17 Haziran 2010 Perşembe Saat 07:20
0
21
TR
:” ”
:””
” “,” ”
” ”
Bir halk deyişidir. Doğru haber alınmak istendiğinde,
“Çocuktan al haberi olarak deyimlenir. Bir kez daha hem tüm çocuklara saygı
gereği, hem de gerçek haber kaynağına inmek için çocuk imgelemelerimi yeniden
yorumlamak durumundayım.
Komşumuz ailenin çocuğu Emin’in ‘İlmihal’ adlı kitabı
okumaya başladığını duyduğumda, İslam ve camiye olan ilgim artmıştı. Birkaç dua
ezberleme karşılığında imam Müslim’in hemen arkasında saflara sızmayı
başarmıştım. Daha sonra duyduğumda, Müslim’in, “Abdullah bu hızla giderse uçar
deyişini hiç unutmadım. Demek ki doğru giriş yapmıştım. Yine hala hatırımdadır
zeytin ağacının köküne sarılmış olarak, ilkokul arkadaşım olacak Aziz’e
(sonradan silik kadastro mühendisi ve tapu müdürü olduğunu duydum), okul ve
öğretmenin nasıl olabileceğini sormuş ve tartışmıştım. Bana daha çok canavar
(modern Leviathan) imgesi gibi gelmişti. Bunda da yanılmamıştım. Çünkü okul,
yeni tanrı ulus-devletin ezberletildiği yerdi. Çok sonraları Hegel felsefesinde
yeni tanrının ulus-devlet olarak yeryüzüne indiğini, Napolyon biçiminde
yürüyüşe geçtiğini okuduğumda ve bunun ilkokuldan itibaren rahip-öğretmenleri
tarafından çocuklara ezberletildiğini yorumlamaya başladığımda, çocukluğumdan
haberi doğru aldığımı fark ettim. Müslim’in cami tanrısı silikleşirken, Çorumlu
öğretmen Mehmet’in ilkokul tanrıcılığı yükselişe geçmişti. Bir de komşu Argıl
köyünün kamyon şoförü Haydar’ın arabasının farlarının ışığı yılda birkaç kez
şafak vaktinde çardak üzerinde yarı uykulu beklenti halindeyken gözlerime
vurduğunda, makinenin büyücülüğü, yarı-tanrı olarak imgelemime iyice sinmişti.
Yeni tanrının arabası söz konusuydu. Yine çok sonraları endüstriyalizmin yeni
Leviathan’ının en güçlü ayağı veya sıfatlarından biri olarak yorumlamaya
başladığımda, çocukluğumun hayallerinden bir kez daha doğru haber aldığıma
inandım.
Hemen burada şunu belirteyim ki, hiçbir tanrısallık
endüstriyalizm kadar canavarlaşmamıştır. Köyümüz Suriye hududuna yaklaşık elli
kilometre uzaklıktaydı. Hudut aydınlatma projektörleri ikide bir yıldırım şavkı
gibi kendini gözüme yansıttığında, devlet-tanrı karışımı bir imgenin oluştuğunu
üçüncü bir çocukluk haberim olarak hep anımsamaya çalışırım.
Türkiye Cumhuriyeti, ulus-devlet haline dönüştürülen
kapitalist modernitenin yarı-sömürge ülkelerde gelişen ilk örneklerinden
biridir. Türkiye Cumhuriyeti kuruluşunda Fransa Cumhuriyeti’nin izlerini taşır.
Onun gibi ilk başlarda demokrasi ve devlet olarak iç içedir. Tıpkı İran İslam
Cumhuriyeti, ilk İslam Medine Cumhuriyeti, hatta ilk SSCB gibi. Süreç içinde
kapitalist iktidar biçimi olarak demokratik öğeler budanıp yalınkat
ulus-devletlere dönüştürüldüler. Bu konuları ilgili bölümlerde daha kapsamlı
çözmeye ve tartışmaya çalışacağım. Belki de ilkidir. İlk örnekler hep dikkatle
yorumlamayı gerektirir. Cumhuriyet imgelemelerimi ayrı, uzun bir hikâye-roman
olarak anlatmak isterdim. Ancak tek cümleyle söylemek isterim ki, en güzide
Cumhuriyet Okulu olan Siyasal Bilgiler Fakültesi’ni (Mülkiye-Devlet Mektebi)
bitirme yılına girdiğimde, analitik ve duygusal zekâsı felç olmuş, hiçbir şeyi
duyumsayıp anlamayan, tam da yeni Leviathan’ın tenekeden yapılma ve onun sesini
vermeye zorlanan kara cahili haline geldiğimi, daha sonraki anlayışım olarak
belirtebilirim.
Köydeki eski dinin etkisini uzun yıllardan sonra özellikle
reel-sosyalizm mezhep okulundan ezberlediklerimle kırmayı başarmıştım. Şunu da
belirteyim ki, bu yıllarda korkunç bir septik (şüpheci) durumuna düşmüştüm.
Düşündükçe batıyor, adeta boğuluyordum. Çok sonraları gerek Türkiye Cumhuriyeti
kılığında, gerek Sovyet Reel Sosyalizmi kılığında kendini dayatanın modern
Leviathan olduğunu fark ettiğimde, biraz kendime gelmeye başladım. Bütün
dinlerin tanrısından daha korkunç modern dinin tanrısıyla (her tarafımı kuşatan
sayısız imge ve putlarıyla) karşı karşıya olduğumu, bunun doğuşunu ve egemen
hale gelişini anlamakla bu dinin bana göre olmayacağını, kendimi bu dine
kaptırmamayı ve saptırmamayı başardığım oranda özgür yaşam seçeneğimin
gelişebileceğini hissetmeye ve anlamaya başladım. İlk defa duygusal ve analitik
zihnim el ele vererek beni kendime getirdi. Bu satırlarla bu süreci yorumlamaya
çalışıyorum.
K. Marks ve F. Engels ‘bilimsel sosyalizmi’, yani kendi
sosyolojilerini yorumlarken “İngiliz ekonomi-politiği, Alman felsefesi ve
Fransız sosyalizminden bir sentez oluşturduk derler. Bu üç ekol, tüm Avrupa
yaşamına hükmetmeye çalışan modernitenin teorik çözümlemelerini geliştirmeye
çalışmaktadır. İngiliz ekonomi-politik ekolü, olup bitenin yeni ekonominin
zaferi olduğunu kanıtlamaya (veya yeni din olarak inandırmaya) çalışırken, Alman
felsefesi baş aktörün (tanrı-kralın yeni biçiminin) ulus-devlet olarak esas
alınması gerektiğini, Fransız sosyalizmi ise tüm toplum adına (uygarlık ve
demokrasinin birliği olarak) eski dinsel anlatımın geriye çekildiği
laik-pozitivist (sistemin yeni dini) toplumun zaferinin söz konusu olduğunu
teorikleştirmeye baş koyar.
