26 Ekim 2011 Çarşamba Saat 08:54
Özgür insan doğasının en temel özelliği, tarihini seçebilmesi ve tarihle yaşamayı bilmesidir. Tarih varoluşun, gerçekleşen sürecin yorumudur. Ne kadar farklı varoluşlar varsa o kadar tarih de olacaktır. Ama tarihsel farklılık, tarihsel birliğin olmadığı anlamına gelmez. Birlik olmadan farklılık anlam ifade etmez. Farklılıklar birliğe bağlı olarak olur. Mühim olan, birliği neyin temsil edeceğidir. İnsan türü söz konusu olduğunda, şüphesiz zekâ ve araç kullanma yetenekleri birliğe esas kılınabilir. Çünkü bunlar olmaksızın aralarında hiçbir fark yoktur. Bazen devlet, bazen demokrasi, ahlaki ve politik boyutlar, zihniyet biçimleri, ekonominin durumu farklı birlik temelleridir. Önemli olan, hangi farklılıkların hangi birlik temelinde geliştiğini tespit etmektir.
Demokratik uygarlığın temel birliği olarak ahlaki ve politik toplumu esas aldık. Anlaşılırlığı için tanımını ve yöntemini belirlemeye çalıştık. Şimdi de kısaca tarihsel gelişiminin taslağını çizelim:
a- Toplumsal doğa yaşamının yüzde 98’ine yakınının klan toplumu dediğimiz 25-30 kişilik birimler halinde süregeldiğini bilmekteyiz. Klanı toplumun kök hücresi olarak tanımlayabiliriz. Klan toplumu süreç içinde oluşan aile, kabile, aşiret, kavim ve ulus toplumunun tümünde hücre farklılaşmasına benzer biçimde yaşamını halen sürdürmektedir. Klan ister işaret dili, ister simgesel dil halinde bulunsun, temel toplumsal doğa tanımımıza göre ahlaki ve politik bir toplumdur. Elbette klanda çok basit bir ahlak ve politika vardır. Önemli olan var olmasıdır. Basitlik önemi ortadan kaldırmaz. Tersine önemin önemini kanıtlar. Hatta denilebilir ki, ahlak en güçlü ifadesini klan toplumunda yaşar. Adeta içgüdüselin ifadesi rolündedir. Ona (ahlaka) göre yaşamak varoluşun olmazsa olmaz koşuludur. Ahlakını yitiren klan dağılmış, dağıtılmış veya yok edilmiş klandır. Basit kurallarla ifadesi ancak yaşamsallığına yorumlanabilir. Kıyaslamak açısından denilebilir ki, günümüzde hukuk kuralları sıkça çiğnendiği halde topluma bir şey olmaz. Belki de hukukun tutuculuğu nedeniyle bu çiğneme daha olumlu bir rol bile oynayabilir. Klanda ise, kural bozulması topluluğun sonudur.
Politika için de aynı özellik belirtilebilir. Klanın toplayıcılık ve avcılık gibi çok basit iki işi vardır. Şüphesiz tüm klan üyeleri kendileri için hayati olan toplayıcılık ve avcılık üzerinde belki de bin kez tartışarak, danışarak, deney alışverişi yaparak, bazı üyelerini görevlendirerek en iyi, verimli biçimde toplayıcılık ve avcılık politikalarını oluşturup uygulamaya çalışmışlardır. Aksi halde yine yaşam mümkün olamazdı. Neyin nasıl toplanıp yenileceği en temel politikaydı, yani ortak işti (Politika ortak iş olarak tanımlanır). O halde klan toplumu çok basit, ama hayati bir politik topluluktu. Bir gün politika yapmazsa ölürdü. Politika bu nedenle çok hayati bir doku işlevselliğine sahiptir. Belki de diğer tüm özellikleri öteki primatlarla (insana yakın hayvanlar) benzerdi. Yegâne önemli farkları, basit ahlaki ve politik dokuyu geliştirmiş olmalarıdır. Araçlar bile ancak politika olduğunda devreye girer. Dilin gelişimi bile ancak ahlaki ve politik temelde mümkündür. Konuşma ihtiyacını hızlandıran unsurun işin yapılmasına ilişkin tartışma ve karar olduğunu hiç unutmamalıyız. Burada beslenme ihtiyacı ahlak ve politikanın temelinde yatar demek bana anlamsız gelmektedir. Şüphesiz tek hücreli amiplerin de beslenme ihtiyacı vardır. Ama amiplerin ahlakı ve politikasından bahsedemeyiz. İnsanın amipten farkı, beslenme ihtiyacını farklı ahlaki ve politik yaklaşımlarla sürekli geliştirme özelliğidir. Bu anlamda Marksist öğretideki “Ekonomi her şeyi belirler ifadesi pek açıklayıcı değildir. Önemli olan, ekonominin nasıl belirlendiğidir. İnsan türünde bu durum ahlaki ve politik dokuyu, toplumsal alanı gerektirir.
Klan toplumunu bu temel özelliği nedeniyle demokratik uygarlık sistem tarihinin baş ve başlangıç köşesine oturtabiliriz. Sistem tarihi bu yönüyle insanlığın ömrünün yüzde 98’lik kısmına sahip kılınmaktadır. Ayrıca klan varlığını, belirttiğimiz gibi halen aile, kabile, aşiret, kavim, ulus, uluslararası topluluk ve hatta ulus-üstü topluluklarda ana hücre olarak sürdürmektedir.
Dördüncü buzul döneminin yaklaşık yirmi bin yıl önce çözülmesiyle Zağros-Toros sisteminde en muhteşem biçimiyle oluşan mezolitik (yaklaşık bundan 15000-12000 yıl önceki ara dönem) ve neolitik toplum (12000’den bugüne) klan toplumundan daha gelişkindiler. Ellerindeki araçlar ve yerleşme düzenleri gelişmişti. Nitekim ilk tarım ve köy devrimi bu süreçte oluştu. Zağros-Toros sistemi başat olmakla birlikte, insan topluluklarının yaşadığı birçok Afro-Avrasya mekânlarında da (Benim yorumum, bu gelişme Zağros-Toros neolitik toplumunun yayılmasıyla oluşmuştur) benzer toplumsal oluşumlar başlar. Toplumsal doğanın tarihinde muhteşem bir çağdır bu dönem. Simgesel dilin halen kullanılan ana biçimlerinin oluşumundan tarım devrimine (tohumların bilinçlice ekilip biçilmesi, hayvanların evcilleştirilmesi), köylerin oluşumundan ticaretin kökenine, anacıl aileden kabile ve aşiret örgütlenmesine kadar birçok gelişim bu tarihsel aşamaya denk düşer. Şüphesiz bu dönemin Yeni Taş adıyla anılması, gelişkin taş araçların varlığına işaret eder. İnsan zekâsının açılımı da muhteşemdir. Bugüne kadar damgasını vuran tüm araç ve gereçlerin kullanım esasları icat edilmiş gibidir. Tarihin ikinci uzun süreli dönemidir. Kalan yüzde iki’den biri bu döneme aittir. Toplum yine esasta ahlaki ve politik toplumdur. Henüz hukuk ve devlet yoktur. İktidar tanınmamaktadır. Ana’ya kutsallık atfedilmekte, kadın tanrıça imgesi yükseltilmektedir. Kutsal tapınak ve mezar dönemine geçilmiştir. Ölüleriyle aynı mekânda iç içe yaşayacak kadar tarihsel yaşarlardı. Halen kalıntılar bu gerçeği adeta gözümüze sokmaktadır. İlkel değil gerçek, hakiki insanlarla karşı karşıyayız.
