Faşist T.C devletini tanımlayabilecek en kısa, en net cümle şüphesiz ‘kendi varlığı için tehdit olarak gördüğü herkesi, herşeyi yok etmek isteyen bir devlettir’ demek yanlış olmayacaktır. Ardılı oldukları Osmanlı tarihi ve yine yüzyıla yakın kurulan ulus devletle başta Kürtler olmak üzere halklara dayatılan imha ve inkâr siyaseti bunu kanıtlar niteliktedir. Osmanlı’nın kendi varlığı için risk olarak gördüğü faklı inançtan ve kültürden insanları birbirine kırdırtma şeklinde Ermenilere, Rumlara, Süryanilere, Keldanilere, Alevilere uyguladığı soykırım siyaseti bugün çok daha keskin ve sinsi bir şekilde başta Kürtler olmak üzere birçok faklı inanca ve etnik kimliğe sahip halklara kültürel soykırım kıskacında daha tehlikeli ve etkili bir biçimde uygulanmaktadır.
Yüzyıllardır Kürtlerin halk ve toplum olarak geniş bir coğrafyada aşiret tarzı toplumsal formlarıyla varlıklarını koruma, kültürlerini yaşamadaki ısrarları fiziki soykırımla yok edilmelerinin önünde alırken aynı zamanda onun asimilasyona, başkalaşıma uğramasını da güçleştirmiştir. Bu nedenle bir Osmanlı geleneği olarak, bugünde faşist T.C devleti tarafından uygulanan ‘’fiziki olarak yok edemiyorsan onu toprağından, kültüründen uzaklaştırıp yani göç ettirip kültürel soykırım kıskacında eriterek bitirebilirsin’’ politikası çok vahşi bir şekilde uygulanmaktadır. Cumhuriyetin ilk yıllarında Kürt halkının imha ve inkâr politikalarına karşı geliştirdiği isyanlar gerekçe gösterilerek bu göçertilme politikası Şark Islahat Planı ve Takrir-i Sükûn kanunu vb. kanunlarla yasallık kılıfına büründürülerek yapılmak istense de bugün günümüzde çok daha sinsi bir şekilde geliştirdiği ekonomik savaş politikalarıyla, açlıkla terbiye ederek teslim alma biçiminde uygulanmaktadır.
Bir özel savaş uygulaması olarak Kürtleri ‘NAN’nın diyarında ‘NAN’sız bırakarak yaşamlarını devam ettiremeyecek hale getirerek bu şekilde göçe zorlamak, onu halk yapan toprağından, kültüründen, kimliğinden uzaklaştırarak toplumsallıklarını parçalamak, bu şekilde inkâr ve imhayı dayatmak özel savaş devletinin esas amacı olurken, uyguladığı ekonomik soykırım politikaları da bu savaşı kazanmanın en temel araçları olmaktadır.
Ekonomik soykırım faklı toplumsal kesimlerde farklı biçimlerde uygulanmaktadır. Tarih boyunca kendisinin varlığını inkârı üzerinden üst tabaka olarak tanımlanan kimi ailelere her türlü ekonomik imkân yaratılarak bu aileler bazında yoksul halk tabanına karşı bir tür özel savaş politikası uygulamıştır. Belli başlı bazı işbirlikçi aileler üzerinden uygulanan bu politikalarla topluma ‘’kendi varlığınızı ret edip benim istediğim ölçülere geldiğiniz takdirde size her türlü imkân sağlanır’’ algısı yaratılmış, bu şekilde yoksul halk tabanı kendi varlığını inkara çekilmek, işbirlikçilik-ajanlık dayatılmak istenmiştir. Kürdistan’da Bucaklar, Ensarioğluları, Arzular, Bayramlar, Orhanlar ve daha ismini yazamadığımız yüzlerce binlerce bu işbirlikçi aileler üzerinden toplum ekonomik savaşın çarkında eritilerek teslim alınmak, direnişten mücadeleden koparılmak istenmektedir. Şüphesiz bu ekonomik savaşın bir yönü bu üst tabakayı temsil eden aileler üzerinden toplumda işbirlikçiliği geliştirmek olurken, öte yandan Kürdistan’da yürüttüğü ekonomik politikalarla yoksul halk tabanını bir lokma ekmeğe muhtaç bırakarak, ajanlığa işbirlikçiliğe ikna etmek olmaktadır.