16. yüzyıldan itibaren Arupa’da gelişen düşünce devriminin
temelinde kapitalist tekelin muazzam altüst edici etkisi vardır. Bu düşünce
devrimini tanımlamaya çalışırken, benzer birkaç tarihi örneği sık sık dile
getirmek gerekir. İlk örneğimiz Sümer rahip devletinin tapınağın (ziggurat) döl
yatağında doğmasına ilişkindir. Artık-ürün üzerinde devlet tipi örgütlenme
koşulları düşünce devrimiyle birlikte değerlendirilmektedir. Artık-ürün hangi
denetim aygıtıyla kapatılabilir? Temel meşrulaştırma araçları (toplumu yeni
düzene inandırma) nasıl geliştirilip düzenlenmelidir? Bulunan çareler devlet
örgütlenmesi ve tüm uygarlık dinlerinin ilk örneği olan yeni tanrıların inşa
edilmesidir. Çok radikal bir cevap üretilmiştir. Devlet ilk defa rahip-kral
olarak örgütlenmektedir. Ekonomi ilk defa devlet sosyalizmi olarak devletle iç
içe örgütlendirilip denetim altına alınmaktadır. Geleneksel hiyerarşik güçler
ise yeni gök, yer, hava, su, şehir tanrıları olarak inşa edilip
maskelenmektedir. İnsanın ilk köleleştirilmesi yaratılış destanında tanrıların
dışkısı olarak simgeleştirilmektedir. Tüm bu icatların yeri ise ziggurattır.
Tapınak olarak zigguratın en üst katı tanrı panteonu (tanrılar birliği,
hiyerarşik üst tabaka otoriteleri), onun altındaki kat rahip-kralın (sistem
yaratıcısı ilk yönetici hegemon) yeridir en alt kat ise artık-değer-ürün
üreten köleler ve zanaatkârlara ayrılmaktadır. Tapınak şehrin, devletin,
sınıfların ilk prototipi, döl yatağıdır derken, tüm uygarlık sistematiğinin
formülünü de belirlemiş oluyoruz. En son Avrupa modeline kadar hepsi bu örneğin
izini taşımaktadır. Onun için Sümer örneğine muhteşem orijinal kaynak demenin
doğru olduğunu savunuyorum. Hiçbir versiyon, türev orijinali kadar çekici ve
etkileyici olamaz diyorum.
İonya-Grek versiyonu üçüncüdür. Sümerlerin ikinci versiyonu,
Yukarı Mezopotamya kaynaklı Hurriler ve onlarla iç içe olan Hitit uygarlığıdır.
Greklerin farkı, klasik mitolojik söylemi aşıp felsefi tarzı inşa etmiş olmalarıdır.
Doğa ve toplum felsefesini inşa etmelerinin temel nedeni, ortaya çıkan ve daha
gelişmiş kent devletleşmelerini mitolojiyle izah etmenin inandırıcı değerinin
zayıflamasıdır. Her ne kadar alt tabakalarda mitolojik anlatımın meşrulaştırma
gücü devam ediyorsa da, somut yönetim sorunlarıyla boğuşanlar için daha ikna
edici bir söylem gittikçe kendini dayatan bir ihtiyaç haline geliyor. Sosyal
yaşam pratiği kentlerin yol açtığı problemler nedeniyle felsefi izah tarzını
gerektirmektedir. Fakat Zeus’la başlatılan Olympos tanrılar panteonu halen çok
etkilidir. Sokrates ilk kuşkucu yaklaşımlarını hayatıyla öderken, öğrencileri
taslak halindeki öğretisini felsefenin temel kaynağı haline getirmeyi
başarırlar. Özellikle Eflatun ve Aristo’ya felsefenin babaları demek yanlış
düşmez.
İbranileri Sümer ve Mısır mitolojisinden ilk tek tanrılı
dinsel anlatıma geçen kabile olarak tanımlamak mümkündür. Ayrı bir koldan
versiyonlaştırmadır. Birçok yan kolları da (Zerdüştizm, Yunan felsefesi başta
olmak üzere) katarak Musevilik, İsevilik ve Muhammedî türevleri doğururlar.
Avrupa’da 16. yüzyılda büyük bir hamle gücü kazanan yeni
maddi ve manevi kültür birikimleri, esas olarak bu tarihi orijin ve
versiyonlarına dayanır. Onlarsız düşünmek, tarihi Avrupa ile başlatmak, ancak
inandırıcı olamayacağı baştan belli olan yeni mitoloji ve din icat etmekle
olur. Pozitivizm, laiklik, liberalizm, hatta sosyalizm adı altında yapılan
düşünce inşa faaliyetleri her ne kadar yenilik taşısalar da, tarihsel ana
kaynağın derin etkisi altında oluşturuldular. Kavram ve içerikleri ezici
çoğunlukta önceki versiyonlarda geliştirilmiştir. Sadece Greko-Romen felsefe,
bilim, sanat ve hukukuna değil, Mısır ve Sümer mirasına dayanmadan Avrupa
Rönesans’ının, Reformasyon ve Aydınlanma döneminin izahı mümkün olamaz.
Avrupa’nın katkısı şüphesiz vardır. 16. yüzyılla birlikte
zaten meyvelerini vermeye başlar. Francis Bacon, Montaigne, Machiavelli,
Kopernik başta olmak üzere bilim, felsefe ve din karışımı anlatımları yeni
versiyonu belirlemektedir. Uygarlık sadece şehir, devlet, sınıf, tüccar, para
ve pazar sunmadı felsefe, din, bilim ve sanat da sundu. Avrupa kadim tarihin
maddi ve manevi kültürünü en çok alma ve kendi potasında laboratuar inceliği
içinde inceleyip sentezleştirme yeteneğine sahip olduğunu kanıtlamıştır. Bunu
Hint ve Çin uygarlığı başaramamıştır. Ortadoğu uygarlığı da son hamlesini yapma
gücünü gösterememiştir. Nedenlerine sık sık değindim.
Avrupa’nın uygarlık tarihinde yaptığı üçüncü büyük
versiyonudur derken, kısaca bu tarihi gerçekleri yeniden hatırlamak
öğreticidir.
Antony Giddens, Avrupa’nın katkılarını ‘süreksizlikler’
olarak kavramlaştırır. Bununla orijin belirlemeye çalışıyor. Şüphesiz Avrupa
uygarlığının orijinalleri vardır. Ama Giddens’in süreksizlikleri (kapitalizm,
ulus-devlet ve endüstriyalizm) kısmen kanıtlayıcıdır. Günümüz kapitalizmini
kurtarma anlamı taşıyan Giddens’in sosyolojisini ileriki bölümlerde
değerlendirmeye çalışacağım. Fakat açımladığı üç temel konu derinliğine
çözümlenmeyi gerektirir. Bu nedenle bağlantı kurmak önemlidir.
