Ekim ayının başından beri Devlet Bahçeli’nin inisiyatifiyle geliştiği söylenen yeni bir tartışma sürecinin içerisindeyiz. 2014 aralık ayında kararı alınan ve 2015 baharından itibaren uygulamaya geçen Çöktürme Planı ve ardından yaşanan şiddetli 10 yıllık topyekûn savaş sürecindeki üslup ve söylemin değiştiği izlenimi yaratan söylemler deyim yerindeyse herkeste bir kafa karışıklığına sebep oldu. Başta yine vatanın beka sorunu, dış güçlerin ve planlarının boşa çıkarılması, yine sözde terör sorununun köklü çözümü gibi alışıldık sözlerle açığa çıkan bu söylemler, Önder Apo’nun meclise gelmesi, umut hakkından faydalandırılması gibi ezber bozan bir hal almaya başladı.
Neticesinde 23 Ekim günü Önder Apo ile bir görüşme gerçekleştirildi. İmralı direnişine vakıf olan herkesin de bildiği çıplak bir gerçeği Önder Apo tek bir cümleyle ifade etti. “Tecrid durumu devam ediyor!” Buna rağmen demokratik barışçıl bir çözüm için koşullar oluşturulması durumunda rol alabileceğini söylemesi ve Kürdistan Özgürlük Hareketi yetkililerinin Önder Apo’nun geliştireceği bu girişimi destekleyeceklerini açıklamasıyla yine Kürt tarafından bir inisiyatif alınacağı yorumları yapılmaya başlandı.
Tabii ki Önder Apo’nun “koşullar oluşturulursa” söylemi, topun devlet ve iktidar güçleri tarafında olduğunu da bizlere gösterdi. Geçmişte de sıkça gördüğümüz üzere önümüzdeki sürecin nasıl bir karakter kazanacağı konusunda AKP-MHP hükümeti ve devlet güçlerinin yürüteceği politikalar etkili olacak. Yani barışın tesisi konusunda koşulları sonuna kadar zorlayan Kürt Özgürlük Hareketi’nin ilgili ve sorumlu taraflara bir hamle yapma şansını vermesine rağmen bunu kullanıp kullanmayacakları halen net değil.
Bu gelişmeleri herkes yeni bir çözüm süreci şeklinde iyimser bir tarzda ele alıp tartışmaya başlasa da, AKP-MHP’nin kayyım girişimleri, yine ABD seçimlerinde Trump’ın ikinci kez başkan seçilmesi ardından Erdoğan tarafından yapılan açıklamalarla aslında durumun hiç de göründüğü gibi olmadığı ortaya çıktı. Aslında Erdoğan ve Bahçeli’nin konuşmalarının satır aralarına baktığımızda niyetlerinin klasik inkar-imha siyasetinden çok da değişik olmadığını görebiliriz. Bu anlamıyla umutlanmak için aslında çok da neden bulamıyor insan. Mevcut iktidarın ve devlet aklının bu barışçıl çözüm şansına yaklaşımının ne olacağı halen belirsiz.
Pek tabii ki ben de gerçek barışın savaşanlar tarafından yapılabileceği tespitine katılıyorum. Savaşın acısını yaşamayanların barışı kurma işinde sonuç alıcı olamayacaklarını hepimiz biliyoruz. Yani eğer gerçekten bir barışçıl çözüm gelişecekse bunun tarafları da bellidir. Tabii doğru bir yaklaşım sergilenirse ki aslında bunun emareleri maalesef çok az.
Hem bin yıllardır her türlü iktidarın kendisini Ortadoğu’da kalıcı kılma çabasında temel durak olarak gördüğü Kürdistan’da savaş genlere işlemiş bir gerçekliğe tekabül ediyor. Belki de bu nedenle çağımızda en güçlü barış savunucusu halk olarak Kürtler bölge ve dünyada öncülük yapıyor. Gerçek ve onurlu barışın yolunu, ilkelerini, ölçülerini oluşturmaya çabalıyor. Savaşı iliklerine dek yaşayan Kürtler yaşadığı acıları sonsuza dek gidermek ve yürütülen mücadelelerde verilen bedelleri telafi edebilmek, en azından bunlara yenilerinin katılmasına engel olmak için örgütlülüğü ve yaratıcı yöntemleriyle barış mücadelesinde ısrar ediyor.
Fakat biçilen anlam ne olursa olsun savaş tek taraflı yürüyen bir olgu değil. En az iki tarafı olan bir olgu savaş. Bu nedenle bir taraf ne kadar barışta ısrar ederse etsin diğer tarafın da bu noktaya getirilmesini mecbur kılıyor.
