18 Ağustos 2017 Cuma Saat 15:29
Kuşkusuz Erdoğan ve AKP öncesi Türkiye çok da demokratik bir
özgürlükler ülkesi değildi. Ama hiç değilse kadınların ne giydiğine
karışılmıyor, kaç çocuk doğurduklarına müdahale edilmiyor, çok çocuk doğurup ev
kölesi olmak ödüllendirilmiyor, küçük yaşta evlilikler teşvik edilmiyor, evde
ve sokakta taciz ve tecavüzler bu kadar zirve yapmıyor, alternatif medyaya bu
kadar saldırılmıyor, aydın ve akademisyenler bu denli cezalandırılmıyordu.
Buradan hareketle kadına karşı şiddetteki artış ile topluma karşı şiddetteki
artışın at başı yükseldiğini belirtmek yanlış bir saptama olmayacaktır. Ancak
Türkiye’yi bu güne taşıyan temel virajlara şöyle bir bakmakta fayda görüyorum.
Türkiye cumhuriyetini kuruluşunda oluşturan orijinal öğeler,
çok çeşitli ve çok renkli bir muhtevaya sahiptir. Adeta bir etnik, kültürel,
inançsal ve siyasal mozaikten oluşmaktadır. Cumhuriyetin Kuruluş Anayasası olan
1921 Anayasası bu mozaiğin barış ve kardeşlik içinde yaşamasına elverişli bir
ortam sunan demokratik bir muhtevaya sahipti. Cumhuriyet 1921 Anayasası
çerçevesinde yönetilse, belki de Türkiye bu gün bu noktada olmayacaktı. Ancak
maalesef ardından geliştirilen ve Türkiye’de yaşayan sosyal-kültürel renkleri
yok sayıp homojen, tekçi bir ulus devlet yaratmayı hedefleyen 1924 Anayasası
ile beraber Türkiye, süreklileşen kaoslu bir ülke halini aldı. Darbelerle
yönetilmek, adeta bir geleneğe dönüştü. Yeni kurulmuş ulus devleti koruma adına
geliştirilen halk katliamlarının ve soykırımların hafızalarda yarattığı toplumsal
psikolojiler ve yarattığı toplumsal travmalar, normal koşullarda aşılacak gibi
değildir. Ne Ermeniler uğradıkları soykırım ve sürgünleri unutabilir, ne de
Kürtler Şeyh Sait İsyanını, meşhur Şark Islahat Planını, Dersim Tertelesini,
Zorunlu İskan Yasasını, Ağrı İsyanını, Maraş Katliamını unutabilir, ne de
Türkiye Sol-Sosyalistleri Mustafa Suphiler olayını, Kızıldere Olayını,
Mahirleri, Denizleri unutabilir. Tıpkı Kürtlerle birlikte tüm Türkiye’nin 12
Eylül askeri faşist cuntasını unutamadığı gibi…
Ardından yaşanan köy yakmalar, zorunlu göçler ve faili
meçhul cinayetler…
Gazi Olayları…
Madımak Olayı…
İmralı sürecini başlatan 15 Şubat uluslararası komplosu ve
ardından gelişen 18 yıllık krizli kaoslu süreç…
Türk savaş uçaklarıyla gerçekleştirilen Klaban katliamı…
Gezi olayları…
Yine Türk savaş uçaklarının gerçekleştirdiği ve Solin
bebekle özdeşleşen Kandil’deki Kortek saldırısı…
Rojava’daki Karaçox saldırısı…
En kötüsü de insanlığın ortak düşman ilan ettiği DAİŞ
çetelerine, bu gün Türkiye’yi yöneten Erdoğan ve AKP’nin verdiği destek…
Böyle bir devletin, böyle bir ulus devletin kadın
vatandaşları olmak kadar, onur kırıcı başka bir şey olamaz herhalde. Derler ya
insan kendinden utanıyor. Bu ülkede doğmuş olduğuna, bu ülkede büyümüş
olduğuna, böyle bir devletin himayesinde olduğuna utanıyor. İnsan Kürt
komşusundan, Ermeni dükkancısından, Alevi arkadaşından utanıyor. Ne
söyleyeceğini, her gün yaşanan yeni bir durumu neyle izah edeceğini bilemiyor.
Demokrasinin olmadığı bir ortamda, hak ve özgürlüklerden hele
hele bir de kadın haklarından, kadın özgürlüğünden bahsetmek mümkün
olmamaktadır. Çünkü ancak demokrasilerin hakim olduğu ortamlarda temel hak ve
özgürlükler, yine kadın hakları ve özgürlüğü tartışılabilir. Türkiye’de kadın
hak ve özgürlüklerini eskiden kapalı kapılar ardından ancak tartışabiliyorduk.