Demokratik uygarlık tarihinin ikinci ana dönemi böyle çizilebilir. Saf demokratik uygarlık değerleriyle temsil edilir bu dönem. Ahlaki ve politik toplumun simgesel dil ve aklın gelişimiyle köy ve kabile çapında demokrasiyi en görkemli biçimde yaşaması belki bazı düşüncelerce yadırganabilir. Ama gerçek böyledir. Ahlaki ve politik olanın en saf demokrasi olduğu dönemdir. Artı-ürün olanakları artınca, bu durum toplumun üzerinde önce hiyerarşik güçlerin, daha sonra kent merkezli uygarlık güçlerinin sistematik baskı ve sömürüsüne yol açacaktır.
b- Yazılı tarih denen uygarlık anlatıları (her tür mitolojik, dinsel, bilimcil anlatım), tarihi yaratıcının emriyle başlatır. Bahsedilen tarih yaklaşık son beş bin yıllık tarihtir. Sosyolojik çözümlemeyi derinleştirdiğimde ve benzer yaklaşımlarla pekiştirdiğimde, bu tarihsel tasarıların ideolojik kökeninin kesinlikle baskı ve sömürüyü kutsallaştırmaya dayandığını belirtebilirim. Bugünün sözde bilimsel ekonomi-politiği de dahil, yapılan iş, toplumun gelişen emek niteliğiyle sağladığı artık-değer, hatta toplumun yaşam değerleri üzerine kurulu bir ideoloji geliştirmektir. Gerçeğin gizlenmesi için çok büyük ideolojik çaba ve zor kullanıldığı anlaşılmaktadır. Kent-sınıf-devlet inşası aynı zamanda büyük ideolojik inşaların dönemidir. Temel işlevleri yaratılışı, oluşumu farklı göstermek, tanrısallık imgesi içinde rahibin, güçlü adamın, yöneticinin başarısı olarak yansıtmaktır.
Demokratik uygarlık tarihi öncelikle bu ideolojik perde ve barajlamaları aşmak durumundadır. Ancak o zaman sadece aileyi, tarım-köy toplumunu, kabile ve aşiret yapılanmalarını değil, kent-sınıf-devleti, daha önce kurulan ve halen sürüp giden hiyerarşik iktidarı, ilk kadın sömürgeleşmesini de daha iyi anlayabiliriz. Paradigma değişikliği bu anlam gücünü çok geliştirecektir.
Şüphesiz kent-sınıf-devlet üçlüsü olarak farklılaşan uygarlık şebekesi halindeki tekelci sermaye toplulukları dışında, onunla çelişkili de olsa, demokratik uygarlık yeni bir aşama halinde devam etmektedir.
Kent ile kır arasında çelişki oluşmuştur. Fakat kent ve kırın birbirini bütünleme eğilimi daha ağır basmaktadır. Demokratik uygarlığın kent uzantıları (köleler, zanaatkârlar, kadınlar) olmakla birlikte, kentin de kır uzantıları bulunmaktadır. Özellikle güçlenmiş bulunan hiyerarşik yapı, kent-devlet yönetiminin kırdaki işbirlikçileridir. Çelişki ve çatışma aslında maddi çıkarları farklılaşmış bu iki toplumsal blok arasında geçmektedir. Komünal, ahlaki ve politik toplum güçlerini ifade eden demokratik uygarlıkla kentte köle işçiliği, kırda kabile ve köy talanları ve ganimetleri üzerine kurulu sermaye ve devlet tekelli uygarlık arasında şiddetli ideolojik, askeri ve idari çatışmaların varlığı yoğun olarak gözlemlenmektedir. Ayrıca kent yönetimlerinin kendi aralarında da sürekli pay kapma savaşları vardır. Sümer destanlarındaki kent ağıtları, ezgiler çatışmaların ne denli şiddetli geçtiğini hissettirmektedir. Kabile ve aşiret yapılanmalarının büyük oranda kent kökenli uygarlık saldırıları altında şekillendiğini belirtmek mümkündür. M.Ö. 4000-3000’lerde varlığına tanık olunan etnik yapılanmalar bu dönemin ürünü olsa gerekir. Sümerler ve Mısırlıların bunlara ad taktıklarını biliyoruz. Sümerler kuzey ve kuzeydoğusundakilere Uryan, Aryen (tepe, dağ ve toprak, çiftçi kökenliler), batıdakilere Amorit (Semitik kökenliler, Sümerleşmemiş proto-Araplar), Gutiler, Kassitler derken, Mısırlılar Sina Çölünden gelenlere Apiru (Çölden gelen tozlu insanlar) demekteydi. İbrani isminin de Apiru’dan türediği kabul edilmektedir. Kentlerin ve kulelerin etrafında surların örülmesi, karşı toplumun varlığını en iyi belirleyen kanıtlardır.
Toplumun sınıf temelli uygarlığı kolay kabul etmediği çatışmaların şiddetinden yeterince anlaşılmak-tadır. Bazen köy ve hatta uygarlık merkezlerinin toptan yakılmaları (Arkeolojik kayıtlar bu konuda çok örnek vermektedir) izlenmektedir. Mezopotamya çok katlı höyüklerin defalarca yakılmış yerleşim mer-kezleriyle doludur. Bu dönemden kalma mitoloji ve edebiyat, ağırlıklı olarak bu gerçekleri yansıtmakta-dır. Homeros’un İlyada’sı üçüncü dereceden bir versiyon olarak, bu Mezopotamya kökenli destan gele-neğini yansıtmaktadır. Hesiodos ise benzer bir versiyon yaparak, Sümer tanrı panteonu’nu Olympos panteonuna dönüştürmüştür. Savaşların krallar şahsında tanrıların savaşı oldukları, dönemin tüm destan geleneğinde mevcuttur. Tanrı-kralların özdeşliği çok belirgindir. Firavun ve Nemrut unvanları bu özdeşliğin çarpıcı örnek ifadeleridir. Savaşlardan beklenen köy toplumlarının ekonomik talanı ve esirleştirme iken, kabilelere karşı da benzer seferler söz konusudur: Esir ve ganimet eşyalar. Uygarlıklar ayrıca birbirlerini de talan ve esir etmeyi temel kazanç kapısı saymaktaydılar. Uzlaşma ve ihtilafların maddi çıkara dayalı yapıları günümüze kadar devam etmiştir. Her şey “Kim daha büyüktür? hesabına dayanmaktaydı. Gökteki tanrı birliğinin esas olarak yerdeki en büyük krallığın imgesel hali olarak tasavvur edildiği çok açıktır. Osmanlı sultanlarının bile kendilerini Zilullah (Tanrının yeryüzündeki gölgesi) olarak adlandırmaları bu gerçeği kanıtlamaktadır.
Bu tarihi dönemde temel çelişkiyi dar sınıf temelli olarak sunmak büyük eksiklik olacaktır. Köle sını-fının efendilerinin ve tapınağın en uysal hizmetkârları, hatta bedenlerinin uzantıları olarak hareket ettik-leri müşahede edilmektedir. Savaşanlar, köleleşmeyi reddeden aşiret ve kabile topluluklarıyla köylüler-dir. Bir de tekelcilerin kendileri için pay kapma savaşları sıkça yaşanmaktadır. M.Ö. 1500’lere doğru Hitit, Hurri-Mitanni ve Mısır uygarlıkları arasında hegemonik mücadelenin başladığı görülmektedir. M.Ö. 1500’lü yıllar Ortadoğu’da ilk defa merkezi uygarlığın oluşum dönemidir. M.Ö. 1500-1200 dönemi tarihin ilk görkemli kent çoklukları arasındaki rekabetçi yarış ve hegemonyacılığa yükseliş örneğini sunmaktadır. Bu dönem tarihin çok hareketli ve görkemli bir dönemi sayılmaktadır. Kabile, aşiret ve köy toplumları da gelişmelerini sürdürmektedir. Ticaret ilk defa etraflarında imparatorluk inşa edilecek denli önem kazanmıştır. Asur ve Fenike kendi güçlerini esas olarak ticaret tekelinden almaktaydılar. M.Ö. 1500’lerde Çin ve Hint uygarlıkları ilk adımlarını atarken, tüm Avrupa, Asya’nın diğer kısımları, Afrika ve Amerika daha neolitik toplumla tanışma ve yaşama durumundaydılar. Tarihte en çok merak ettiğim iki dönem, M.Ö. 6000-4000 neolitiğiyle, tarım-köy toplumuyla M.Ö. 1500-1200’lerin kent yaşamı, kent toplumudur. Bu dönemlerin oluşum temposu ve destansı anlatımlarının orijinalliği, yaratıcılığı çok ilgi çekicidir. Destansı kahramanlıklarla tanrısallıklara ilişkin kavramsallaştırmaların ağırlıklı olarak bu dönemlerden kalma olduğuna inanmaktayım.
