak silah ticareti yaparak çıkar sağlamaya çalıştı. Bu bir yere kadar sürdü. Ancak kazancı kadar, hatta ondan daha fazla kaybetmekten kendini kurtaramadı. Kaybettikleri neydi? Süren savaşta her iki tarafı birden idare ederek elde etmeye çalıştığı avantajları yitirmesi üzerinden kendisini gösterdi. NATO ve Rusya arasında bir denge kurmak isterken ikisiyle de karşı karşıya geldi. Bu, TC için büyük bir kayıp olmaktaydı. Hem Amerika hem de Rusya TC’yi sınırlandırdı. Kuzey Doğu Suriye’de ve Rojava’da bunun sonuçlarıyla karşılaştı. Yine Ukrayna savaşında Rusya’ya uygulanan bir ambargoyu delme çabaları uluslararası alanda tepkiyle karşılandı.
Ukrayna savaşı sadece Ukrayna ve Rusya arasında yaşanan bir savaş olmaktan öteye geçerek etkisi İskandinav ülkerinde yaşanır hale geldi. İskandinav ülkelerinin durumu bilinmektedir; Letonya ve Estonya ama ağırlıklı olarak Norveç, İsveç ve Finlandiya gibi ülkelerin uluslararası alanda kendilerine göre bir özgünlükleri vardı. Bunlar; Birinci Dünya Savaşından günümüze kadar da çatışmaların tarafı olmayan, yine sosyal refahın yüksek olduğu ekonomik yapılanmaya sahip ülkelerdi. Bununla birlikte farklı kültürlerin iç içe yaşadığı ülkeler olma özelliğine sahiptiler. Bir çok farklı kültüre sahip halk toplulukları bir arada farklı dilleri konuşuyorlar, birlikte kendi özgünlüklerini koruyarak ilişki, yaşam ve siyasal bir düzen oluşturmuşlardı. Siyasal yönetim ilişkileri de bunlar arasında bir düzen ve uyuma dikkat edilmekteydi. Yine kültürel, sosyal olarak geniş haklara sahip eğitim ve refah düzeyi yüksek bir yapıya sahiptiler. Dünyanın her tarafından da insanların gidip yaşamak istedikleri tercih sıralamasında başta gelen ülkeler arasında yer almaktaydılar. Bunlar bu devletlere belli bir statü de kazandırmıştı. Dolayısıyla Uluslararası sermayenin de yoğunlaştığı alanlar olma özelliğine sahiptiler; banka, sermaye vb. yatırım merkezleri olarak da bu konumlarını korumaktaydılar.
Bu devletler; iki kutuplu dünya sürecinde de taraf olmadıklarını söylüyorlar hem Sovyetlerle hem de ABD ile ilişkilerini sürdürüyorlardı; bugüne kadar varlıklarını korudular. Ancak Ukrayna savaşı ile birlikte daha fazla bu pozisyonlarını koruyamayacaklarını gördüler. Tercihlerini NATO’dan yana yaptılar ve üyelik talebinde bulundular. Bu yönü ile NATO, Ukrayna savaşından en karlı çıkan güç oldu. Ukrayna savaşından en fazla kim kazançlı çıktı denilirse; NATO’nun kazançlı çıktığını söylemek gerekir. Çünkü bugüne kadar NATO’ya üye olmayan Finlandiya, Norveç ve İsveç’in üyelik talepleri NATO’nun büyümesini sağladığı gibi Rusya etrafında oluşturmaya çalıştığı çemberin giderek daha fazla tamamlama olanağına kavuşmuş oldu. Bu da kendi başına NATO için büyük bir kazanç anlamına geldi.
TC bu kazancı kendi lehine çevirmek istedi. Kendisi NATO üyesidir. NATO’ya yeni bir devletin üyeliği için üye devletlerin oy birliği gerekmektedir. NATO üyesi herhangi bir devlet yeni üyelik için başvuran bir devletin üyeliğini veto edebilir. TC devleti veto hakkını kullanarak NATO’nun büyümesini kendisi için bir kazanç haline getirmek istedi. Norveç, İsveç, Finlandiya vb. devletlerle pazarlık yapmayı kendi çıkarına gördü. Onlardan çeşitli platformlarda; insan hakları, demokrasi, Kürt sorunu konusunda işledikleri savaş suçları ve hak gaspları karşısında sessiz kalarak kendirine onay vermelerini istedi. Yürüttüğü kirli savaşa Almanya nasıl destek veriyorsa; bu devletlerin de kendilerine doğrudan destek vermesini güvence, garanti altına almaya çalıştı. TC’nin bu tavrı uluslararası alanda büyük bir tepki de gördü. Erdoğan; “ahlaksız soyguncu”, “ahlaksız haydut” olarak tanımlandı. Dikkat edilirse bu ülkelerin NATO’ya başvurusu gündeme geldiği zaman TC devleti adına açıklamalar yapanlar ilk günler çok üst perdeden konuşuyorlardı. Giderek konuşmalarının perdesi düşmeye başladı. Bundan sonra daha fazla karşı karşıya gelebilirler. En son İsveç devlet yetkilileri “Türk devleti Kürt sorununu demokratik yollardan kendisi çözsün” dedi. Böylesi bir tutum da oluştu. Bu durum TC’nin hesaplarının büyük oranda tutmayacağı yönünde belli ipuçları vermektedir.
