Madrid’deki NATO toplantısı öncesinde Biden-Erdoğan arasında yapılan görüşmede ABD başkanı tarafından Erdoğan’a ‘anı yakala’ denildiği ve Erdoğan’ın Finlandiya ile İsveç’in NATO’ya alınması yönündeki itirazını yumuşattığı belirtilmektedir. Her dönemi ifade eden tanımlamalar vardır. Özellikle de Batılı hegemonik güçlerin Rus-Ukrayna savaşı ile başladıkları yeniden yapılanma ve karşı hamle sürecini bu tanım üzerinden okumak oldukça anlamlı olacaktır. Bu cümle ile kast edilen şey ABD-AB’nin yeni bir süreç başlattığı, bu süreç ile on yıllık bir zamanın kast edildiği ve Türkiye’ye buna dahil olmazsan treni kaçıracağıdır. Bilindiği gibi 2003 Irak savaşında ABD ordusu için meclisten tezkere çıkarmayan TC ve AKP hükümeti bir şekilde bunun bedelini ödemiş, Süleymaniye’de TC askerinin başına çuval giydirme hadisesi olayı sembolize eden görüntü olmuştu. Yakın zamanda Rus-ABD denge ve çelişkilerine oynayan TC, Ruslar’da S400 füzeleri almış, bunun da bedellerinden biri F 35 programından çıkarılması olmuştu. Çıkarları gereği TC’yi gözden çıkarmayan ABD Erdoğan bu kez ‘aptal olma’ demek yerine, akıllı ol anı yakala demiştir.
ABD ve NATO işgalci ve soykırımcı Türk devletinin yayılmacı politikalarına bölgedeki çıkarları gereği ses çıkarmamakta, tam tersi bölge devletlerini bir de TC sopasıyla terbiye etmeye çalışmaktadır. Yine Rusların bölgedeki politikaları birde TC yayılmacılığı ile dengelenmek istenmektedir. Faşist TC’nin NATO üyesi olması, gittiği ve konumlandığı her alanın NATO’ya da açılmış olması anlamını taşır. Yine PKK ile savaşta 1985’ten beri Türk devletine aktif destek sunulmakta, askeri, siyasi, ekonomi, diplomatik her çeşitten bol destekle, her zorlandığında TC’nin imdadına yetişmektedirler. Mevcut haliyle TC ve Erdoğan’ın PKK hareketi karşısında son 20 yılın en fazla zorlanılan dönemde olduğu aşikardır. Bitti, bitirildi denilen Özgürlük Hareketi, tüm ABD-AB-NATO saldırılarına, bölge devletlerinin baskı ve zulmüne, yine paravan örgüt ve çetelere rağmen Bakur’dan, Rojava’ya ve diğer Kürdistan parçalarına, Avrupa’dan, diğer kıtalara kadar kitlesel gücünü, siyasi ve askeri etkinliğini korumakla kalmamış daha da güçlenmiştir. Bu konuda en fazla zorlanan ülkelerin başında sömürgeci Türk devleti ve AKP-MHP hükümeti gelmektedir. Neticede PKK, faşist şef Erdoğan’ın ve onun hükümetinin de sonunu fiilen getirmiştir. Yapılan araştırmalar bunu yeterince kanıtlamaktadır. Bu sonuç neticede Erdoğan ve TC hükümetlerinin yenilgisi gibi gözükse de aslında, bu savaşı kaybeden esas güç ABD ve NATO’dur. PKK’yi elli yıldır kendi emperyal çıkarları için engel gören hegemonik güçler yeni dönemin stratejisini oluşturur, risk ve hedefleri belirlerken PKK’yi buna dahil etmemeleri düşünülemezdi.