Uygarlıkların zaman ve mekânsal yayılım ve gelişim dönemlerine ilişkin sıkça yaptığım değerlendir-meleri bir özetlemeyle şöyle ifade etmem mümkündür:
1- Dicle ve Fırat’ın beslendiği Zagros-Toros dağ sisteminin ovalarla birleştiği, doğal bir sulama iklimi-ne ve çok zengin bir bitki ve hayvan türlerine sahip olduğu alanlarda M.Ö. 15000-12000’lerde görkemli bir avcı ve toplayıcı toplumdan (Urfa’daki Dikilitaş tapınağı bu süreci açıklayıcı niteliktedir) sonra başla-yan tarım-köy toplumu, M.Ö. 6000’lere kadar emekleme ve tam yerleşikliğe geçiş aşamasındadır. M.Ö. 6000-4000 arası tarım-köy toplumu en yaratıcı dönemini yaşamaktadır. M.Ö. 5000’lerden itibaren her tarafa kendini ihraç etmektedir. Çok az göçmen, çoklukla kültürel ihraç söz konusudur. M.Ö. 5000-4000 döneminde Aşağı Mezopotamya’da sulu tarım etrafında yükselişe geçen El-Ubeyd kültürü, Kuzey Mezo-potamya üzerinde karşı kolonici siyasete başlayacak kadar güçlenmiştir. M.Ö. 4000’lerde Yukarı Mezopotamya’da bu kültürün kolonyal yayılışına tanıklık eden arkeolojik kalıntılar vardır. Fakat bölgenin öz kültürü hala başat özelliğini korumaktadır. Uruk Çağı M.Ö. 4000-3000 döneminde yükselir. Kentin doğuşunu temsil eder. Gılgameş Destanı bu büyülü gelişmeyi konu edinmektedir. Kuzeye doğru benzer bir yayılım göstermektedir. Her iki dönem muhtemelen dokuma, çanak çömlek ve tarımsal üretimi verimli kılarak hamle üstünlüğünü ele geçirmiştir. M.Ö. 3000-2000 dönemi klasik Ur Hanedanları dönemidir. Ayırt edici özelliği, kentlerin çoğalması ve aralarında şiddetli ve sürekli paylaşım kavgalarıydı. Bunlara ilk tekelcilerin yeniden paylaşım savaşları da denebilir.
2- Mezopotamya merkezli neolitik dönemin M.Ö. 4000’lere doğru Çin’e, Hind’e, tüm Avrupa’ya ve Af-rika’nın kuzey ve doğusuna hamle yaptığı düşünülebilir. M.Ö. 4000-2000 dönemi bu alanlarda neolitik toplumun iyice yerleşme dönemiydi. Güç kazanan Avrupa ve Kafkasya kökenli neolitik toplulukların M.Ö. 2000’lerden sonra tersine bir dalga yaptıkları izlenmektedir. Kuzeyin sarışın, yeşil gözlü insanlarının, ilk büyük kabile boylarının saldırı ve göçlerinin Anadolu’dan Hindistan’a kadar dalgalar halindeki akışı, önemli bir tarihi alt üst oluş sürecidir. Akınlar Mezopotamya’nın ve Mısır’ın uygarlık merkezlerine kadar uzanmıştır. Ayrıca M.Ö. 4000-2000’lerde hem Semitik kökenli Arabistan kabileleri, hem dağlık Aryen kabileleri de uygarlık merkezlerine dalgalar halinde saldırılarda bulunmuşlardır.
Tarihin bu ilk kolonyalizm ve anti-kolonyalizm yayılım hareketlerinde her iki uygarlık tipinde de ge-lişmeler yaşanmaktadır. Kabilelerin hiyerarşik kesimleri devletleşme sürecine girerken, birçok kabile üyesi köle sınıfına kattırılmaktadır. Kabile ve aşiret saflarında ayrışma yaşanmaktadır. Bir yandan yeni kent uygarlıkları türerken, diğer yandan kabile ve aşiret örgütlenmeleri ve dayanışmaları güçlenmekte-dir.
3- M.Ö. 2000-1500’lerde Sümer ve Mısır’ın klasik dönemleri sona ererken, Babil, Asur, Hurri-Mitanni-Hitit ve Mısır Yeni Hanedanlık dönemlerinde uygarlıklar arasındaki ilişki ve çelişkilerin çok yoğunlaştığı bir dönem söz konusudur. İlk defa merkezi hegemonik uygarlık dönemi başlamıştır. Küreselleşmenin farklı bir dönemi söz konusudur. Uygarlıktan aldıkları teknik ve diğer alışkanlıkları uygarlık merkezlerine karşı kullanan kuzeyin kabile boylarıyla Ortadoğu’nun dağ ve çöl kabileleri de saldırılarını aralıksız sürdürmektedir. Silahlanma teknolojisinde tuncun yerine demirin geçmesi birçok yeni gelişmeye yol açacaktır. İlk defa maden arayışı ve ticareti büyük önem kazanacaktır. Kale ve sur yapımında büyük artış vardır. Kalelerin ilk görkemli örnekleri bu dönemin ürünüdür. Ticaretin rolü de zirve yapmaktadır. Asur ve Fenike’nin büyük yükselişi ticari tekellerin ürünüdür. Kuzeyden İskitler ve Dorların, güneyden Aramilerin savaşçı kabilelerinin saldırısı altında M.Ö. 1500-1200 yılları arasında uygarlık büyük darbe alır. M.Ö. 1200-800 dönemi daha çok gerileme dönemidir. Ayakta kalan tek güç Asur İmparatorluğu’dur.
4- Grek-Roma, ilkçağın son büyük klasik çağ uygarlığı olarak, kendi dönemlerine kadar her iki uygar-lık (Mezopotamya ve Mısır) sisteminin tüm miraslarını özümsemiş gibidir. M.Ö. 1000 – M.S. 500 dönemini kapsayan bu uygarlık süreci Asya, Afrika ve Avrupa üzeri yayılımını sürdürmüş ve içinde ayrıca klasik bir çağ oluşturarak katkısını yapmıştır. Mitolojik çağ önemini yitirirken, dinsel, felsefi, hatta bilimsel gelişimin yeni orijinal çıkışları yaşanmıştır. Sermaye ve iktidar tekellerinin zirvesini oluşturan Roma İmparatorluğu, içte yoksulların Hıristiyanlık partisiyle, dışta dört taraftan akan kabileler ve kavimlerin direniş ve saldırılarıyla, yani demokratik uygarlık güçlerinin darbeleri altında dönemini ve tüm ilkçağı beraberinde kapatmıştır.
c- Tarihsel süreç içinde uygarlıklar bakımından konumu en çok güçlük yaratan İbrahimî dinler gele-neğidir. Üç temel din olarak nasıl bir uygarlığa oturtulacakları halen tartışmalıdır.
Uygarlık çözümlemelerim temelinde üzerlerinde oldukça yoğunlaşmaya çalıştığım bu gelenekleri, iki temel uygarlık gücü arasında orta bir yol tutturmaya çalışan (tıpkı günümüzün sosyal demokrat hareketleri gibi), tipik uzlaşıcı, eklektik bir hareket olarak tanımlamaktayım. Simgesel olarak her ne kadar İbrani kabilesinin önderliğinde yönetilen bir hareket diyorsam da, ırkî anlamdan ziyade, ideolojik yönü güçlü olan bir hareket olarak değerlendirmek daha isabetli olacaktır. Görünüşte bir kabile hareketi gibi sunulmakla birlikte, özünde tüm Ortadoğu kökenli demokratik ve devletli uygarlıkların orta yolcu bir değerlendirmesi yatmaktadır. Ne tam sınıf hareketi, ne de kabile hareketidir. Ayrıca ne tam ideolojik ne de tam ahlaki ve politiktir. Her bakımdan orta yolcudur. Hz. İbrahim’in çıkışından (M.Ö. 1700’ler, Adem-Havva’ya kadar taşırsak, Sümer ve Mısır uygarlık çıkışlarına kadar dayandırılabilir) günümüzdeki izlerine kadar bu özelliğini hep korumuştur. Ama sürekli hem her iki uygarlığa ilham vermiş, hem de güçlerini onların mirasından (maddi ve manevi güçlerini kastediyorum) koparmıştır. Dolayısıyla hem dostluklarını, hem de düşmanlıklarını kazanarak tarihsel gelişmelere yol açmışlardır.