Yeniden Marksizm’in üç önemli kaynağına dönelim. Avrupa’nın
düşünce kaynaklarını toparlamak açısından üç ayrım anlamlıdır. Fakat üçü
arasındaki benzerliği yakalayamamıştır. Çünkü yakalasaydı kendisini de ele
verecekti. Marksizm de dahil, İngiliz ekonomi-politiği, Alman felsefesi ve
Fransız sosyalizmini ortak kılan Aydınlanma ideolojisidir. Esas çözümlenmesi
gereken bu ideolojidir. Dünyada hala çok etkili ve egemen olan bu ideolojidir.
Her ne kadar sosyoloji bilim olarak sunuluyorsa da, aynı ideolojinin çerçevesi
dışında herhangi bir yenilik içermemektedir. Yanılmıyorsam günümüz ABD’li ünlü
Sosyolog E. Wallestein, Marksizm de dahil Avrupa düşüncesini yorumlarken, şuna
benzer bir itiraf yapar: “Biz konuşurken, özgürlük ve sosyalizmi tartışırken,
korkarım ilahların gazabına uğrarız. Çünkü aynı zehirli kaynaktan içtik.
Bahsedilen düşünce, Aydınlanma ideolojisidir. Frankfurt Felsefe Okulu’nun güçlü
temsilcisi Adorno’nun meşhur itirafı ise, “Yanlış hayat doğru yaşanmaz
şeklinde bizzat kendisi tarafından deyimlenmiştir.
Nietzsche ve benzer ardılları Aydınlanma ideolojisini çok
daha açık eleştirirler. Nietzsche, Aydınlanmanın bütün kavramları dinden
alınmıştır der. Carl Schmitt siyaset felsefesinin tüm kavram ve varsayımlarının
dinsel kökünü aydınlatmıştır. Avrupa’nın kendi düşünce tarzından kuşkusunun
derinleştiğine ilişkin zengin bir literatür ve örnek kişilikler listesi vardır.
Uygarlığın Avrupa’daki hali çok karmaşık ve ürkütücüdür.
Sadece korkunç sömürgeci, emperyalist din ve ulus savaşlarıyla değil, ekonominin
kontrol altına alınıp yönlendirilmesiyle, iktidarı ve devletleştirilmesiyle de
tarihin hiçbir dönemiyle kıyaslanmaz büyüklüklere ulaşmıştır. Bu noktada birçok
‘süreksizliği’ inkâr edilemez. Hatta bazı açılardan kapitalizm, endüstriyalizm
ve ulus-devlet şüphesiz çok önemli ‘süreksizlikler’ arz eder.
Fakat başta Aydınlanma ideolojisi olmak üzere, tüm bu
anlatımlar Avrupa uygarlığının ‘süreksizliğini’ açıklamıyor. Bilinçlice olmasa
da, her din mensubunun kendi dini propagandasını yapmak durumunda kalması gibi,
son tahlilde bir din olarak benimsenip bağlılığını sunmada anlatım sahipleri
benzer konumdadır. İstisnaların her zaman mümkün olmasının genel yargıyı
bozmayıp doğruladığını hatırlatmak isterim. Kökleri tarihin derinliklerinde
olan, birkaç versiyondan geçmiş, kendi orijinleri olan çok karmaşık bir maddi
uygarlık ortamında oluşan Avrupa’nın düşünce yapısının dinsel metafizik
niteliği asla göz ardı edilmemelidir. Her din gibi, ifade ettiği maddi kültür
koşullarını savunmak ve ebedileştirmekle yükümlüdür. Tüm dünyaya yaymak
stratejik görevleridir. İlk rahiplerinden okul ve akademileriyle tüm resmi
üniversitelerine, ilkokuldan kışlaya, fabrikadan büyük alışveriş merkezlerine,
medyadan müzelerine, eski dinlerin kalıntılarına, hastaneden hapishanelerine, mezarlarına
kadar küresel ve yerel, özellikle ulusal çapta tüm toplumu zihniyet alanında
fethettiği gibi, politik iktidar teknikleri ve askeri zoruyla zırh gibi
sarmalamıştır. Tüm toplum “Demir kafese kapatılmıştır.
Dinler ve izlerini taşıyan düşünceler resmileştikçe
ideolojileşirler. İdeolojiler ise, somut olarak insan gruplarını ve çıkarlarını
savunan program ilkeleridir. Dünya çapında resmileşen Avrupa düşüncesi veya
dini artık bir ideolojidir. Uygarlık olarak üst tabakasını bütün gücüyle
savunmak, ebedileştirmek ve egemen kılmak zorundadır. Ayrıca yanlış
anlaşılmaması açısından bu eleştiriler sadece Avrupalı insana yapılmıyor
kendim, bölgem, dünyam dahil, fethedilmiş insanlığın tümüne yapılıyor.
Aydınlanma ideolojisinin neden bu kadar etkili olduğu yerinde
bir sorudur. En gelişmiş kozmopolit din niteliğindedir. Kendisinden önceki tüm
din mensuplarına seslenir. Ulusaldır ulus-devlete tapmayan bir ulusallık,
toplumsallık neredeyse düşünülmez kılınmıştır. Ulus-devletsiz insan dinsiz
insan durumuna sokulmuştur. En zayıf din durumundadır. Dolayısıyla kabullenmek
eski dinler kadar zor değildir. Bilimcilikle sürekli beslenmektedir. Maddi
yaşam tarzı bir nevi dinin ritüeli haline getirilmiştir. Manevi kültür
araçları, başta medya organları sürekli propagandasını yapmaktadır. Siyasi ve
ekonomik yaşam tam kontrolündedir. Küreselleşmiştir.
Bu genellemeleri yaparken, içinden çıkılmaz bir dünya imajı
yarattığımın farkındayım. Şunu hemen eklemek durumundayım ki, kendini böyle
sunan bir uygarlık, özgüveni kalmayan Roma İmparatorluğu’nun son dönemine
benzer. Ne kadar görkemli ve güçlü gözükse de, yıkıma uğrattığı tüm toplumun
içindeki çokluklarla çevrenin ekolojik savunması çoktandır mücadele halindedir.
Uygarlığın imparatorluklaşması kadar demokrasinin konfederasyonlaşması devam
ediyor.
A- Kapitalizm Ekonomi Değil İktidardır
Kapitalizmin ekonomi olmadığını düşünmek, en az Marks’ın Das
Kapital kitabı kadar sonuçları olması gereken bir düşüncedir. Burada açıklamaya
çalıştığım düşüncenin iktidar indirgemeciliğiyle ilişkisi olmadığını peşinen
belirtmeliyim. Ayrıca kapitalizmi ekonomi olarak devletle bağlantılandıran
düşünceyle de eleştirilmeyi kabul etmem. Kapitalizm, kapitalist ve kapitalist
ekonomi diye kavramlaştırılanın, ekonomiyi kontrol eden politik bir gücün,
kliğin oluşumundan bahsediyorum. Bu güç ilk defa 16. yüzyıl Avrupa’sında etkili
olmuş, Hollanda ve İngiltere’de bizzat bu adlarla bu ülkelerin esas politik
egemeni olmuştur. Ekonomiyi kullanması ekonomik olduğunu göstermez. Fernand
Braudel, denilebilir ki, bu gerçeği ilk fark eden değerli bir
sosyolog-tarihçidir. Fakat düşüncesini sistematize edememiştir. Hatta tüm
Avrupa düşüncesinin bir amentüsünü ne denli bozduğunu fark etse de pek
dillendirmemiştir. Belki de bu yönlü düşüncesini geliştirememiştir.
