Kadın katliamları ve şiddet hızından bir şey kaybetmeden hatta her gün biraz daha katlanarak devam ediyor. En son Nisan ayı bilançosu 34 kadının katledildiği ve 24 kadının şiddete maruz bırakılarak katledilmek üzere uygulamalara maruz kaldığına yönelik paylaşılmıştı. Bir o kadar da Mayıs ayı bilançosu var tabi. Şimdi bu konuda çok yazıyor, anlatıyor, değerlendiriyor her kes ve her kesim. Ama çözüm noktasında eksiklikler yaşadığımızı düşünüyorum ben. Beni bu düşünceye iten duygunun başında aynı şeylerin sürekli olarak farklı biçimlerde tekrarlanması gelmekte. Yani demek istediğim sorunlarımız, yaşadıklarımız, karşılaştıklarımız, görüp duyduklarımız üç aşağı beş yukarı hep aynı. Nedenlerini soruyorum tabi bir kadın olarak kendime. Neden kadın olarak yaşadığımız bu katliam, şiddet, taciz, tecavüz olayları karşısında mücadelemizde bir adım ileri gitmiyoruz ki hızlı ve keskin sonuçlar alalım.
Kadın katliamına, kırımına sebep olan olaylar zincirine bakacak olursak mesela daha yaratıcı ve sonuç alıcı yöntemler geliştirmek mümkün diye düşünüyor insan. Özellikle kadının savunma mekanizmasını oluşturması bu dönemde ve yaşanan gerçeklikler karşısında hayati olmaktadır. Kadın çocuk doğurup doğurmama kararını kendisi vermiyor, veremiyor mesela. Kiminle hayatını paylaşacağına karar veremiyor örneğin. Yaşamı nasıl yaşayacağına, kiminle nasıl yaşayacağına ilişkin karar gücü, iradesi yok. Aslında en doğal hakkı olan yaşamı, hayatı bile yaşayıp yaşamayacağı konusu bile kendisinin iradesiyle gelişen bir durum değildir. Ben olayın, konunun daha doğrusu, bu sorunların sadece kadın sorunu olmadığını aslında toplumsal sorunların en derin bir biçimde kadın yoluyla bu biçimde dışa vurduğunu düşünmekteyim. Yanılıyor da olabilirim tabi.
Bir ayda 34 kadın katliamı ne demek, 24 kadının katledilmek istenmesi ve şiddete maruz bırakılması ne demek. Ve insan hakları, insan hukuku, demokrasi ve bunun gibi sadece söylemde var olan birçok kavramın yer edindiği bir ülkede yaşanıyor bütün bunlar. Ve hukuk sessiz kalıyor, adalet sessiz kalıyor bütün bu yaşananlar karşısında. İnsanlık, toplum sessiz kalıyor katliam, kırım, tecavüz karşısında. Burada soramadan edemiyor insan bütün bunlar insanlığın tükenmesi, toplumun en zirvede yaşadığı yozlaşma değilde nedir. Sizler nasıl tabir edersiniz bilmiyorum ama ben toplumsal çürümenin, yozlaşmanın en zirvede yaşandığı biçiminde yorumluyorum.
Yozlaşma kavramını günümüz toplumsallığı açısından birçok boyutta değerlendirebiliriz. Cinsler arası ilişkilerden tutalım toplumsal değerlerin ayaklar altına alınmasına insan yaşamının değersizleşmesine kadar. Yozlaşmanın da sebepleri vardır her şeyden önce özel savaş mekanizması olarak işleyen medya ve kullandığı dil şiddetin artmasına ve yozlaşmanın derinleşmesine büyük hizmet etmektedir. Yine insan haklarını savunmak, adaleti oluşturup korumak için oluşturulan yasaların özel savaş sisteminin, devletinin hizmetinde iş görmesindedir. Ve tabi ki devletin, iktidarın teşvik etmesi, dayanak oluşturması en temel nedenleri oluşturmaktadır. Kız çocuklarına karşı geliştirilen taciz, tecavüz suçunu çocukları bu suçlularla evlendirerek suçu normalleştirmeye çalışmak en az tecavüz etmek kadar büyük suçtur, günahtır. Devletimizin yüksek adaleti bunu suçu işliyor bu günaha giriyor.
Küçük yaşta kız çocuklarının evlendirilmesi, kız çocuklarına, genç kızlara ve kadınlara cinsel taciz veya tecavüz girişimleri neden azalmıyor da her gün her hafta her ay her yıl katlanarak çoğalıyor. Çünkü iktidar toplumun gündeminin bu olmasını istiyor. Devlet, siyaset suçu özellikle de kadın katliamını, şiddeti, tecavüzü meşrulaştırıyor siyasetini bunun üzerinden oluşturuyor. Bu ülkenin akademisyeni Prof. Dr. bir adam çıkıp 12-17 yaş arası kadının çocuk doğurmak için en uygun yaş olduğunu söylüyor. Bir baba kendi kanından, canından bir parça olan kızına el uzatıyor, kızına tecavüz ediyor, annesi olayı çok önceden bilmesine rağmen çaresiz bir şey yapamıyor uyarmak bak bir daha yapma demek dışında. Toplumun manevi anlamda öncüleri olması gereken din âlimleri din bilginleri geçinenler her an kadın kırımının fetvalarını vermekten geri durmuyorlar. Her gün kadını daha fazla nasıl eve kapatırız, daha fazla nasıl erkeğin faydalanmasını sağlarız, nasıl daha fazla kullanıma pazarlarız üzerinden kafa yormaktalar. Ve yakın zamanda yaşanmış farklı birçok olaydan örnekler verebiliriz daha ama gerek yok. Olayları değerlendirmekten ya da dillendirmekten ziyade ki buda gereklidir gereksiz olarak görmüyorum tabi ama ihtiyacımız olan çözüm odaklı düşünmek olmalı geliyor bana.
Bir kadın olarak bulunduğum yerden bu yaşadığımız dünyayı anlamaya kavramaya çalışıyorum tabi. Karmaşık duygular içerisinde bir yandan büyük bir öfke, kimi zaman utanç içerisinde izliyoruz, bakıyoruz, kendimizce bazı çözümler de geliştiriyoruz. Ama ilaç olmuyor, köklü çözüm geliştirmiyor. Benim kanaatimce köklü çözümü ancak kadın olarak öz savunma sistemini geliştirir ve bu anlamda kendimizi donatırsak, örgütlersek geliştirebiliriz. Kadın savunma komünleri olmalıdır mesela. Kadınların bu tür olaylar karşısında eylem timleri oluşturulmalıdır. Mantığım şiddete karşı şiddet değil tabi ama ilk etapta yapılması gereken olarak ön gördüğüm kadınların bir savunma mekanizması olursa sistem ve sistem kafalı erkek bu abimiz, babamız, hocamız, profesörümüz, aydınımız olsun kendilerine biraz durup düşünme payı bırakabilirler. Bu konuda kadınlar olarak biraz kafa yoralım bence. Öz savunmayı yaşamın her alanında nasıl geliştiririzi biraz tartışalım. Sistemin özel savaş alanına dönüştürerek kullandığı bütün alanları bizler de kullanalım. Medyasından, siyasetine, adaletinden aklımıza gelebilecek her alanı öz savunma kalkanı haline nasıl getirebiliriz, sistemin özel savaşa dönüştürdüğü bütün yaşamsal alanları kadınlar sisteme karşı ne kadar etkili kullanabiliriz üzerinden tartışalım biraz.
Solin Bahar
Kürdistan Stratejik Araştırmalar Merkezi