Uygarlık anlatımlarının mitolojik çağını kapatıp dinsel çağının öncülük rolünü üstlenen İbrahimî din-ler, yeni uygarlık paradigmamız altında daha anlaşılır kılınabilir. Mitolojik çağın en belirgin anlatımı tanrı-kral anlatımıdır. İlkçağların anlatım dilinin mitolojiyle yüklü olduğunu unutmamak gerekir. Bugünkü gibi rasyonaliteyi aramak beyhude bir çabadır. Tüm eşya, olgu ve olaylar mitolojik dille anlatılır. Ani-mizmin (doğanın canlılığı üzerine kurulan inanç) derin etkisi altında oluşan Sümer Çağı mitolojisi, doğa-nın canlılığını (Klanların dini demek mümkündür) biraz dönüştürüp ilk defa tanrısal olan ve olmayan doğa biçiminde bir ayrıma girişti. Tüm içeriğini Yukarı Mezopotamya neolitik toplumundan alan Sümer rahipleri, ana-tanrıça anlatımı yerine baba, erkek-tanrı mitolojisine ağırlık verdi. Toplumdaki büyük maddi dönüşümün (önce erkek ağırlıklı hiyerarşik düzen, ardı sıra ve birlikte devlet biçiminde otorite) yeni mitolojik ideoloji yansımasına muhteşem Enki çıkışında rastlamaktayız. Uruk Tanrıçası İnanna (Kö-kenini Yukarı Mezopotamya’nın Ana Tanrıçası Star-İştar’dan almaktadır) ile Eridu Tanrısı Enki (İlk erkek şehir tanrısı) arasındaki mücadele bu konuda çok çarpıcıdır. Bütün tanrısallık haklarının neden ana-tanrıçaya ait olduğunu (Ünlü 104 Me’ler, doksan dokuz erdem, yetenek, icat, sanatın kadın yaratımı olduğunu iddia etmektedir) kanıtlamaya çalışan İnanna’ya karşı Enki, bunun önemini yitirdiğini, uysallığının kanıtı olarak babasını (Kendisini baba-erkek-tanrı ilan ederken, eski kadın Tanrıça İnanna’yı artık kızı-karısı konumuna düşürmüştür) dinlemesini vaaz etmektedir. Günümüzün tüm seküler, laik, dini ve bilimci vaazlarına nasıl da benziyor! Ben şahsen tüm bu kesimlerin ilk tanrısının Enki olduğuna inanırım. Enki orijinaldir, diğerleri versiyondur (kopyadır). Özellikle Olympos tanrıları üçüncü, dördüncü sırada yer alırken, Roma tanrılarıyla birlikte mitolojik tarzıyla anlatım söner.
Bilindiği üzere İbrahim’e mal edilen öyküye göre, Urfa Nemrut’unun Panteonunda bulunan tanrı-putlarını kırması üzerine ateşe atılmakta, sonra ateşin yerinde tanrısal mucizeyle kutsal göl oluşmakta, barınma olanakları güçleşince Kenan illerine doğru (aslında Babil uygarlık sahasından Mısır denetimin-deki sahaya) hicret etmektedir. Muhtemelen tipik bir iltica olayı yaşanmıştır. Yine muhtemelen yerel bir kabile önderi olan İbrahim, şehir yöneticisi Nemrutla ihtilafa düşmüştür. İhtilafın mal, mülk ve ticaret konusunda olduğu açıktır. O dönemde Babil ve Mısır uygarlığı arasında ilk defa hem rekabet, hem de canlı bir ticari alışveriş dönemi başlamıştır. Bu rekabetten ötürü İbrahim gibi binlercesinin geleneksel çıkarları darbe yemektedir. İlticanın maddi temeli budur. Kenan illeri her iki uygarlık arasında nispeten yarı-bağımsız durumdadır. Hegemonyanın üzerinde yoğunlaşmasını arttırdığı dönemde göçe, hicrete başlaması söz konusudur. Olay muhtemelen benzer binlerce göçün dönem diliyle ortak bir anlatıma dönüştürülmesini simgelemektedir. Bütün göstergeler, iki büyük uygarlık (Babil ve Mısır Yeni Hanedanı) döneminin tanrı-kral unvanları olan Nemrut ve Firavun döneminde çıkarları sarsılan ara, orta yerdeki yerel kabile ve beyliklerin onlarla çelişki ve çatışmalarını öykülemektedir. Nemrutlar ve Firavunların kendilerini tanrı olarak sunmalarını reddettikleri gibi, put temsillerini de fırsat bulduklarında kırarak protesto etmektedirler. Özcesi, maddi çıkar çatışması ideolojik mücadele olarak yansımaktadır.
En az üç bin yıllık bir tanrı-kral ideolojisiyle mücadele kolay değildir çok büyük cesaret ve yetenek ister. İbrahim’in Urfa’daki direniş eyleminin mucizesel anlatımı önemini bu gerçeklikten almaktadır. İlk defa kullar tanrıya karşı çıkmaktadır. Eşi görülmemiş, mucizevî olay budur. Hem maddi eylem, put kırımı vardır hem de yeni ideolojik arayışlar söz konusudur. Yeni tanrıyı nerede ve nasıl bulacağı, bir anlamda kendi fikri ideolojik tasarımlarını nasıl oluşturacağı büyük bir tartışma konusudur. Bu, yüzyıllarca süren bir tartışmadır. İbrahim, kendini esinleyen sese ilk defa “Wa hewe –Bu odur- (Yahweh) demekle kendi tanrısını bulduğu ideasındadır. Kelime Aryen köke benziyor. Urfa’da o dönem Aryen kabileler daha ço-ğunluktadır ve inisiyatif onlardadır. İbrahim’in bu kabilelerle bağı halen tartışılmaktadır. ‘Wa hewe’ de-nip Yehova’ya geçildiği güçlü olasılıktır. Yehova, İbrahim’in ilk tanrısıdır Aryen kültürel kökenli olma ihtimali yüksektir. Kenan illerine geçtikten çok sonra El, Ula, Allah tanrıcılığına dönüşüm yapıldığı bilin-mektedir.
El, Semitik kökenlidir çölün engin ortamında kabile yeknesaklığının benzerlik, birlik özelliğini ve öz-lemini yansıtmaktadır. Musa’da ikinci büyük ilham On Emir’le ifadesini bulacaktır. Sina Dağı’ndaki tanrı-sal buluşma, aslında Musa’nın önderi olduğu kabilenin çok ağırlaşan sorunları karşısında arayışını ifade etmektedir. On Emir’in kabileyi düzenleyen tipik kurallar olduğunu göz önünde tutarsak çözümlemeyi daha da geliştirebiliriz. Gelenek İsa’da da yenilenecektir. Hz. Muhammed aynı türden bir buluşmayı (Tanrıdan ilk vahyi aldığı Hira Dağı) Mekke ortamında gerçekleştirecektir. Benzer buluşmayı birçok peygamberin gerçekleştirdiği Kutsal Kitaplarda rivayet edilmektedir. Açık ki, dönemin önemli aşamalarında yol gösterici düşünce ve eylemin geleneksel anlatımlarıyla karşı karşıyayız. Anlatım böyledir. Kutsal metin, peygamber tarzı dediğim sosyal ve doğasal (Birinci ve İkinci Doğa) olgu ve olayların dönemin anlatım dili (retoriği) ile ifade edilmesini yansıtmaktadır.
Konumuz açısından tarihsel bir aşamayı ifade ettiklerini rahatlıkla belirtebiliriz.
1- Dönemin ve tarihin ilk iki büyük tanrı-krallıkla yönetilen uygarlığına karşı çıkılmaktadır. Kulların ilk tanrısal başkaldırısıdır.
2- Yeni bir ideolojik ifade yaratılmaktadır. Tanrı-kralların da basit insanlar oldukları, tanrının ise in-san olmadığı ve her şeyin asıl yaratıcısının O olduğu (“Bu O’dur ünlü deyişi bu büyük esini ifade eder), ancak O’nun tanrı, Rab (efendi) olabileceği söylemleştirilmektedir.
3- Tanrı-kral’a değil, ancak O’na baş eğilebilir.
Yeni ideolojinin ana ilkeleri böyledir. İbrahimî din dediğimiz müthiş külliyatın temelinde bu üç mad-dede özetlenen ifadeler yatmaktadır. Toplumun geniş kesimleri, birçok tarihsel deneyimden sonra, üst tabakanın bizzat kendilerini tekelleştirmekle yetinmeyip tanrılaştırmalarına giderek daha çok karşı çıka-rak, kendi öz çıkarlarına daha yakın bir kutsallık, bir tanrısal söylem geliştirmiş oluyorlar.