Kürtler üzerinde yaşadığı coğrafyanın da etkisiyle kıra dayalı, toprağa dayalı yaşamış, dolayısıyla geçimini tarım ve hayvancılıkla uğraşarak günümüze kadar varlığını sürdürmüştür. Bu nedenle Kürtler de toprak kutsaldır, topraktan elde ettiği buğdayı, arpası, ekmeği kutsaldır. Her birine ayrı adını koyduğu ineği, öküzü, keçisi onun ailesinin bir parçasıdır, kendisinin dışında değildir. Doğayla iç içe toplumsal değerlere dayalı paylaşmayı esas alan bir yaşam sürdürmüştür. Bu nedenledir ki devletin yüzyıllardır uyguladığı her türlü fiziki imhaya, kültürel soykırıma rağmen bir halk olarak varlığını koruyarak günümüze kadar gelebilmiştir.
Kürtlerin varlık olmalarında en temel faktörün kıra dayalı toplumsal yaşamı olduğunun bilincinde olan faşist devlet, bugün Kürdistan’da uyguladığı ekonomik politikalarıyla Kürtlerin tek ekonomik dayanağı olan tarım ve hayvancılığı adeta durma noktasına getirmiştir. Uygulanan politikalar sonucu yaşamını idame edemez durumda kalan emekçi Kürt halkının metropollere göç etmesini sağlayarak, bu şekilde hem patronlar için ucuz iş gücü hem de sistemin çarkında uyguladığı asimilasyon politikalarıyla kendi olmaktan, varlık olmaktan çıkarmak istemektedir. Şüphesiz 90’lı yıllarda bir özel savaş uygulaması olarak boşaltılan binlerce köyle salt gerillayı halktan koparmak yani özel savaş rejiminin Başbakanı Tansu Çiller’in dediği gibi ‘balığı susuz bırakmak’ değil, aynı zamanda doğup büyüdüğü köyünden, onu besleyen toprağından, paylaşıma dayalı toplumsal ilişkilerinden kopararak, sistem içerisinde eriterek daha hızlı sonuç almak istemektedir. Buna paralel göçertemediğini yani yaşamı pahasına, ona dayatılan bütün zora rağmen toprağında kalmakta ısrar eden Kürtlere de uyguladığı ekonomik politikalarla kendi coğrafyasında, köyünde, toprağında teslim almak olmaktadır.
Köy boşaltmaları, sebze ve tahıl ürünlerinde kota uygulanması, yaylaların yasaklanması, ihtiyacı olmadığı halde yurt dışında et ithal edilmesi, yine Kürdistan’da çıkarılan yer altı yer üstü madenlerin Kürdistan’ın dışındaki işletmelerde işletilmesi, Kürdistan’ın neredeyse her dağını taşını köstebek yuvalarına dönüştüren maden alanlarının büyük bir oranın yabancı şirketlere peşkeş çekilmesi, Kürdistan’ın can damarları olan su kaynakları üzerine barajlar yapılarak yerleşim alanlarının, kültürel tarihi mirasların, ekili tarım alanların sular altında bırakılması vb. uygulamalar Kürdistan’da uyguladığı ekonomik savaş uygulamalarından sadece birkaçı olmaktadır. Son zamanlarda tarımla uğraşan kesimlere DEDAŞ eliyle esasta devletin ekonomik soykırım uygulamaları kapsamında, yüksek faturalar keserek, bunu ödeyemeyenlerin elektriğini keserek, halkı ekip biçemez hale getirmekte bu kırım politikalarından biri olmaktadır. Bu şekilde onurlu, yoksul, emekçi Kürdü işbirlikçi Kürtlerin eliyle kendi toprağında bir lokma ekmeğe muhtaç bırakarak, ajan işbirlikçiliği kabul ettirmek zorunda bırakmak amaçlanmaktadır. Kürdün önüne iki seçenek konulmaktadır. Ya köyünü, taşını, toprağını bırakıp metropollere göç etmek zorunda kalacak (ki bu şekilde daha çabuk asimilasyon başkalaşım politikalarına maruz kalarak sistemin içinde eriyecek) ya da kalıp devletin her türlü baskı, şiddet uygulamasına maruz kalarak kendisine, halkına ihanet etmeyi seçecek.