Madrid’de TC, Finlandiya, İsveç yönetimi arasında yapılan toplantı, hazırlanan bildirinin okunmasının dışında bir değer atfetmedi. Diplomasi ve istihbarat heyetleri arasında aylar ve haftaları alan ön görüşmeler neticesinde bir konsensüs hazırlanmıştı. Üçlü momerandum denilen belge esas olarak ABD-NATO ve ilgili istihbarat kurumları tarafından hazır hale getirilmiş, TC’ye prestij kazandırmak için toplantılar ayarlanmış ve toplantı sonucu olarak kamuoyu ile paylaşılmıştır. Bu anlamıyla da Erdoğan’ın talepleri değil, NATO’nun hedefleri temelinde bir belge açığa çıkmıştır. TC’nin Rojava’ya saldırısıyla başlayan İsveç’in silah ambargosunun sonlandırılması dışında Türk devletinin hiçbir talebi yerine getirilmedi. Silah ambargosunun kaldırılması da özellikle Zap savaşında zorlanan TC’ye destek sunma üzere ortak görüşün neticesidir. Sadece bu destek bile Kürt soykırımına sistematik ortaklığın bir başka yansımasıdır. Farklı nüanslar içerse de NATO’nun Kürt soykırımına desteği açıktır. Dolaysıyla bu süreci derinlikli analiz etmek ve bazı sonuçlara varmak önem taşımaktadır. Özetlemek gerekirse: Bir; ABD-AB-NATO on yıllık stratejik pusula dedikleri dönem politikalarına dahil etmişledir. TC’nin bundan sonra bu güçlere daha yakın durma zorunluluğu gelişecektir. İki; NATO PKK ile savaşı sürdüreceğini bu momeradumla doğrudan kamuoyuna yansıtmıştır. Kamuoyu tepkisinden dolayı açıktan ilan etme yerine çoğunlukla yapıldığı gibi dolaylı, iki devlet ve TC arasında gelişen bir sonuç metni olarak sunuş anlaşılır bir durumdur. Üç; Belge üzerinden ilgili tüm örgüt ve güçlere bir mesaj göndermiş, ya işbirliği ya savaş biçimindeki içerik iletilmiştir.
NATO öncesi ve akabinde yürütülen tartışma ve toplantılar AKP-Erdoğan odaklı ele alınıp değerlendirilmektedir. Bu kusurlu bir yaklaşımdır. Açığa çıkan sonuç ve öncesinde yapılan tüm tartışma ve görüşmeler işgalci ve sömürgeci TC devlet aklı ve politikasıdır. Erdoğan bu işi kendi iktidarını koruma, yeniden seçilme vaadi üzerinden kurgulamış, ancak TC ve ABD işin gelecek açısından stratejik boyutuna odaklanarak konuya yaklaşmışlardır. TC devleti ve ABD’nin Erdoğan’la iktidar üzerinden bir anlaşmaya gidip gitmedikleri zaman içinde netleşecektir. Ancak konunun taraflar için Erdoğan’ın iktidarından daha fazla önem ve öncelik arz ettiği, Erdoğan’ı sınırlı tutma mesajı güttüğü tüm süreç analiz edildiğinde görülecektir. Fakat esas gaye hasıl olmuş ve PKK özgür Kürt düşmanlığı yeniden duyulur biçimde deklere edilmiştir. İsveç ve Finlandiya’nın bahse konu belgede geçen maddeleri zaman içinde hayata geçirilip geçirmemesi, asıl amaç yanında teferruattan ibarettir.