TC Kendine Verilenden de Fazlasını İstiyor
Bununla birlikte bu devletlerin TC’ye karşı tavır alacaklarını beklemek de doğru değildir. Çünkü bunların TC’ye vermiş oldukları belli destekler vardır ve bunu sürdürmeye devam edeceklerdir. Fakat TC onlardan daha fazlasını istemektedir. Bu devletlerin PKK’yi “terör örgütleri listesine” almış olmalarıyla yetinmemektedir. PYD’nin de bu listelere dahil edilmesini, Rojava işgaline izin verilmesini onlardan istemektedir. Gerçek niyeti, amacı burada ortaya çıkıyor. Zaten PKK’ye karşı bu ülkelerin tutumları bellidir. Bugüne kadar nasıl bir tutum belirlemişlerse o tutumda ısrar ediyorlar. Bu konuda geri adım atmaları söz konusu değil. Bu konuda TC’ye güç ve destek veriyorlar ama TC bunu yeterli görmüyor; “Rojavayı da Güney Kürdistan’ı da işgal edeceğim, bana destek verin” diyor. Asıl olarak da önünde gördüğü bu engeli aşmaya çalışıyor.
TC için tehlike oluşturan ve farklı sonuçlar ortaya çıkarabilecek ikinci bir şey de şudur; Rusya askerlerini Ukrayna’ya çekmeye çalışıyor. Bu konuda tartışmalar yürütüyor. TC “Rusya güçlerini Suriye’den çekecek, belli bir boşluk oluşacak” diyerek bu boşluğu doldurmak için kollarını sıvayarak bunu kendisi için bir fırsata dönüştürmek istiyor. Erdoğan’ın en son yapmış olduğu açıklamalar aslında Rusya’nın o eğilimi ortaya çıktığında “bu boşluğu ben dolduracağım” iddiasıdır ya da “fırsat oluştu hemen harekete geçelim” biçiminde bir yaklaşımdır. Bunu yaparken de Rusya’nın sessiz kalacağını düşünmekte ve ABD’nin de kendisine yeşil ışık yakacağını düşünmekteydi. ABD’ye “ben; İsveç, Norveç ve Finlandiya’nın NATO’ya üyeliğini kabul ederim, sen bana bu işler için izin ver” dedi. Rusya’ya da “Ukrayna ile içerisine girdiğin savaşta sıkıştın, sana nefes borusu olabilirim, o açıdan bana imkan tanı” şeklinde bir yaklaşım gösterdi. Ama bu tutmadı, neden? Çünkü; Rusya, İran ve Suriye ile birliktedir. Orayı boşaltsa da İran’a ve Suriye’ye bırakacaktır, tercihi de bu yöndedir. Bu da TC’nin, İran ile Suriye’nin doğrudan karşı karşıya gelmesine neden olacaktır.
Bu, şu anlama geliyor; Ortadoğu üzerine iki bölgesel güç olan İran ve Türkiye çatışıyor. Bugüne kadar İran tavizler vererek TC ile karşı karşıya gelmemeye çalıştı. Ama TC İran’dan başlayarak Lübnan’ı, Akdeniz kıyılarını kendi doğal sınırları olarak görüyor. İran, öylesi bir yere TC’nin konumlanması, yerleşmesini kendi doğal sınırları olarak gördüğü yerlere yapılan müdahale olarak görecektir. Bu ise bir çatışma demektir. Aynı zamanda Suriye rejimi varlığının daha fazla etkisizleşmesi anlamına gelecektir. Bu da TC’nin İran’la birlikte Suriye rejimi ile askeri olarak doğrudan karşı karşıya gelmesi demektir. Şimdi böylesi bir olasılık da söz konusudur. TC bunu göze alabilir mi? Böyle bir olasılığı göze alsa da ABD ve Rusya kendisine yeşil ışık yakabilir mi? Buna dayanarak da Cerablus, El-Bab vb. ile başlatıp Efrin’le derinleştirdiği Serekani ve Gri Spi ile devam ettiği işgal ve ilhak saldırılarını yürütebilir mi?
TC açısından bunun o kadar kolay olmadığı açık. ABD yönetimi Trump döneminde buna izin vermişti. Fakat faturası ağır oldu. ABD’nin tekrardan böyle bir şeye Trump döneminde olduğu gibi doğrudan, açık onay vermesi o kadar kolay görünmemektedir. Böyle de olsa TC, ABD’nin açık olmayan bir tutum içerisine girmemesinden güç almaktan geri kalmadı. ABD yetkililerinin “TC’yi ikna edemedik, TC ısrar ediyor” vb. açıklamaları da bunun bir göstergesidir. O açıdan her ne kadar TC’nin istediği gibi sonuçlar ortaya çıkmasa da aslında nasıl ki Güney Kürdistan’da kaybetme anında her şeyi göze alarak harekete geçmesi söz konusu olabiliyorsa, Rojava Kürdistan’da da benzeri bir saldırıda bulunma olasılığı var.
Cemal ŞERİK
Kürdistan Stratejik Araştırmalar Merkezi