Kürde dayatılan Köy koruculuğu, ajan, kontra, istihbarat ağının yaygınlaştırılması vb. bu politikaların en ahlaksız biçimde uygulanma alanları olmaktadır. Çıktığı her operasyon karşılığı koruyucuya ödenen maaşla verdiği her bilgi, şehadetine sebep olduğu her gerilla karşılığında ajan işbirlikçilere ödenen yüksek meblağlar, savaşın en ahlaksız, vicdansız boyutunu oluştururken bu şekilde ödenen her bedelde insanlık vicdanında kapanmaz bir yara açmaktadır.
Şüphesiz özel savaşın en vahşi yüzü olan ekonomik savaş politikaları salt Kuzey Kürdistan’da değil neredeyse her parçada T.C eli ve işbirlikçilerin desteğiyle geliştirilmek istenmektedir. Sınır köylerinde her yıl onlarca yüzlerce Kolberin Türk askeri ve İran pastarlarınca katledilmesi, Kobani’de üç devrimci Kürt kadınının şehit edilmesi, Başur’da PKK gerillalarının komplolarla şehit edilmesi ve daha verebileceğimiz sayısız örnek de bu ahlakdışı politikaların sonucu olmaktadır. Özellikle TC-KDP işbirliği ile Kürt işbirlikçi üst tabakanın ticari ilişkileri kapsamında faşist şef Erdoğan ve yakınları ile yaptıkları ticari anlaşmalar ile Kürdistan’ın ekonomik zenginliğinin Türklere peşkeş çekilmesi bu ekonomik savaşın bir parçası olurken, aynı zamanda üretimden koparılmış Başur halkını da açlıkla yüz yüze bırakarak TC’nin ajan işbirlikçiliğini yapacak düzeye getirmek de, bu uygulamaların en vahşi yönü olmaktadır. Bir özel savaş uygulaması olarak Başur’da geliştirilen sisteme göbekten bağlama politikası kapsamında yaygınca uygulanan peşmergelik de bu uygulamaların resmi bir kılıfa büründürülerek sürdürülmesi olmaktadır. Şüphesiz Başur’da T.C’nin KDP-YNK işbirlikçiliği ile Başur halkına uyguladıkları ekonomik savaş politikaları çok daha geniş bir alanı kapsamakta ve herbiri ayrıca ele alınıp değerlendirilmesi gereken konulardır. Ancak Kürdistan’da ekonomik soykırım gerçeğini işlerken özellikle kapitalist sistemin Ortadoğu’daki ana merkezi haline getirilmek istenen Başur’da uygulanan ekonomik savaş gerçeğini de bilen bir yerden ele almak Kürdistan’da uygulanan ekonomik savaşın büyüklüğünü göstermek açısından önemli olmaktadır.
Sonuç olarak T. C’nin soykırım kıskacında ona reva gördüğü kendi varlığından kimliğinden, toplumsal değerlerinden uzak bir yaşama karşı; inatla varlık mücadelesi veren, kendi öz gücüyle direnen onurlu Kürdistan halkı şüphesiz ekonomik savaşın insafını bırakılamayacak kadar değerli bir halktır. Bu anlamda bir an önce yapılması gereken faşist T.C devleti ve onun özel savaş uygulamalarına karşı kendi toplumsal örgütlenmesini yaparak kendi ekonomik sistemini inşa etmek bu temelde toplumsal devrimini gerçekleştirmek olmaktadır.
ZİLAN KAYA
Kürdistan Stratejik Araştırmalar Merkezi