Önemli ve bilinçli şekilde algı yönetimi ile yanılsama yaratılmak istenen bir husus da Erdoğan-AKP hükümetlerinin sonunun gelmesiyle gelişecek duruma ilişkindir. Tek cümle ile ifade edilecekse ‘Erdoğan gider, biter’ tezi dünya ve bölgede yaşanan gelişme ile oluşturulan dönem stratejilerine ters düşmektedir. Bu tezi çürüten yığınca güncel örnek vardır. NATO paktının kendini tüm bölgede uzun süreli bir savaşa hazırladığı, Rusya-Ukrayna savaşının yeni Dünya Dizaynı hedefiyle bilinçli uzatıldığı, NATO Sekreterinin PKK’ye açıktan savaş ilan ettiği, 2030 yılı ABD-AB stratejisinin risk ve tehlikeleri bertaraf etme üzere belirlendiği bir süreçte TC-PKK savaşının son bulmasına uluslararası güçlerin destur ve olanak tanımaları mümkün değildir. TC-PKK arası kalıcı çözümün Ortadoğu ve dünya üzerinde oluşturacağı havayı, etkiyi en iyi ABD ve İsrail bilir. Kaldı ki Türkiye’de Erdoğan’ın gidişiyle ilgili yoğun bir tartışma ve bazı hazırlıklar göze çarparken, savaşın durdurulması yönünde hiçbir emare yoktur. Tam tersi, savaş bütçesi artırılmakta, ordunun teknik donanımı nitel açıdan güçlendirilmekte, 2015 yılı itibariyle devreye konulan savaş politikasının sürdürüleceği görülmektedir. İçinde bulunduğumuz süreçte Yaşar Güler’in emekliliğinin 5 yıl uzatılması ve bunun için Genel Kurmay Başkanlığının emeklilik yasasının değiştirilmesi bile doğru sonuca varmak için küçük ama önemli bir örnektir. Zaten kendileri de bunu açıkça ‘terörle mücadele de varılan aşamanın kesintiye uğramaması ve biriken tecrübenin nakledilmesi’ biçiminde formüle ettiler. Dolaysıyla bunları sadece Erdoğan’la izah etmek ve gidişiyle sonuçlanacağını var saymak yanılgılı bir yaklaşımdır. Dikkat edilirse 6’lı masa aktörlerinin de yarım ağızdan verdikleri mesaj ve imalar ile kimi olaylara yönelik kullandıkları dil bunu göstermektedir. 6’lı masanın devletle anlaşmaya vardığı yönündeki yorumlar yabana atılacak cinsten değildir. Kendilerinden emin konuşmaları, iktidara gelmiş, gelecek havasıyla hareket etmeleri hem devlet hem de bazı dış güçler tarafından gerekli icazet ve desteği aldıklarını işaret olsa da bunu başaracakları ve iktidara gelmeleri AKP’nin tüm çöküş haline rağmen kesin değildir. Devletin, özelde de derin devletin (başını Özel Harp Dairesi ve MİT çekmektedir) 6’lı masa ile anlaşmanın ilk şartı PKK-Kürtlerle savaş konseptinin sürdürülmesidir. Şüphesiz Erdoğan ve AKP-MHP hükümetinin çöküşü Türkiye’de halklar lehine olumlu bir iklim, zemin ve imkan yaratacaktır. Ancak bunun demokratik bir yapıya mı, yoksa ulusalcı, soykırımcı, zihniyetinin varlığının devamına mı evirileceği belirsizdir. Bunu güçlerin mücadelesi belirleyecektir. Özetle beklenen siyasi değişim gelişirse, yeni bir mücadele süreci de kendisini izleyecektir. Mücadelenin, dolayısıyla da şiddetin dozajını uluslararası destek ile TC’nin iç dinamiklerinin ekonomik gücü ve toplumsal yapıların tutumu belirleyecektir. Tümünün toplamında mücadele argümanları, yöntem ve şiddet orantılarında değişimler, gelgitler yaşansa da önümüzdeki sürecin Türkiyesinde kısa vadede toplumsal, siyasal sorunların köklü çözümünden ziyade demokratik zeminin güçlenmesi ve bunun üzerinden sorunlara çözüm konsensüslerin oluştuğu bir döneme girilebilir. Devletçi, soykırımcı zihniyetin savaş konseptinde ısrarcı olacağı, ancak bunun AKP dönemi kadar bütünlüklü yürümesi için rezervlerin hayli tüketildiğini, ısrarın bu kez TC’nin sonunu getirmesi, yani üniter yapının dağılmasıyla neticelenmesi olasılık dışı sayılmamalıdır. Ortadoğu’da üniter yapıların geleceksiz geleceği ve toplumsal başkaldırışların yarattığı etki örneklerle güncelliğini korumaktadır. Olup bitenler gösterdi ki kendilerini devlet + demokrasi formülasyonuna dönüştürmeyen bu yapıların direnç limidi sınırsız değildir.