Kapitalizmin pazar karşıtı, tekel talanı ve dıştan dayatma olduğunu açıkça
söylemektedir. O zaman sormak gerekiyor: Bu dıştan kendini dayatan, pazara
karşıt ve ekonomi olmayan nedir? Bu soruya yanıt çok yetersizdir. Politik güç
müdür, din midir, düşünce okulu mudur?
Teorik düşüncenin çatallaştığı ilişki alanlarında pratik
gelişmeyi incelemek, irdelemek daha öğretici sonuçlar verebilir. Örneğimize
Venedik üzerinde irdelemeyle başlayalım. 13. yüzyılda Venedik’te büyük tüccar
bir grup vardır. Fakat bu grup aynı zamanda kentin yönetimine de egemendir.
Rakipleriyle savaşıyor. Deniz armadaları vardır. Yani askeri olan bir Venedik
de vardır. Ayrıca Rönesans’a hamilik yapıyor. Ekonomi ve toplum üzerinde
denetimi güçlüdür. Tüm bu ilişkilerin iç içe olduğu, bunda paranın bir zamk işlevi
gördüğü de rahatlıkla belirtilebilir. O zaman bu ilişkiler bütünlüğüne hangi
kavram yanıt verebilir? Açıklanabilecek hususlar olarak ekonomiyi büyük tüccar
adı verilen grupla denetlemekte ve artık-değerin önemli bir kısmını
sızdırmaktadır. Bunun için politik erkin ya kendisini ya da kontrolünü elinde
tutmaktadır. Zor uygulamak gerektiğinde ordu gücünü kullanabilmektedir.
Dikkat edilirse, aşağı yukarı aynı grubun komple bir
hareketi söz konusudur. Grubun içinden bazı isimler değişse de, en azından Venedik
çapında belirleyici konumda olan bir grup vardır. Tekrar bu grubu niteleyelim.
Tüccar tekelidir, devlettir, ordudur, bürokrasidir. Önde gelen kilise ve sanat
camiasının hamisidir. Devleti de aşan, ekonomiye kendini dıştan tekel gibi
dayatan, ama ekonomi olmayan, topluma devleti de aşan bir hegemonya dayatan bu
gruba iktidar yoğunluğu demek, bizzat iktidar olarak adlandırmak doğruluk payı
güçlü bir yorumdur. Eğer grubumuz tüm İtalya çapında etkili olsaydı, ona ulusal
iktidar diyecektik. Toplumun tüm kesimlerine kendisini yaysaydı, ulus-devlet
diyecektik. Ülke ekonomisini denetimine geçirseydi, ekonomik iktidar olarak
adlandıracaktık. Tüm Avrupa’ya, oradan dünyaya konumunu taşıracak olsaydı,
Avrupa ve dünya imparatorluğu diyecektik.
Bu varsayımlar temelinde 16. yüzyılın bugünkü Hollanda ve
İngiltere coğrafyasına bakalım. Belirleyici olay, Fransa ve İspanya Krallıkları
tarafından sürekli sıkıştırılmalarıdır. Bu krallıklar kendilerini imparatorluk
olarak ilan edip İngiltere ve Hollanda’yı da kendi eyaletleri haline getirmek
istemektedirler. Hâlbuki bu iki ülkenin kral ve prensi siyasi bağımsızlıklarını
korumak ve geliştirmek istemektedir. Bunun için şiddetle güce ihtiyaçları
vardır. Aksi halde yutulmaları an meselesidir. İhtiyaç duyulan güç siyasi,
askeri, parasal ve entelektüeldir. Düşünür ve sanatkârları davet ediyorlar.
Descartes, Spinoza, Erasmus oradalar. Yahudi sarraflar para sahibi olarak oraya
akın ediyorlar. Yeni bir ordunun temeli atılıyor. Bu profesyonel, talim,
disiplin ve tekniği yeni olan bir ordudur. Toplumsal dayanışma ve destek için
özgürlüğe önem veriyorlar. İç siyasi çatışmaları gideriyorlar. En önemlisi de,
Avrupa çapında verimli olan bir ekonomik beceri sağlıyorlar. Tüm bu etkenleri
bir arada düşündüğümüzde, Hollanda ve İngiltere rakiplerine karşı kendilerini
güçlü savunuyorlar. Hatta yüzyılın sonlarında kendilerini hegemon kılma şansını
yakalıyorlar. Gelişmelerin pratikteki ana çizgisinin böyle olduğunu az çok
bilgisi olanlar kabul edecektir.
O zaman sorularımızı yeniden soralım. Tüm bu iç içe ve
birbiriyle bağlantılı ilişki ağlarına ne ad verelim? Nasıl bir sistem olarak
tanımlayalım? Tüm bu gelişmeyi yeni bir ekonomik yaratıcı sınıf mı sağladı?
Ortada verimli kılınmış bir ekonomi vardır. Kimdir bunu yaratanlar? Binbir
çeşit zanaatkâr, çiftçi, işçi, küçük tüccar, dükkâncı, pazar ve dolaşımı
hızlandıran para ve senetler. En önemlisi, bu ekonomik verimlilik artık-değeri
büyütüyor. Kim aslan payını alıyor? Herhalde ekonomiyi para ve siyasi-askeri
güçle denetleyenler. Çünkü para olmazsa satış olmaz. O olmazsa verim durur.
Ordu ve siyasi güç olmazsa işgal görür, o zaman yine verim düşer. Demek ki
belirleyicilikte para ve türevlerinin etkileri olmakla birlikte, ekonomiyi
ancak kontrol düzeyine getirmek ve karşılığında da büyüyen artık-değeri gasp
etmek için bu denetimi sürdürüyorlar. Bunlar muhtemelen siyasi ve askeri erkle
sıkı ilişki içinde olan kesimlerdir. Prensin ve kralın ordunun başı olduğu,
paraya da çok ihtiyaçları olduğu, dolayısıyla artık-değer toplayanlarla ya aynı
gruptan ya da yoğun ilişkiler içinde oldukları yüksek bir ihtimaldir. Bu arada
sanat ve fikir hareketleriyle de aralarını iyi tutuyorlar. Avrupa’da özgürlüğe
önem veren kral ve prens olarak tanınma işlerine geliyor. Rakiplerindeki
muhalefet hareketlerini de desteklemekten geri kalmıyorlar. Bir kez daha
soralım: Bu komple hareketi nasıl kavramlaştırabiliriz? Ekonomiktir desek,
ortada gerçek ekonomiyle uğraşan bir kişi bile yoktur. Olanlar artık-değeri ele
geçirenlerdir. Bunlar kimlerdir? Kendilerini dıştan ekonomiye dayatanlar.