Dar bir feminist çevre ve çıkardıkları pazartesi dergisiyle sınırlı bir
tartışma platformu ve ortamı vardı. Ancak Türkiye’de kadın sorununu cesurca
tartışmaya başlamamız, Kürt Kadın Hareketinin gelişip serpilmesine paralel
olarak gelişti. Bunu sayın Ayşe Düzkan ve çevresi iyi bilir. Türkiye feminist
çevrelerinin Kürt Kadın Hareketine eskiden yaptıkları temel eleştiri, bir erkek
olmasına rağmen Kürt Halk Önderi Sayın Abdullah Öcalan’ı Önderleri olarak kabul
etmeleriydi. Kürt Kadın Hareketi, yıllarca bunun nedenlerini anlatmaya çalıştı.
Karşısında anlama niyeti görmeyince de bu tartışmayı bıraktı zaten. Ancak
ardından gelişen doğal süreçler, Sayın Öcalan’ın kadın özgürlüğü hakkındaki
düşüncelerini şüphe götürmez bir biçimde ortaya çıkarınca ve bu yönlü
projelerinin kadın özgürlüğüne ne kadar hizmet ettiği görüldükten sonra, Kürt
Kadın Hareketinin haklılığı biraz anlaşılmaya başlandı.
Tabi tüm bu süreçlerin ardından, özellikle 2013 Newroz’unda
Kürt Halk Önderi Sayın Abdullah Öcalan’ın yaptığı demokratik çözüm çağrısı
ardından, Türkiye feminist çevreleri ile Kürt Kadın Hareketi ciddi bir
dayanışma ilişkisi içerisine girdi. Ya da kamuoyuna böyle yansıdı. Çünkü
İmralı’da Sayın Öcalan ile devlet arasında yapılan görüşmeler müzakere sürecine
evrilebilseydi, müzakere edilecek temel başlıklardan biri de Türkiye’de kadının
durumu olacaktı. Kürt Kadınları ve Türkiyeli kadınlar bunu birlikte
çalışıyorlardı. Kadın Özgürlük Komisyonu bu konuda bazı çalıştaylar yaptı.
Biraz kol kola, kafa kafaya verilen bu süreçte hem demokratik değer ve
kazanımlar genel anlamda güçlendi, hem de kadın lehine epey mesafeler alındı.
Ancak 7 Haziran seçimlerinde HDP’nin almış olduğu altı milyon oyu
kabullenemeyen Erdoğan ve AKP yönetiminin, seçimi yok sayıp tüm Türkiye’yi 1
Kasım’da tekrar sandık başına götürmesi, hem yükselmeye başlayan genel
demokrasi açısından hem de kadın lehine kazanımlara yol açan süreci adeta
baltaladı. Bu tüm Türkiye’ye yapılmış bir siyasi darbeydi. Bu darbeden hem
demokrasi güçlerinin hem de kadın kazanımlarının sağ çıkması oldukça zordu.
Nitekim Erdoğan’ın 1 Kasım siyasi darbesi ardından geliştirdiği süreçte tüm
güzellikler, tüm umutlar, tüm kazanımlar adeta yolundu, kırımdan katliamdan
geçirildi. Demokratik güzellikler, umutlar ve kazanımlar Kürdistan kent ve
kasabalarını yakıp yıkan tank paletlerinin altında çiğnenmek istendi, Cizre’de
bodrumlarında diri diri yakılan sivil günahsız insanlarla beraber, bir daha
yeşermemecesine yakılmak istendi. Kürdistan belediyelerine işgalci olarak
atanan KAYYUM’ların yaptığı ilk icraatlar, istisnasız belediyeler bünyesinde
yıllarca tüm yasaklama, baskı ve işkencelere rağmen büyük bir emek ve çabayla
geliştirilmiş olan kadın kurumlarını kapatmak oldu. Bu kurumların her biri Kürt
Kadınlarının adeta el emeği göz nuruydu. Kadın mekanları, kadın kurumları,
kadın faaliyetleri böylelikle bu işgalci KAYYUM’lar tarafından durduruldu,
dağıtıldı, târ û mâr edildi. Kadın kazanımlarına karşı geliştirilen bu
saldırılar en büyük tecavüz eylemidir desek yeridir. Eş başkanlık sistemi ve
eşit temsiliyet suç sayıldı ve tüm Eşbaşkanlar görevden alındı, işkencelerden
geçirildi ve tutuklanıp zindanlara atıldı.
Geçirdiğimiz süreçler diyalektik bütünlük içinde
incelendiğinde, ülke demokrasimizde büyük yükselmelerin ve hızlı alçalmaların
olduğu görülmektedir. Demokrasi ve kadın özgürlüğü lehine büyük yükselişlerin
başlangıcına bakıyoruz, İmralı’nın devreye girdiği, konuştuğu, Kürdistan’da
demokratik siyasetin serbest yürüdüğü ve kendi demokratik yönetimini geliştirip
kurumlaştırdığı süreçlerdir. Demokrasinin hızla alçaldığı süreçlerin
başlangıcına bakıyoruz, İmralı’nın susturulduğu, görüşmelerin kesildiği, savaş
ve şiddetin devreye sokulduğu, tüm toplumun bastırıldığı, yoğun tutuklamaların
olduğu, zindanların dolup taştığı dönemlerdir.