Ahlaki ve politik toplum açısından meydana gelen değişimi açıklamak çok daha önem taşımaktadır. Önceki iki bin yıllık (M.Ö. 3500-1500) tanrısal-krallık çağının toplumunda, ahlaki ve politik toplum büyük darbe yemiştir. Özellikle ana-tanrıçanın ve tüm klan ve kabile döneminin daha samimi, doğayla ayrımsız, eşit ve canlı ilişkilerini ifade eden ‘doğa tanrıcılığı’ yerine, kul-tanrı ayrımını (özünde köle-efendi sınıf oluşumunu) katıca ifade eden büyük yer, gök, deniz yaratıcısı erkek mitolojik tanrıların egemen kılınma-sı, ideolojik alanda da büyük darbe yenildiğini çok açıkça yansıtmaktadır. Maddi ve manevi kültürde bü-yük dönüşüm söz konusudur. Mitolojik anlatılar bunun ifadeleriyle doludur doldurulmuştur.
Açık ki, bu uzun tarihi dönemde toplumsal doğa üstünde büyük bir maddi çıkar şebekesi ve ideolojik örtü yayan rahip-kral-komutan üçlüsü, ahlaki ve politik toplum doğasına büyük darbe indireceklerdir. Bu paradigma ile baktığımızda, iki bin yıllık dönemin toplumunu da iyi kavrayabiliriz. Kavramlaştırmak çok güç bir iştir büyük emek ister. İbrahimî geleneğin oluşturduğu paradigma da şüphesiz geçmişte yaşanan en az iki bin yıllık Nemrut ve Firavunlar dönemini yeniden kavramlaştırırken, daha insani ve makul bir anlatıma (dine) geçiş yapmaktadır. Yeni dinsel anlatım da elbette metafiziktir. Günümüz rasyonalitesinin, sosyal biliminin hayli uzağında ve farklılığındadır. Ama yine de çok önemli bir tarihsel çıkıştır. Eski dönemin güçlü ahlaki ve politik toplumuna tam dönüş söz konusu edilemez. Ahlakın tamamen din olarak sunulduğu, On Emir’den de gayet iyi anlaşılmaktadır. Musa’nın On Emri, din adına büründürülmüş apaçık ahlak ilkeleridir. İnanç yönleri ikinci planda ve zayıftır. Demek ki, ahlaki ve politik topluma ilişkin bu çok önemli dönüşüm, bu dönemde ahlakın yerine dinin geçirilmiş olmasıdır. Eskinin daha sade ahlaki ve politik yaşamı her tarafı kuşatan bir tanrı anlayışıyla örtünür kılınmıştır. Yaşamın daha gelişkin bir dinsel örtüye bürünmesi söz konusudur.
Soruşturulması gereken temel konu, dinselleştirilmiş ahlak ve politikanın ne denli uygarlık (devletli-sınıflı-kentli) karşıtı olduğu veya kendisinin yeni bir uygarlık oluşturup oluşturmadığıdır. Bugün özellikle Türkiye’de ve Ortadoğu’da sürdürülen laiklik-İslami uygarlık tartışmasının temelinde bu tarihsel geçmiş yatmaktadır. İbrahimî dinlerin günümüze kadar geçirdikleri evrimi göz önüne getirdiğimizde, iki yönlü cevap vermek mümkündür.
Üst tabakada yansımasını bulan birinci eğilim, daha ilk dönemlerinde Nemrut ve Firavun iktidar ger-çekliğini yeni bir ideolojik örtü altında (bizzat tanrı olmak yerine tanrı elçiliği, gölgeliği, vekilliği olarak) sürdürmeyi esas alan kesim olarak (tıpkı sosyal demokratların sağ kesimi gibi) yerel krallık ve beylikler oluşturma peşindedir. İbrahim’in hem ticaret, hem kabile önderliğini birlikte sürdürmesi konumunu aydınlatmaktadır. Yerel bir beylik ve krallık arayışında olduğunu tespit etmek zor değildir. Basit bir Nemrut kulu olarak kalmak istemiyor. Bunu hem dini hem de ahlaki ve politik açıdan aşağılık buluyor. Musa’nın bizzat kendisinin bir muhalif prens olması ihtimali yüksektir. Yoksul, yarı-kölelik koşullarında yaşayan, tam Mısırlılaşmamış, farklı özelliklerini koruyan İbrani (Doğu’dan gelen tozlu adamlar, kabileler anlamındadır) kökenlilere dayanarak isyan ediyor. Kutsal Kitap’taki anlatımıyla çok zorlu geçen Firavunla görüşmeler sonunda Mısır’dan ayrılmayı veya gizlice hicret etmeyi (Hz. Muhammed’in benzer çıkışı) başarıyor. Kırk yıllık çöl öyküsü yeni bir beylik, emirlik kurmakla geçiyor. Kural geliştiriyor. Hayal edilen ‘vaat edilmiş topraklar’ı arıyor. Bilindiği üzere, bu ütopya M.Ö. 1000’ler civarında bugünkü İsrail-Filistin alanında Samuel, Davut ve Süleyman peygamberlerce gerçekleştiriliyor. Asıl ideolojik önderliği rahip Samuel’ler yapar. M.Ö. 1000’lerden sonra benzer birçok beylik ve krallık oluşur. Günümüzün iki büyük bloğu arasındaki küçük ulus-devlet örneğini çağrıştırıyor. Bu eğilim benzer örnekler halinde bugün de özellikle Latin Amerika ve birçok alanda farklılaşmış olarak devam etmektedir.
İkinci eğilim, daha yoksul ve radikal kesimin anti-uygarlık eğilimidir. Uygarlaşmanın durumlarını da-ha da ağırlaştırdığının farkındalar. İlk İsrail-Yehuda Krallığında bile bu çelişki yoğun yaşanmıştır. Rahip Samuel’lerin krallaşan önderlere şiddetli muhalefeti kısmen bu gerçeği yansıtmaktadır. İsa’nın çıkışında durum daha da açıklığa kavuşur. İbrani kavminde bile döneminde sınıfsal ayrışma derinleşmiştir. Roma işbirlikçisi üst tabaka temsilcileri, Yahudiye Krallığı sahipleri olarak, İsa’yı altlarını oymakla itham edip hem yakalatıyorlar (İsa’yı ihbar eden Yehuda İskaryot, Roma işbirlikçisi bir Yahudidir. On üçüncü hava-riydi) hem de çarmıha gerdirtiyorlar. İsa’nın çarmıha gerilmesinde Roma temsilcisi Vali fazla ısrarcı de-ğildir Yehuda krallık temsilcileri çarmıha gerilmesini daha çok talep ediyorlar. İsa’nın sadece İbranilerin değil, Romalıların ve Perslerin yoksullaştırdıkları tüm kavimlerin (başta Grekler ve Asurlular, Ermeniler, o dönemin uygarlık kurmuş kavimleri) yoksullarını temsil eden ilk büyük inter-kavimci partinin simgesi olarak kabul gördüğü açıktır. Klasik uygarlığa karşıt yeni bir hareketin gelişmesi söz konusudur. Tam üç yüz yıl yeraltında her türlü açlık ve işkenceyi göze alarak anti-Roma, anti-Sasani bir hayat sürdürmüşler-dir. Daha sonra politikleşen üst yönetim (rahipler konseyi, konsülü) Roma İmparatoru Konstantin döne-minde resmen işbirliği ederek, Bizans’ta inşa edilen ikinci büyük Doğu Roma’nın ideolojik organı haline gelir.
Buna karşılık yoksul ve radikal kesimlerin mezheplerinin şiddetli bir direnişi vardır. Bu durum uzun yüzyıllar sürdürülmüştür. Ariusçular, Süryaniler, Gregoryanlar önemlidir. Açık ki, sınıf mücadelesinin, hatta baskı altındaki kabile ve kavimlerin dinsel örtü altında ahlak ve politik toplum mücadelesi bu uzun yüzyıllar boyunca bütün hızıyla sürdürülmüştür. Hıristiyanlık’taki İsa’nın tanrının doğasından mı, yoksa insan doğasından mı oluştuğu tartışması mezhep farklılaşmasında temel etkendir. Kökeni Sümer mitolo-jisine dayanır. Üst tabakanın kendini tanrı soylu ilan etmesine karşılık, aşağı tabakaların asla tanrısal soydan olmayacak (Hatta tanrı dışkısından yaratılmış oldukları biçimindeki efsane bu gerçeği ifade eder) tarzdaki söylemleri İbrahimî dinleri de uzun boylu etkilemiştir. Hz. Muhammed’in tavrı nettir: İnsan tanrı değil, ancak tanrının elçisi olabilir. Yoksul tabaka kökenli mezhepler (Ariusçular) İsa’nın insan soylu olduğunu idea ederken, iktidar işbirlikçiliğine oynayanlar daha çok tanrı soylu ideaya eğilim gösterirler. Meselenin özü sınıflaşmayla ilgilidir. M.Ö. 3000-1500’lerde yerel inanışlarıyla ve dönüştürülmüş resmi mitolojik inanışlarla sürdürülen anti-uygarlık mücadelesi hem sınıfsal, hem etnik özellikler taşır. Özgürlük özlemleri nettir. Zagros-Toros alanındaki Aryen kökenli kabile ve aşiretlerin büyük mücadele vermeleri, daha sonra gerek M.Ö. 2150’de Akad sülalesini yıkıp yerine Guti, Gudea sülalesini kurmaları, Babil’i Kassitlerle birlikte M.Ö. 1596’da işgal eden Hititlerle, M.Ö. 1500’lerde gücünü Mısır ve tüm Mezopotamya kentlerine kabul ettiren bugünkü Ceylanpınar (Serêkani) merkezli Mitanni Konfederasyonları bu gerçekleri ifade eder.