Para-değeri dolaşımda hızlandırarak parayı çoğaltanlar. Devlete borç olarak
aktaranlar. Karşılılığında belki de devlete ortak olanlar.
Görüyoruz ki, kapitalizm, kapitalist ve kapitalist ekonomi
dediğimiz dolaylı olarak ekonomiyi denetleyenler, ama esas olarak içinde yer
almayanlar oluyor. Esas uğraşları ne bunların? İktidar tekeliyle ilgililer.
Ekonomik tekellerini iktidar tekelleriyle birleştiriyorlar. Savaşıyorlar
ülkede savaşı kazandıklarında ülke içinde güçleri artıyor. Bu daha çok
artık-değer demektir. Dışa doğru savaş kazandıklarında, bu sömürge kazanımı ve
hegemonya demektir. Bu gelişme ise tekel talanı demektir.
İngiltere ve Hollanda örneğini zamana ve mekâna
yaydığımızda, gelişmeler daha somutluk kazanıyor. Aralarındaki ittifakı önce
Avrupa’daki hegemonyaları için kullanırlar. 16. yüzyıl sonlarında İspanya
İmparatorluğunun boyunduruğu kırılmış ve Avrupa çapında imparatorluk emelleri
ölümcül bir darbe yemiştir. 17. yüzyılın sonlarında Fransa monarşisi de
yenilgiye uğratılmış ve Avrupa üzerindeki hegemonik emelleri ağır darbe
almıştır. Avusturya karşısında Prusya Almanya’sını destekleyerek, Habsburg
sülalesiyle Avrupa üzerindeki imparatorluk düşlerine de ölümcül darbe
vurulmuştur. Son Otuz Yıl Savaşlarıyla din savaşı çağına son verilmiş, 1649
Westphalia Anlaşmasıyla kendi çizgilerinde ulusal devletler dengesine dayalı
sistemin temelini atmışlardır. Fransa’nın 1789 Devrimiyle buna cevabı, Napolyon
şahsında stratejik hegemonya kaybıyla sonuçlanmıştır. Aynı dönemlerde
sömürgeler savaşı da kazanılıp, 19. yüzyıla endüstri devrimiyle girilmiştir.
Endüstri devrimi İngiliz hegemonyacılığını kesinleştirmiş, kendisine dünya
imparatorluğunun yolunu açmıştır. Prusya’nın şahsında geç uyanan Alman devi,
1870’te Fransa’ya karşı kazandığı zaferden sonra, Avrupa ve Dünya hegemonu
olmak için iki dünya savaşıyla iki defa ağır yenilgiye uğratılmıştır. İkinci
İngiltere olarak ABD iki dünya savaşından da kazançlı çıkmış ve İkinci Cihan
Harbinden beri yeni Dünya hegemonik gücü olmuştur. Almanya’nın rolünü
tekrarlamak isteyen Rusya Sovyet İmparatorluğu hegemonya savaşından yenik
çıkmıştır. Artık Dünya İmparatorluğuna oynayan bir ABD var ki, çöküşü
engellemek için bir nevi savunma savaşıyla ömrünü uzatma peşindedir.
İktidarın ana doğrultusu böyledir. Uruk sitesinden başlayan
iktidar nehri, akışına binlerce yan kol alarak, ABD’nin Newyork kenti
yakınlarında artık okyanus sularında kaybolmaktadır. Başka dolaşacağı kıyı
olarak Çin’in Okyanus kıyıları düşünülmektedir ki, şimdilik bunun varsayımı
yapılmaktadır. Oraya varması ihtimali, varmaması ihtimalinden düşüktür.
Uygarlık toplumunun çözülme şansı daha yüksek bir ihtimaldir. Dünya çapında dev
boyutlara varan toplumsal ve çevresel sorunlar, demokratik toplumların devreye
girmelerini ve kendi uygarlıklarını inşa etmelerini öncelikli olasılıklardan
biri haline getirmiştir. Eski devlet sistemlerinden kalma imparatorluk kültü
yerine, demokrasilerin konfederatif birliğinin küresel sorunlarla baş etme
şansı daha yüksektir.
Bu varsayımlar kapitalizmi yerli yerine oturtmak için
yapılmaktadır. Ufuk turu gibi bir şeydir. Uygarlık ana nehrinin İngiltere ve
Hollanda durağı derin bir girdap yaptıktan sonra devam ediyor. Yeni bir hız ve
renk kazanarak. Girdabla birlikte ana nehre katılan süreksizlerin uygarlığın
sonraki akışına yeni bir renk ve hız verdikleri açıkça belirtilebilir.
Geleneksel devletin ulus-devlet olarak yeni versiyonu, yine neolitik devrimden
sonra en büyük ekonomik devrim olarak endüstrisi, iki çok güçlü akarsudur.
Geleneksel uygarlığı hızlandıran ve renklendiren de bu iki etkendir.
Yine sürekli sorduğum soru devreye giriyor. Kapitalizm
nerede? Kapitalizm ulus-devlet ve endüstrinin neresinde? Bu soruları ekonomik içerik
açısından soruyorum. Cevabını çok sıkı aramama rağmen ekonomi içinde
bulamıyorum. Biçiminde tekrarlıyorum.
Belki tuhaf karşılanabilir, ama bana göre ekonominin gerçek
sahibi, tüm işgal ve sömürgeleştirme çabalarına rağmen kadındır. Ekonomiyi
sosyolojik açıdan anlamlı değerlendirmek istiyorsak, en doğru yaklaşım, mademki
çocuğu karnında beslemekten tutalım, en zor doğum sonrası ayakta durabilecek
hale getirinceye kadar kadın besliyor, evin besleme zanaatkârı da kadındır o
halde en temel güç kadındır. Cevabım gerçeğe daha saygılı sosyolojik bir
cevaptır. Biyolojiyle bağını da kesin göz önünde bulundurarak. Kaldı ki, tarım
devrimindeki rolü ve milyonlarca yıl bitki toplayıcılığıyla, halen sadece ev
içinde değil, ekonomik yaşamın birçok alanında çarkı döndüren kadındır.
Bilimlerin temelini atma onurunu taşıyan Antik Yunanlıların ekonomiye ev
yasası, kadın yasası olarak ad koymaları da bu gerçeği binlerce yıl önce tespit
etmiştir.