Fakat Türk devleti kendisi açısından en hayati ve gelecek tayin edecek konularda dahi kendi iradesiyle hareket edemiyor. Öfke patlamaları, mantıksız açıklamalar, çelişkili ruh ve düşünce dünyası, konjonktürel ve pragmatist siyaset, bağımlı ruh halinin dışa yansımasından başka bir şey değil.
Önder Apo aslında bunu da daha önce çok net bir şekilde ifade etmişti. “…Türklük ne kendi adına savaşabilir ne de barışabilir. Kapitalist modernitenin ona biçtiği rol Türk halkı da dâhil tüm Ortadoğu halklarını kapitalist sistemin baskı ve sömürüsüne açık hale getirilmesinde kaba bir jandarma rolü oynatmak, bekçilik ve gardiyanlık yaptırmaktır.”
Türk devlet iktidarı acaba bu bekçilik rolünün hilafına bir girişim sahibi olabilir mi? Bu halen cevabı belirsiz bir soru. Ve şahsi görüşüm öyle olmadığı yönünde. Yani ben halen tüm iyi niyet çabalarına rağmen Türk devletinin barışma iradesini gösterebileceğini sanmıyorum. Hele hele Üçüncü Dünya Savaşı gibi çok katmanlı ve karmaşık bir süreçte Ortadoğu’da çok köklü ve radikal değişimleri gerektiren bir inisiyatif alabileceğini hiç sanmıyorum. Kuruluşundan günümüze dek hakim dünya hegemon güçleriyle ilişki ve ittifaklarıyla ayakta kalabilmiş bir iktidar erkinin tam da ateşin ortasındayken sistemsel bir değişiklik yapması gerçekten çok zor. İmkansız değil ama mevcut yönetimin bunu yürütebilecek bir iradesi olduğunu düşünmüyorum.
Zaten kuzey, güney ve batı Kürdistan’da yürüttüğü saldırılar da bu düşünceyi doğruluyor. Eski MİT başkanı ve şimdilerin dış işleri bakanı Fidan’ın görüşme trafiği ve söylemleri, yine Trump yönetimine şimdiden sunulan Kürtleri imha teklifleri aslında planlarını net bir şekilde ortaya koyuyor. Bunların hepsini aslında Kürt inkar ve imhasının yüz yıldır sürdürülmesinde suç ortaklığı yaptığı Irak, Suriye ve İran ulus devletleriyle yeniden bir ortak payda yakalama çabaları olarak görmek gerekiyor. ABD, İngiltere ve İsrail tarafından klasik ulus devlet ve çok masraflı ve çelişkili ticaret ve enerji hatlarına alternatif olarak öngörülen yeni Ortadoğu düzleminde bu ülkelerin eskisi gibi yer alamayacağı açık. Yani bir nevi ya değişirsiniz ya değiştiririz restine karşı Türk iktidarının statükocu güçlerle ortaklaşabileceği tek konu olan Kürtlerin inkar ve imhası siyaseti üzerinden bir yakınlaşma yaratılmaya çalışılıyor.
Ama onuncu yılını dolduran çöktürme planının başarısızlığı tüm güçler tarafından görülüyor. NATO destekli on yıllık savaşta tüm teknik donanım ve üstün saldırı gücüne rağmen Kürdistan gerillasına karşı başarı elde edememesi aslında tek kullanışlı kozunu; kapitalist hegemon güçlerin ileri karakol bekçiliği pozisyonunu da kaybetmesine neden oluyor. Bir de Kürtlerin Rojava devrimi ve DAIŞ karşısındaki zaferleriyle artık bölgede temel bir aktör olması durumunu bu tabloya eklediğimizde hesaplarının istediği gibi yürümeyeceğini görmek gayet tabii mümkün.
Bu nedenle AKP-MHP ikilisinin Ekim başında startını verdiği bu yeni girişimin ne olduğu ve nereye ulaşacağı konusunda şimdiden kesin yargılara gitmemek gerekir. Öncelikle pratik adımlara ve bunlardaki ısrara bakılmaksızın bir gelecek tahayyülünde bulunmak pek tabii bizi yüzyılları kaybedebilecek bir zemine kaydırabilir.
Ama dediğim gibi, ayrıntılara vakıf değiliz ve Önder Apo’nun sözlerini direkt dinlemedikçe, perspektiflerini almadıkça sadece Türk devlet tarafından gelen sözlerle süreci doğru yorumlayamayız.
Sinan CUDİ