İbrahimî direniş geleneği bu tarihsel evreden sonra gelişmiş olup, günümüze kadar tarihsel oluşum-larda farklı biçimlerde oldukça etkili olmuştur. Yine de İbrahimî geleneği mitolojiden tümüyle koparmak doğru değildir. Kutsal Kitapların üçünde de yer alan olayların büyük kısmı (başta Adem-Havva olmak üzere) Sümer ve Mısır mitolojisinde de geçmektedir. Fark, başta tanrıya ilişkin olmak üzere, dönemlerin geçirdiği dönüşümlerle bağlantılıdır. Mühim olan, ahlaki ve politik toplumun kendisini güçlü yerel ideolojik ve dini ifadelerle dayatmış olmasıdır. Din büyük oranda ahlaki direniştir. Özellikle Zerdüşt geleneği daha köklü bir dönüşümü ifade eder. İbrahimî dinleri en çok etkileyen bir kaynak olan Zerdüşti gelenek, Zagros dağ kökenli ziraat ve hayvancılık toplumunun ahlaki ve politik, yarı-felsefe, yarı-din ağırlıklı öğretisidir. Semitik kökenli tanrıyı meşhur “Söyle, sen kimsin? biçimindeki nidasıyla sorgulaması, köklü kopuşu yansıtmaktadır. İlk defa ‘kutsallığın’ yerine ‘iyi’ ve ‘kötü’, ‘aydınlık’ ve ‘karanlık’ kavramlarını yerleştirerek, daha sonra Greklerin oldukça geliştirecekleri etik (ahlakbilimi) ve felsefi akımların önünü açacaktır. Greklerin özellikle Medler kanalıyla Zerdüşt geleneğine çok şey borçlu olduklarını Heredot Tarihinin büyük kısmında Medlere ilişkin anlatımlardan da çıkarsamak mümkündür. Zerdüşt geleneğinin halen dağ kabilelerinde ve sömürgeleştirilmemiş geniş Aryenik tarım toplumundaki güçlü ahlaki ve politik toplum gerçeğini yansıttığı güçlü bir olasılıktır. Köleliğin fazla gelişmediği, özgür toplum yaşamının güçlü olduğu bir toplumun ahlaki ve politik gerçekliğini ifade etmesi anlaşılır bir husustur.
d- İlkçağın son dönemini yaşayan Grek-Roma uygarlığı üç geleneği de birlikte yaşamıştır. Her iki ya-rımadadaki geleneksel kral-tanrı dönemi ilk aşamayı teşkil etmiştir. Mitolojik olarak Sümer ve Mısır ori-jinlerinin sonuncu türevleridir. Etrüsk ve Isparta Krallıkları döneminde mitolojik gelenek (Olympos’taki Zeus, Roma’daki Jüpiter) son büyük çağını yaşamıştır. Roma Cumhuriyeti (M.Ö. 508-44) ve Atina Demok-rasisi (M.Ö. 500-300) döneminde mitolojik anlatım giderek sönerken, felsefi gelenek öne çıkmaktadır. Sokrates ve Cicero bu dönemin ünlü hatipleridir. Eski özgür geleneklerini kolay terk etmeyen Atina ve Roma vatandaşları, halen ahlaki ve politik toplum geleneğine oldukça bağlıdırlar. Krallık ve imparatorluk sistemiyle yoğun mücadele etmişlerdir. Atina’nın Isparta’yla, Romalı aristokrasinin önde gelenlerinin Sezar’la giriştikleri mücadele bu gerçeği yansıtır. Sokrates ve Cicero ahlak ve felsefe filozoflarıdır. Etik ve demokratik siyaset teorilerine ilişkin ilk öğretilerde önemli isimlerdir. Atina ve Roma’nın güçlerini, tüm topluma yansıtmasalar da, halen güçlü damarlara sahip olan ahlaki ve politik toplum geleneğinden aldık-ları tartışmasızdır. Sınırlı kölelik kurumu hem kentteki hem de kırsal alandaki güçlü özgür vatandaş kit-lesiyle karşılaştırılamaz. Dolayısıyla cumhuriyet ve demokrasiye ilişkin öğretilerin geliştirilmesindeki rolleri önemlidir. Roma Cumhuriyeti ve Atina Demokrasisinin Augustus ve İskender’in imparatorluk deneyimlerine yenik düşmeleri önemli bir gerilemeyi ifade eder. Unutmamak gerekir ki, klasik Roma ve Atina döneminden kalma olumlu değerlerin büyük kısmı Cumhuriyet ve Demokrasinin ürünüdür. İlk defa yazılı tarihte karşımıza çıkıyor ki, ahlaki ve politik toplumun tümüyle olmasa da, cumhuriyet ve demokrasiyle daha iyi ifade edildikleri bir gerçektir. Tam ifade edilebilmeleri için temsili demokrasiyi aşan doğrudan katılımcı demokrasiyi yaşamaları gerekir.
Üçüncü gelenek olan Hıristiyanlığın imparatorluktaki rolü ilk dönemde yıkıcıdır. Roma’nın yıkılışına kadar (M.S. 476) Germen kabile saldırılarıyla birlikte demokratik uygarlığın güçlü bir bileşeni rolündedir. Bizans’ın imparatorluk yükselişiyle devletli resmi uygarlığın gerici bir temsilcisi rolüne düşer. Fakat çok güçlü muhalif mezheplerle temsili, Hıristiyanlığın demokratik uygarlığın gelişimindeki pozitif rolünü sürdürdüğünü göstermektedir.
Sonuç olarak, üç bin beş yüz yıllık şehir-sınıf-devlet üçlüsüne (sermaye ve iktidar tekel şebekeleri) dayalı klasik uygarlık sisteminin, merkezi hegemonik karakterini giderek geliştirmesine rağmen, demok-ratik uygarlığın iki ana bileşeni sayılması gereken anti-uygarlıkçı Hıristiyanlık ve yine anti-uygarlıkçı (Germen, Hun, Frank) kabile direniş ve saldırılarıyla çökmesi (Roma’nın çöküşü ilkçağın çöküşüdür), bize tarihsel seyrinin işleyişini gayet açık göstermektedir. Demokratik uygarlık güçlerinin bağrında üst tabaka yozlaşmaları ve klasik uygarlık türetmeleri bu gerçeği değiştirmez. Unutmamak gerekir ki, klasik uygarlık saha ve kentleri halen demokratik güçlerin (kabile, kavim, din, mezhep, kent zanaatkârlığı örgütlenmeleri) okyanusundaki adalar durumundadır. İnsanlık ahlaki ve politik toplumdan vazgeçmemiştir. Binlerce yıllık savaşlar bu gerçeklikle yakından bağlantılıdır. Dinsel görüntü altında esas olarak kendini sürdürmek isteyen toplumsal doğaya ilişkin özgürlük eğiliminin ahlaki ve politik toplum olarak varoluş gerçeğidir. Bu tespit çok önemlidir!