İkinci sırada şüphesiz uygarlık güçlerinin baş sanat olarak
belledikleri artık-ürün ve artık-değer gaspı için sürekli ve acımasız
yöntemlerle hep denetim altında çalıştırdıkları köle, serf ve işçi
kategorisinde yer alanlar vardır. Üçüncü sırada biraz daha özgür her tür
zanaatkâr, küçük tüccar, dükkancı ve küçük arazi sahibi çiftçiler gelir.
Bunlara sanatkâr, mimar, mühendis, doktor vb. serbest meslek erbabını da dahil
etmekle tabloyu aşağı yukarı tamamlamış oluruz. Ekonomik çarkı tarih boyunca
çeviren toplumsal grup veya sınıfların bunlar olduğu tartışmasızdır. Yine
aralarında kapitalist, senyör, ağa, efendi yoktur. Bunlar çok açık ki, ekonomik
güçler değil, insan ve emeği üzerine her tür sömürüyü, işgali, sömürgeciliği ve
asimilasyonu dıştan ve tekelci olarak dayatan işgalci, sömürücü, sömürgeci ve
asimilasyoncu güçlerdir. Dıştan dayatmacı ve ekonomi olmayan sadece kapitalist
değildir. Büyük tüccar, sanayici ve bankacı olarak kapitalistten başka senyör,
efendi, politikacı, asker ve uygarlıkçı entelektüel de ekonomik olmayan,
ekonomiye dıştan kendilerini dayatan güçlerdir.
B- Kapitalizmin Ekonomi Olmadığına İlişkin Veriler
Kapitalizmin sadece ekonomi olmadığına, daha da vahimi
ekonomi karşıtlığı olduğuna ilişkin de eldeki veriler çarpıcıdır.
1- Ekonomik krizler. Kapitalizmi bir ekonomik sistem olarak
kanıtlama çabasındaki ‘pozitivist-bilimci’ rahip takımı, krizler sorununu da
yanlış algılamakta ve algılatmaktadır. Ekonomik krizlerin tek bir izahı vardır.
O da ekonominin can düşmanı, karşıtlığı kimliğinde yatmaktadır. Bazen fazla
üretimden kaynaklanan krizler diye bir tanım geliştirilmektedir. Bir yandan
dünyanın büyük kısmı açlıktan kırılacak, diğer yandan üretim fazlası bulunacak!
Kapitalizmin ekonomi karşıtlığı en çok bu tür bilinçli olarak yaratılmış
bunalımlarda kanıtlanmaktadır. Nedeni de gayet açıktır: Tekel kârı. Yok pahasına
ürettiği emekçi güçlere bırakılan paylar alım gücüne yetmeyince, sözde
bunalımlar ortaya çıkıyor. Daha doğrusu, çıkarılmış oluyor. Bu durumda hangi
sahte rahip, daha doğrusu sözde ekonomist imdada yetişiyor? Keynes! Ne diyor?
Harcamaları devlet arttırsın. Nasıl? Emekçilerin alım gücünü yükselterek! Oyun
bütün iğrençliğiyle nasıl ortaya çıkıyor? Bir yandan cebini boşaltacaksın,
diğer yandan elinle diğer cebini dolduracaksın! Bu, bal gibi emekçileri ve tüm
uygarlık dışı toplumu ölümü gösterip sıtmaya razı etme politikasıdır. Çok açık
ki, politik bir ilişkiyle karşı karşıyayız. Uygarlığa karşı demokratik güçlerin
eylemi bastırılmak istendiğinde önce aç bırakılır. Sonra yalvartılarak
karınları doyurulur. En eski savaş taktikleriyle karşı karşıyayız: Bir halkı, bir
şehri teslim almak istiyorsan, önce ablukaya alacak, aç bırakacaksın! Sonra
teslim olma karşılığında karnını doyuracaksın!
Kapitalizmin sahte bunalım teorisinin gerçek özünün bu
olduğunu yüzlerce örnekle kanıtlayabilirim. Sadece meşhur 1930 bunalımını çözümlersek,
tüm mantığı sökmüş oluruz. Bu dönemde neler oluyor? İngiltere’nin hegemonyasını
kabul etmeyen Sovyetler Birliği kalıcı ve başarılı bir rejim haline geliyor.
Hem de kapitalist adı verilen dünyayı tehdit ederek. Avrupa içinde ağır
şartlarla teslimiyet antlaşması dayatılan Almanlar ve bağlaşıkları sağı ve
soluyla direniş halindedir. Çin, Mao önderliğinde büyük bir köylü
başkaldırısını yönetiyor. Anadolu başta olmak üzere, İngiliz hegemonyacılığına
karşı sömürge ve yarı sömürge ülkeler ulusal diriliş mücadelesiyle dünya
çapında başkaldırmaktadır. İngiliz dünya hegemonyacılığının bunlara verdiği
yanıt, 1929-30 bilinçli bunalımıdır. Bir yandan dağ gibi yığılmış mallar, diğer
yandan açlıktan kırılan halklar, emekçiler. İngiliz Keynes’in ilacı her şeyi açığa
vuruyor: Dünya emekçilerine ve halklarına kırıntılar kabilinden ayakta kalma
şansı. Sözde sosyal devlet politikaları. Sonucu ne olmuştur bu ‘kapitalist
sosyal devlet politikalarının’? Ekim Sovyet İhtilali ile başlayan dünya
demokratik toplumunun, uygarlığın yeni hegemon gücü karşısında adım adım
geriletilmesi, çarpıtılması, asimile edilmesi 1990’larda Sovyet sisteminin çok
önceden başlatılan (1930’larda Stalin’in antidemokratik politikaları, yani
diktatörlüğü: Niçin? 1929-30 bunalımının etkisini bertaraf etmek için. Kim
bertaraf oldu? Stalin ve ekibi, Sovyet ekonomisi) içten çökertilme
politikalarıyla resmen ortadan kaldırılmasının ilanı. Ulusal kurtuluş
devletlerinin sosyal içeriğinden (demokratik devrim ve toplum içeriğinden)
boşaltılarak hegemon kapitalist sisteme entegre edilmesi. Tüm bunalımların ana
amacının bu olduğu, bilinçli devlet politikalarıyla hegemonik sistemin
varlığının sürdürülmesiyle amaca erişildiği, en azından kritik bir aşamanın
geride bırakıldığı.
2- Kıtlığa dayalı krizleri de aynı kategoride
değerlendirebiliriz. Bilinçli mal üretiminden vazgeçilmesi veya hastalık ve
afetler karşısında insanların çaresizliğinden medet umulması. Mevcut teknik ve
donanımlarla ciddi bir açlık ve kitlevi hastalıklar düşünülemez. Amaç hegemonik
sistemin varlık sorunu olduğunda bu yapay bunalım türüne başvurulmakta,
hastalık ve afetler koz olarak kullanılmaktadır. Bir kez daha ‘kapitalist
ekonomi ve toplumu’ denilen aygıtın resmi hegemonik uygar güçle bağlantısını
netçe görüp yorumlayabiliyoruz. Metot aynıdır: Aç bırak, hastalığını ve felaket
halini kullan! Hem de kurtarıcı melek ve hatta tanrısı olduğunu kanıtlamış
olursun. Kulların sana bol bol şükretsin!