İsterseniz Türkiye’nin mevcut durumuna şöyle bir bakalım ve
ne yapmamız gerektiğine öyle karar verelim
Erdoğan-Bahçeli faşist yönetimi, Kenan Evren yönetimini
aratır oldu. Tüm Türkiye OHAL rejimine, Kürdistan ise Sıkı Yönetime tabi
tutulmuş bulunuyor. Hükümetin KHK yetkisine sığınarak geliştirdiği keyfi
uygulamalar İmralı’dan başlayarak tüm Türkiye’ye hükmediyor. HDP
milletvekillerinin tutuklanması, Kürt belediyelerine KAYYUM atanarak işgal
edilmesi, yüzlerce seçilmişin zindanlara atılması, Kürdistan’ın yakılıp
yıkılması, soykırım bodrumlarında sivil insanların diri diri yakılması, her gün
panzerlerle Kürt çocuklarının ezilmesi, kadınların giydiği kıyafetten dolayı
sokakta özel sivil adamlar tarafından cezalandırılması, tutukluya tek tip
kıyafet giydirilmesi, Müftülere resmi nikah yetkisinin verilmesi, ders
müfredatındaki bilimsel teorilerin çıkarılarak yerine teolojik söylemlerinin
yerleştirilmesi gibi uzun uygulama listesine baktığımızda, Türkiye’nin gerçek
tablosunu görüyoruz. AKP eski MKYK üyesi Ayhan Oğan’ın itirafı aslında bu
konuda işimizi biraz kolaylaştırdı. Ayhan Oğan’ın itiraf ettiği gibi AKP, Bahçelinin
desteği ile “yeni bir devlet kuruldu ve kurucusu da Erdoğan’dır . Tabi ki, kurdukları bu yeni devletleri
kendilerine mübarek olsun deyip meydanı onlara bırakmayacağız. Kılçık olup
boğazlarına batacağız. Kimse kendisini bu sürecin dışında görmemelidir. Hele
özellikle de biz kadınlar bu sürecin temel özneleriyiz. Erdoğan ve AKP’si bizi
her ne kadar ezmek, teslim almak, korkutup sindirmek istiyorsa da bunu
başaramayacağını onlara göstermeliyiz. Bakın biz kadınları yeniden
nesneleştirmeye çalışıyorlar. Cinsel obje dışında işe yaramaz kılmaya
çalışıyorlar. Ne giyeceğimize, nereye gideceğimize, nasıl kurumlaşacağımıza,
siyasete nereden katılacağımıza, nikahımızı kimin kıyacağına, kaç çocuk
yapacağımıza, ne iş yapacağımıza karışıyorlar. Hayatımızı organize etme
özgürlüğümüzü elimizden almaya çalışıyorlar. Yakında tv spikerlerinin ne
giyeceğine, ne takacağına, nasıl oturacağına bile karışılırsa şaşırmayın. Yine
şu anda kıyafetinden dolayı sokak ortasında dayağa maruz kalan kadınlar olarak
yakında değil dayak, bizleri öldürebilirler de. Bunlara şaşırmamamız gerekiyor.
Çünkü Erdoğan-Bahçeli rejimi, kendi kadın modelini geliştirmek istiyor. Kadın
giyimi, kıyafeti, kadın biçimi ve görünüşü tüm ideolojilerin kendine göre
biçimlendirmeye çalıştığı bir alandır. O yüzden Erdoğan AKP’si başa geldiğinden
beri, kadının ortak dayanışmacı mücadelesini başı açık-başı kapalı kadın
ayırımı üzerinden parçalamaya çalıştı ve bu güne kadar da getirdi. Başını
kültürel olarak kapatan kadın kardeşlerimizin başörtüsünü istismar etti. Adeta
kendi ideolojik simgesi, kendi bayrağı haline getirdi. Kadınlar olarak AKP’nin
kadına dönük bu istismarcı siyasetini daha fazla geliştirmesine izin
vermemeliyiz.
Peki tüm bunları aşmak için neler yapmalıyız?
Hep beraber Türkiye’yi faşizmin elinden kurtarma
mücadelesine odaklanmamız gerekiyor. Adalet ve vicdan mücadelesini kadınlı
erkekli hep beraber yükseltmemiz gerekiyor. Bunun için ortak örgütlülükler,
ortak insiyatifler, kardeş kurumlaşmalar oluşturmak gerekiyor. Belki de çok
geniş bir demokrasi cephesini geliştirmek en faydalısı olacak. Yapılacak ilk
ortak iş ise İmralı kapılarının açılmasını sağlamak olmalı. Çünkü yukarıdaki
değerlendirmede bir kez daha gördük ki, Türkiye demokrasisinin yeniden
yükselmesi, kadın hak ve özgürlüklerinin yeniden gündeme girmesi, gerçekten de
İmralı kapılarının açılmasına bağlı kalmaktadır.
Meral Karayel
Kürdistan Stratejik Araştırmalar Merkezi
www.lekolin.com – www.lekolin.org – www.lekolin.net –
www.lekolin.info -www.navendalekolin.com -http://kursam.org/index.html-
http://kursam.net/index.html