e- Son büyük İbrahimî din olan İslamiyet açısından temel sorun, klasik uygarlıkların bir devamı mı, yoksa demokratik uygarlığın güçlü bir sesi mi olduğuna ilişkindir. Bu tartışmanın halen çözümlendiğini sanmıyorum. Hz. Muhammed’in çıkış yaptığı kent olan Mekke ticaret üzerine kuruludur. Kendine göre geniş bir hinterland’a sahiptir. Kuzey-Güney, Batı-Doğu ticaret yollarının kesiştiği yerdedir. Arap kabile-lerinin buluşup alışveriş yaptıkları merkezi bir pazar konumu da söz konusudur. Sadece malların değil, fikirlerin, tanrı simgelerinin, kölelerin sunumu da yapılmaktadır. İbrahimî gelenekle mitolojik ve hatta animist gelenekten gelen dinlerin yankı bulduğu yerdir. Hac, ziyaret merkezidir. Hz. Muhammed’in doğu-şunda ilkçağla ortaçağın geçiş halini yaşadığı iki imparatorluktan Bizans kuzeyde Şam’a kadar inmiş olup, denetimi altında Hıristiyanlığın resmi kolunu kendisiyle birlikte taşımaktadır. Süryani rahipler daha çok muhalif konumunda olup, Sasanileri Hıristiyanlaştırmayı hızlandırmışlardır. Sasaniler ise kuzeydoğu’dan Arabistan yarımadası üzerine hegemonyalarını yayma peşindedir. Güneybatıda Yemen üzerinde Hıristiyan Habeşistan’ın (Doğu Afrika’da bugünkü Etiyopya’da) etkisi yayılmaktadır. En eski gelenek olan Yahudiler yarımadanın her tarafına sızmışlardır. Mülklerin ve ticaretin kaymağından yararlanmaktadır.
Yarımadanın asıl yerlileri olan Arap kabileleri ise derin bir sosyoekonomik bunalım yaşamaktadır. Tarihte sık aralıklarla dört tarafa doğru (Sümer ve Mısır uygarlığından önce, Semitik boyların verimli neolitik alanlara ve daha sonraki kent uygarlıklarına saldırdıkları bilinmektedir. Amorit, Apiru, Akad, Kenan, Aramiler bu dönem dalgalarının isimleridir) yaptıkları akınları mevcut uygarlıkların gücü nede-niyle tekrarlayamamaktadırlar. Çok sıkıştırıldıkları bir dönem söz konusudur. Tıpkı çok sıkışan balon gibi patlayacak durumdadırlar. Araplar Semitik boyların son büyük yayılımını gerçekleştirmek için adeta bir mucize beklemekteydiler. İslamiyet bu mucizenin adıdır. Muhammed’in zamanı ve zemini iyi okuduğu açıktır. Tarihin yeni dönem ihtiyacının bütün özelliklerini kişiliğinde yansıtmaktadır. Mevcut ideolojik geleneklerden hiçbirine mürit olmuyor. Kitab-i din dediği Musevilik ve İsevilik ile Sabilik ve Zerdüştilik-ten etkilenmiştir. Putlara karşı tavrı İbrahim’inkine benzemektedir amaçlarına hizmet etmeyeceklerinin farkındadır. İlk propaganda ve askeri eylemleri Mekke ticaret tekellerine karşıdır. Onların etkisini kır-madan, kabile dinamizminden yararlanamayacağını bilmektedir. Yeniden yorumladığı Allah’a ilişkin va-hiyleri Musa’nın On Emir geleneğine çok benzemektedir. Kabilelere kesin yeni bir ahlak ve politik hedef aşılamaya çalıştığı açıktır. Allah kavramının içeriği çözümlenirse (99 isim temelinde), en değme bir top-lumsal ütopyanın inşa edilmeye çalışıldığı anlaşılacaktır. Siyasi bir güç haline geldiği Medine döneminde ütopyasını daha da netleştirmiştir.
İlk eylemlerin başarısı mucizevî görülüp kendine güvenini arttırmıştır. Muhammed’in Medine’deki ça-lışma tarzı konumuz açısından çok daha büyük önem taşımaktadır. Cami denilen yer aslında demokratik meclis işlevindedir. Başlangıçta tüm toplumsal sorunların tartışılıp çözüm yollarının arandığı toplantılar camide yapılmaktadır. Ölümüne kadar bu rolünü sürdürmüştür. İbadet ritüelleri ise (namaz, oruç, zekât), kişilikleri güçlendirmeyi hedefleyen eğitim faaliyetleri kapsamındadır. İslamiyet’in özünde böylesi bir çıkış olduğunu hiç kimse inkâr edemez. Tamamen ahlaki ve politik toplumun dinsel örtü altında da olsa, güçlü bir dinamizmle canlandırıldığı çok açıktır. Dolayısıyla gerçek bir Muhammedî Hareketten, İslamiyet’ten bahsedersek, bunun katılımcı demokrasi temelinde ahlaki ve politik toplumun yeniden ve gerçek sorunlarını aşma amaçlı olarak inşa etmekten geçtiği inkâr edilemez bir gerçekliktir. Bazı eylemlerinde aşırıya kaçtığı, bu konuda kendisinin de çok tereddüt geçirdiği bilinmektedir. Özellikle Yahudiler, Kıble meselesi ve Yahudi Beni Huveyza kabilesinin Kureyş aristokrasisi ile işbirliğinden ötürü bütün erkeklerinin kılıçtan geçirilmesi gibi. Bu konuda doğru çözüm bulunabilseydi, belki de o dönemde Arap-İbrani çelişkisi çözümlenebilecek ve İslamiyet çok daha gelişebilecekti.
Fakat bir bütün olarak demokratik, özgürlükçü ve eşitliğe yakın bir hareket olarak nitelendirilmesi mümkündür. Çok kısa sürede eski uygarlık alanlarının büyük kısmında yayılması sadece silah, kılıç zoru-na bağlanamaz. İslamiyet’in talihsizliği, Musevi ve İsevi Hareketten çok daha kısa sürede uygarlıkçı güçlere alet edilmesidir. Doğuşunun üzerinden daha elli yıl geçmeden, Şam’da Muaviye sülalesi ile birlikte klasik bir uygarlık gücüne adeta yama rolüne dönüştürülmüştür. Ehlibeyt’in katledilmesi, içeriğindeki birçok olumlu özelliğin de katledilmesidir. Bence İslamiyet o dönemde bitirilmiştir. Ehlibeyt’in takipçileri olarak şekillenen mezheplerle daha yoksul kesimin İslam’ı olan Hariciler kayda değer geleneklerdir. Ehlibeyt’in Şia kolu İran’da Safevi Hanedanlığı’ndan itibaren resmi uygarlık yoluna girerek özündeki anti-uygarlıkçılığı boşaltmıştır. Anadolu ve Kürdistan Alevileri ise, yüzyıllarca Sünni iktidar geleneğinin amansız takibi altında ancak ahlaki ve politik toplum boyutunda varoluşlarını devam ettirebilmişlerdir. Sistematik bir gelişmeyi başaramamışlardır. Diğer kolların durumu da farksızdır. Hariciler, Karmatiler ve benzer birçok hareket İslam’ı en katı ezilen sınıf hareketi olarak yaşama geçirmek istemişlerdir. Bu özellikleri daha acımasızca tasfiye edilmeleriyle sonuçlanmıştır. İslam örtüsü altında bu yönlü çok zengin bir mirasın varlığı incelenmeyi gerektirir. Demokratik tarih bunun için gereklidir. Muhammed’in şahsındaki İslamiyet kesinlikle söz konusu olmamıştır. Tüm Emevi, Abbasi, Selçukî, Osmanî, Safevi, Babûri dönemlerine Muhammed açısından İslam demek mümkün değildir. Birçok tarikat, mezhep bu nedenle oluşmuştur. Ciddi bir başarı yoktur. Tek faydası, kurnaz Mekke ticaret tekelinin (Muaviye şahsında) büyük güç kazanması, diğer kabile aristokrasilerinin (emirler ve şeyhlerin) rüyalarında göremeyecekleri ticari ve iktidar tekelleri haline gelerek büyük açılım ve kazanım sağlamalarıdır. Bunun ise İslamiyet’e ihanet olduğu açıktır.