3- Kapitalizmin sadece ekonomi karşıtlığı değil, toplum
karşıtlığı olduğunu da iyi anlamak gerekir. Teorik olarak toplumun bütün olarak
kapitalistleşemeyeceğini, bunun imkânsız olduğunu çok önceden Roza Luxemburg
kanıtlamaya çalışmıştır. Bence ince teorilere pek gerek yoktur. Herkes, her
toplum, işçi ve kapitalist olarak ikiye bölünse, kâr amacıyla satacak mal
üretemezsin! Kaba örnek: Yüz işçinin çalıştırıldığı bir fabrika varsayalım. Yüz
araba üretebilsinler. Toplum da bir kapitalist fazlasıyla 1+100 kişiden oluşsun
(Çünkü toplum sadece işçi ve kapitalistlerden oluşmaktadır. Saf kapitalist
toplum denilen olay budur. Tabii Marksistlerin en azından bir kısmının büyük
yanlışı). Yüz arabayı elden çıkaralım ki kâr gelsin. Yüz işçi ücretleri ile
arabaları aldılar. Geriye patrona ne kaldı? ‘0’ (sıfır). Demek ki, daimi olarak
kapitalistleştirilmeyen, benim sistem analizimle ‘uygarlık karşıtı demokratik
toplum’ her zaman var olmalı ki, uygarlık toplumu sürdürülebilsin. Yeni hegemon
güç olarak ‘kapitalist uygarlık’ da diğerleri gibi ancak demokratik toplum
karşıtlığı, eylem zamanlarında daha da azgınlaşarak demokratik toplum
düşmanlığı temelinde var olabilir: Ya savaşlarla ya barışlarla. Tüm uygarlık
tarihinde olduğu gibi, kapitalist uygarlık tarihinde de bu anlatımı
doğrulayacak sayılamayacak kadar çok olay ve savaşlar vardır.
4- İşsizlik. Kapitalizm sistem olarak artık-değerden kâr
oranını yüksek tutmak için daima bir yedek işsizler ordusunu devrede tutmak
zorundadır. Hatta yoksa yaratmak zorundadır. İşsizlik bilinçli yaratılan
süreçtir. En sıradan canlı hayvan ve bitkiler işe yararken, insan gibi bir
varlık nasıl işsiz bırakılarak yararsız kılınsın? Örneğin işsiz karınca
olabilir mi? Karınca bile işsiz olamıyorsa, insan gibi gelişmiş bir varlık
nasıl işsiz olsun? Evrende işsizlik kavramına yer yoktur. Ancak analitik
zekânın sapık bir ürünü olarak, toplumsal yaşamın en vahşi eylemi olarak
işsizlik yapay olarak yaratılmakta ve canlı tutulmaktadır. Kapitalist sistemin
ekonomik yaşama karşı en amansız düşmanlığını hiçbir olay ‘işsizlik’ kadar
açığa çıkaramaz. En ağır eleştirdiğimiz firavun rejiminde bile ‘işsiz köle’ kavramına
yer yoktur. Nasıl ki işsiz firavun olmaz ise, işsiz köle de kavram olarak bile
düşünülemez. Bir kölenin her zaman değeri ve işi olmuştur. Sadece kapitalizmde
işsizlik, yani amansız ekonomi düşmanlığı vardır.
5- Kapitalizm ekonomik tekniğin de düşmanıdır. Mevcut bilim
ve teknik düzeyi, adına ister ‘refah toplumu’ ister ‘cennetteki toplum’
diyelim, herhangi bir toplumun rahatlıkla hem siyasi sistem olarak demokratik
toplum biçiminde varlığını sürdürebilecek, hem de ekonomik olarak sorunlarını
çözebilecek bir tarzda gelişmiş bulunmaktadır. İnsan ihtiyaçlarına bu bilim ve
teknik düzeyin optimum (en verimli tarzda) uygulanmasına kapitalist sistemin
‘kâr yasası’ engel koymaktadır. Kâr yasası olmazsa, sadece insanın beslenme
ihtiyaçlarına göre düzenlenmiş bir ekonomiye, mevcut bilim ve teknik düzeyi
rahatlıkla gerekli her çözümü bulabilecek kapasitededir. Bu kapasite hiçbir
zaman tam kullandırılmamakta bilakis sürekli krizler, işsizlik, toplumsal
şişkinlikler yaratılarak kapitalist uygarlık sürdürülmek istenmektedir. Demek
ki kapitalizm sadece ekonomi düşmanlığı değil, ekonomiyi optimal düzeyde
gerçekleştirebilecek bilim ve tekniğin de düşmanıdır.
6- Kapitalizm ekonominin en temel ilkesi olan ahlakın, moral
değerlerin de düşmanıdır. İnsanlık ancak ahlaki ilkeyle ekonomik ihtiyaçlarını
düzenleyebilir. Aksi halde örneğin karıncalar gibi çoğalabilir ki, buna on tane
dünya gibi gezegen bile yetmez. Ahlak olmazsa ‘aslan toplumuna’ dönüşebilir ki,
geriye yenilecek sığır, hayvan kalmaz. O zaman aslana da dünya kalmaz. Yani
kapitalizm sınırlandırılıp durdurulamazsa, ya toplumu ‘karıncalar toplumuna’
dönüştürerek yıkımın eşiğine getirecek (örneğin Çin ve Japonya’nın durumu), ya
da ‘aslanlar toplumu’ durumuna getirecektir (örnek ABD toplumu). Her toplum
ABD, Çin ve Japonya gibi olursa, insan toplumunun sürdürülebilirlik şansının
gittikçe azalacağı açıktır. Burada kapitalizm esasta ahlaki ilkeyi sözde
‘kapitalist ekonomiye’ kurban etmiştir. Bir dönem çocuklar, kız çocukları da
fazlalıktır diye kurban edilirdi. Varsa ancak böyle bir ahlakla insan kurban
edilerek toplum sürdürülebilir. Nitekim tüm kapitalist damgalı savaşlara ‘insan
kurban etme ayinleri’ olarak bakarsak, nasıl bir ‘kapitalist ekonomi ilkesi’ ya
da ahlaksızlığıyla karşı karşıya olduğumuzu anlarız. Yalnız toplumun iç sosyal
dokularını tahrip etmiyor bu ahlaksızlık. Çevreyi, doğayı da ilk defa hükmü
altına alarak, büyük bir katliam sürdürerek sadece insan yaşamını değil, tüm
canlı yaşamı da tehdit edecek boyuta varıyor. Bundan daha büyük ahlaksızlık ve
canlı düşmanlığı olabilir mi?