Hz. Musa ve Hz. İsa’nın da ihanete uğradıkları bilinmektedir. Ama Muhammed’in ihanete uğrama du-rumu çok daha kapsamlıdır. 19. ve 20. yüzyıl İslam’ının İngiltere’nin Ortadoğu’daki sömürgeci yayılımın-da nasıl kullanıldığı, ulus-devlet oluşumunda nasıl kendisine en gerici milliyetçi bir rol oynatıldığı (tüm Arap, İran, Türk, Afganistan, Pakistan, Endonezya vb.) bilinmektedir. Günümüzde ise ne olduğu hala be-lirsiz El Kaide radikalizminin yanı sıra, varlığı ile yokluğu bir olan İslam Konferansı gibi oluşumlarla (Bir-çok İslam adlı oluşumdan bahsetmiyorum. Kelime olarak İslam’la ilgileri olup ezici çoğunluğu kapitalist, modernist, milliyetçi örgütlenmelerdir) varlığını kanıtlama çabaları, İslam açısından en anlamsız döne-min yaşandığı anlamına gelmektedir. Muhammed’i ciddiye alıyorum ama üzerinde özellikle fikre, ahlaka ve politikaya ilişkin yaklaşım tarzıyla çok tartışılması ve İslam adına zerre kadar da olsa saygısı olanların ortaya netçe çıkacak olan Muhammedi gerçekliğe saygılı ve bağlı olmaları kaydıyla. İleriki ilgili bölümler-de de bu konuyu açımlamayı umuyorum.
Ortaçağı (M.S. 476-1453) İslam ve Muhammed’le çözmeye çalışmam anlayışla karşılanmalıdır. Çünkü ortaçağ tarihi, uygulanması anlamında değil, adına ve özüne ihanetiyle gerçekten bir ‘İslamî, Muham-medî’ çağdır. Kapitalizm denilen günümüzün hegemonik sisteminin öncülü gerçekten bu İslam’dır. Tica-ret tekellerinin ilk zirve yaptığı çağdır. Halen merkez Ortadoğu’dur. Kapitalizmin bütün oyunlarının icat edildiği, uygulandığı ön dönemdir. Venedik, üç yüz yıl bu tekellerle işbirliği halinde, Ortadoğu’nun maddi kültürünü taşıyan kent oldu. Hıristiyanlık da Ortadoğu’nun manevi kültürünü 6. ve 10. yüzyıllarda Avru-pa’nın tümüne taşımıştı. İslami Rönesans denilen 8.-12. yüzyılları, binlerce yıllık uygarlık geleneklerinin üzerine oturan cüceler gibiydiler.
Gerek Ortadoğu’nun bugünkü kördüğüm halini, gerekse 12. yüzyıldan itibaren başlayan sürekli düşüşünü ben İslam adı altındaki ihanetle yakın bağ içinde görürüm. İhanet altın değerinde bir hareketten de çıkış yapsa, ancak en kötüsünü yapabilir. İslamiyet’te olup biten de biraz bu kuralın doğrulanmasıdır. Şu hususu önemli buluyor ve inanıyorum: Eğer en az Museviler ve İseviler kadar Muhammedîler de gerçek bir teolojik, etik, felsefi, sanatsal, politik tartışma geliştirmiş ve sonuçlarını ahlaki ve politik topluma taşırmış olsalardı, klasik uygarlığın hegemonik merkezi Batı’ya kaymazdı. Daha da önemlisi olarak, klasik uygarlık yerine demokratik uygarlık başat bir konumu yaşayabilirdi.
Avrupa’ya çekilen Musevi ve İsevi gelenek tartışmaya daha açık olmuştur. Şüphesiz dinsel geleneğin özünde olan dogmatizm ciddi bir engel konumunu sürdürmüştür. Fakat tümüyle boş kavram olmayan Ortadoğu manevi kültür değerlerini Avrupa’ya yayabilmeleri, diyalektik gereği felsefi ve bilimsel kutbun gelişimini hızlandırmıştır. İslam Ortadoğu’sunda yapılmayan, halen de yapılmasına müsaade edilmeyen, bu diyalektik tartışma ve sonuçlarına saygılı olmadır. Yoksa tarım ve ticari gelişimde binlerce yıl önce Avrupa’dan öndeydiler. Manifaktür endüstride de Avrupa’dan geri değildiler. Özcesi Muhammedî Hare-ket Ortadoğu tarihine yaraşır bir çıkış olabilirdi. Ama oldukça körleşmiş kabile asabiyesi, İbn-i Haldun’un vaktinde çözümlediği gibi, günümüzün faşist, milliyetçi eğilimlerinin benzerini daha İslam’ın ilk çıkışında dayatarak ortaçağı heba ettiler. Ortadoğu’da düşüş eğilimine giren merkezi uygarlık sistemi, 15. yüzyıldan itibaren Avrupa’da tekrar yükselişe geçti. Tarım devriminden sonra geçen yaklaşık on bin yıllık maddi ve manevi kültür birikimi yeni hamlesini bu dönemde ve bu coğrafyada gerçekleştirecekti.
Maksadım, demokratik uygarlığın taslak düzeyinde dahi olsa bir tarihinden ziyade, tanımına, yerine, ne olduğuna ve tarihsel işlevini nasıl açıklamak gerektiğine ilişkin bir denemedir. Tarihin bu açıklamaya kesinlikle ihtiyacı olduğu kanısındayım. Aksi halde mucizevî denilen çıkışları hiç anlamlandırmamış olu-ruz. Binlerce yıldır çok zengin bir kültür atmosferi içinde, kendini tanrı ilan edenlere, soylarını kurutmak isteyenlere, kölelik, serflik, işçilik, karılık gibi onursuz meslekleri dayatanlara, tüm maddi ve manevi de-ğerlerini talan etmeye çalışanlara karşı geliştirilen direniş, savaş ve komün benzeri yapıları çözmeden tarihi nasıl anlayabiliriz? Tarihi anlamadan insanlığımızı nasıl tanıyabiliriz? Eğer akıl, ahlak ve özgürlük sanatı olarak politika diye toplumsal vazgeçilmezlerimize saygımız varsa, bu soruları sormak ve yanıtla-mak durumundayız. Ne dar sınıf hileleriyle, ne kabile asabiyeleriyle hiçbir çözüm geliştiremeyiz. Toplumsal doğada olup biten mahşeri hareketleri sistemleştirmeden, nedenleri ve sonuçlarını ortaya koymadan, insan olarak varoluşumuzu da tanımlayamayız. O zaman yaşamımız anlamını bulmazdı. Uygarlık adı altında çokça propagandası yapılan, ama özü gerçekten toplumun sırtından sermaye ve iktidar tekeli derlemek olan şebekelerin sunumlarıyla anlamlı bir insanlık tarihi ortaya çıkamaz. Demokratik uygarlığın tarihsel-toplum girişimi, kapitalist şebekenin tarihin sonu ve tek dünya aldatmacasına son verme, tahayyül edilebildiği ve düşünülebildiği kadar yeni dünyaların sadece mevcut değil, vazgeçilmez ihtiyacından, gereğinden kaynaklanmaktadır.
Ortaçağ dogmatizminin insanı yok eden tarihi tam yıkılmadan, bu sefer ulus-devlet tarihlerinin ondan beter dogmatizmi zihinleri teslim aldı. Kabile asabiyesinden bin kat daha şovenist, gerçeklere karşı kör edici ve yok sayıcı ulus tarihleri yeni zihin çölleri yarattı. Sel gibi kanlar sırf bu iğrenç tarihlerin doğru-lanması, yaratılması uğruna aktı. En gerici puttan başka bir şey olmayan milliyetçilik, ulus-devlet putu tüm günümüz insanlığını kasıp kavurdu. En karanlık denilen dönemlerde bile insan toplumlarının bu denli sığ ve çölleşmiş zihinlere sahip olmadığını, bu durumlara düşmediğini bilerek girişimde bulunmaya çabalıyorum.
Bir kez daha belirtmeliyim: Gerçeklik, toplumsal doğanın tarihi bilinmeden hiç anlaşılmaz bir şeydir. Kapitalist modernitenin bende yarattığı tarihe karamsar bakışı asla affetmiyorum. Çünkü gerçek bir in-sanlık mahşeri olan tarih bilinmeden, bunun gereği olarak ahlaki ve politik olunmadan, en saygısız ve alçak konumlara düşmekten kurtulamayız. Tarihsel olabildiğin kadar gerçekle birliktesin. Tarih ise, an-cak demokratik uygarlık anlamındaysa toplumsal gerçeklikle bağ kurabilir.
Kapitalist modernizme karşı demokratik uygarlık tarihine ilişkin yaklaşımı, konunun öneminden ötü-rü bundan sonraki kısımda ayrı bir ana başlık halinde sunmaya çalışacağım.
Kürdistan Stratejik Araştırmalar Merkezi
www.navendalekolin.com – www.lekolin.org – www.lekolin.net – www.lekolin.info