7- Kapitalizm ekonominin ana gücü, yaratıcısı kadının da
düşmanıdır. Tüm çözümlememiz kadının toplumsal yaşamdaki yerinin, ekonomik
değerinin birincil düzeyde ve yüksek seviyede olduğunu kanıtlamaktadır. Tüm
uygarlık tarihinde olduğu gibi, en acımasız dönemini kapitalist uygarlık
aşamasında yaşamaya başlayan ‘ekonomisiz kılınmış kadın’ gerçeği, en çarpıcı ve
derinlikli toplum çelişkisi haline gelmiştir. Kadın nüfusu ezici olarak işsiz
bırakılmıştır. Ev işleri en zor işler olduğu halde, beş metelik değer
etmemektedir. Çocuk doğurma ve yetiştirme hayatın en zor işi olduğu halde,
sadece değer etmemekle kalmamakta, giderek başa bela olarak düşünülmektedir.
Hem ucuz, işsiz, çocuk doğurma ve binbir zahmetle büyütme makinesi, hem
ücretsiz ve hatta suçludur! Kadın uygarlık tarihi boyunca toplumun zemin katına
yerleştirilmiştir. Ama hiçbir toplum kapitalizmin yürüttüğü ve çok sistemli
hale getirdiği istismarı geliştirme gücünde olamamıştır. Bu sefer kadın sadece
zemin katta değil, tüm katlarda eşitsizliğin, özgürlüksüzlüğün,
demokrasisizliğin nesnesidir! Daha da vahimi, tarihin hiçbir dönemiyle
kıyaslanamayacak şiddette ve yoğunlukta cinsiyetçi toplum iktidarını insanın en
mahrem organlarına kadar şartlandırıp çoğaltarak, kadını bir seks endüstrisine
dönüştürerek, işkenceyi toplumun tüm katmanlarına yayarak, ‘erkek egemen
toplumu’ kapitalist uygarlık döneminde azamiye çıkartarak, ‘ekonomostan’,
ekonominin yaratıcısı özneden intikam alırcasına kadın ve ekonomi düşmanlığını
her yerde ve her zamanında kanıtlamaktadır!
8- Kapitalizm, ekonomiyi en son küresel aşamasında zirveye
çıkarttığı ‘borsa, kur ve faiz’ piyasası denilen para-kâğıt oyununa çevirerek
düşmanlığını, gerçek ekonomiyle ilgisizliğini fazlasıyla ve tüm toplumun gözüne
sokarcasına kanıtlamaktadır. Tarihin yine hiçbir döneminde ekonomi bu tür kâğıt
oyunlarına, sanal bir sisteme dönüştürülmemiştir. Ekonomi toplumların en hassas
dokusu olarak değerlendirilmiş, hep kutsallık atfedilecek düzeyde (kutsallık
kelimesinin kaynağı Sümer toplumuna kadar gitmekte ve gıda kavramıyla
bağlantılandırılmaktadır) değerlendirilmiştir. Beslenme en öncelikli sorun
olarak görülüp çözümlenmeye çalışılmıştır. Bütün dinlerde ekonomik güvenceye
dayalı bir izah yanı vardır. Bayramlar ekonomik bolluk veya en azından kriz
olmaktan çıktığı dönemlerin anısına düzenlenmektedir. K. Marks’ın haklı olduğu
bir nokta olarak, toplumun tüm alanlarını etkileyecek özelliklerin toplam
ifadesi olacak kadar önemli olan ekonomi, duygusal ve analitik zihnin yoğunluk
alanı olmaktan çıkarılıp para-kâğıt oyunlarına bağlanarak, analitik-spekülatif
zihniyetin en sorumsuz, gerçek yaşamdan kopuk alanına dönüştürülerek gerçek
niteliğini ortaya koymaktadır. Hiçbir emek harcamadan, kur, faiz ve senet
fiyatlarıyla oynayarak, küresel çapta saatlik süreler içinde milyarlarca Dolar
(küresel para) el değiştirmektedir. İnsanlığın yarısı açlık ve yoksulluk
sınırlarında gezinirken, bu tür değer transferleri kadar ekonomiye zıtlığı
yansıtacak bir sistemi tasavvur etmek zordur. Kapitalizm, finans çağı da denilen
son evresinde, sadece bu yüzüyle bile ne kadar gereksiz, ekonomi dışı ve
düşmanca sistem olduğunu gayet iyi kanıtlamaktadır.
9- Kapitalizm ekonominin en temel iki alanı olan üretim ve
tüketime el atıp kontrol altına alarak, toplumların gerçek besin, giyim,
barınma ve dolaşım ihtiyaçlarıyla ilgisi bulunmayan, sadece kârını maksimize
etmeyi hedefleyen politikalara ağırlık vererek ve daha önce belirttiğimiz gibi
üretim ve tüketim krizleri yaratarak yapılarını kökten bozmaktadır. İnsanlık
emeğinin gerçek üretim ve tüketim yapılarıyla ilişkisi bulunmayan veya önceliği
olmayan, bilakis büyük sakıncalar içeren nükleer silahlar başta olmak üzere
korkunç boyutlarda silahlanma, çok kâr getirdiği için çevreyi felakete götüren
karbon kökenli enerji kaynaklarına yatırım, genetiği değiştirilmiş tarım, uzay
teknolojisi, kara, deniz ve hava ulaşım hatlarına çok pahalı olmak kadar yol
açtığı kirlilik bilindiği halde büyük yatırımlar, moda çılgınlığının sonucu
olan aynı tür malın yüzlerce versiyonu için hesapsız yatırımlar sadece birkaç
örnek olarak sunulabilir. Bir yandan çılgınca ve gereksiz alanlarda dağ gibi
yığılan eşyaların pazarsızlıktan tüketim niteliğini yitirip çürümeye terk
edilmesi, diğer yandan tüketim gücü olamamaktan kaynaklanan açlık ve
hastalıktan kırılmalar. İşsizlik orduları! Tarihte hiçbir savaşın, doğal
felaketin insan toplumuna yapamadığı kötülüğü ve düşmanlığı kapitalizm denilen
ekonomik biçim hem de ekonominin can damarlarına basarak, sıkıştırarak,
kopartarak, suni damarlar takarak gerçekleştirmektedir.
Bir uygarlık aşaması olarak kapitalizme ilişkin bu
saydığımız dokuz başlık şüphesiz ciltler dolusu kanıtlamalı çözümleme
gerektirmektedir. Yapmaya çalıştığım savunma düzeyinde tez belirleme olduğu
için, böyle kısa anlatımları tercih ettim. Sonuç bölümüyle bundan sonraki iki
başlık altında açımlama başka yönleriyle devam edecektir.
Kürt Halk Önderi Sayın Abdullah Öcalan’ın “Demokratik
Uygarlık Manifestosu
Kürdistan Stratejik
Araştırmalar Merkezi
www.navendalekolin.com – www.lekolin.org – www.lekolin.net –
www.lekolin.info