Duruma bu açıdan bakıldığında Madrid görüşmelerinin somutta soykırımcı TC’ye PKK ile savaşta silah desteğinin devam edeceğinin teminatı verilmiştir. Ki silah ve güç desteği hiçbir zaman kesilmedi. TC’nin içte yaşadığı siyasi, ekonomik, diplomatik tıkanma ve toplumsal sorunlar önümüzdeki seçime kadar derinleşerek varlığını sürdürecektir. Bu sorunların çözümü konusunda ne ABD ve AB, ne de Bin Salman’dan derde deva bir gelişmenin görülmediğini görüşmelerin sonuçları irdelendiğinde anlaşılmaktadır. Yani özcesi yandaş medyanın tüm zafer ilanlarına rağmen Erdoğan ve AKP-MHP hükümetini düşürmeye götüren nedenler olduğu yerde durmaktadır. Mevcut Türkiye’nin siyasi iktidarı ve eldeki imkanlar yakın zamanda yaşanan sorunların çözülmesi için gerekli imkan ve koşullardan yoksundur.
PKK dışında kalan Kürtler, özelde de KDP’nin sömürgeci-soykırımcı TC-AKP ile yürüttüğü kader kardeşliği tüm boyutlarıyla devam ederken AB ve NATO’nu bu ihanetçi şebekeye yaklaşımı vurgulanmak durumundadır. Bu stratejilerin çizildiği süreçte Mesrur Barzani İngiltere’ye davet edilmiş, bazı toplantılara katılımı sağanmış ve neticede işbirlikçilik temelinde siyasi, ekonomik ve askeri destek vaadi ile döndüğü kimi demeçlere yansımıştı. KDP ve Kürt bölgesel yönetiminin iç sorunları Irak ve İran ile çelişkileri artmış bulunmaktadır. Yaşanan zorlanma TC ve Batılı güçlerle ilişkiyi geliştirerek aşma, en azından iktidarlarını sürdürme hedefindedirler. Bu güçlere yakınlaştıkça da belirtilen devletlerle sorunlar derinleşecektir. Fakat önemli olan husus KDP’nin PKK karşıtlığının ABD-AB’nin dönem stratejisini ihanetçilik üzerinden tamamlar oluşudur. Yani KDP’ye bu süreçte biçilen misyon Kürdi bir yapı olarak her zamanki gibi PKK’ye yönelik yapılan ve yapılacak olan komplo, saldırı ve yasaklama konseptlerine dahil olması, meşruiyet kazandırma çabasıdır. KDP, TC ve NATO’nun ortak PKK stratejilerinin üçüncü ortağı olarak benimsediği ve kendisine biçilen misyonla önümüzdeki süreçte hareket etmeye devam edecektir.
Sonuç Yerine:
Üçüncü dünya savaşında daha yoğunluklu bir savaş ve mücadele sürecine girdiğimize dair somut veriler oldukça fazladır. Bu süreçte biraz daha erken hazırlanan ve inisiyatifi elde tutan ABD ve arkada kalmak isteyen İsrail’dir. İttifakın tamamlayıcı gücü NATO ve AB ülkeleridir. Rusya’nın Ukrayna’ya saldırısı hamle yapmak isteyen bu güçlere olanak tanımıştır. Bu kapsamda savaşı zamana yayarak tehlike algısı yaratmada başarılı oldukları belirtilebilir. Öyle ki 70 yıldır veremden kaçar gibi NATO üyeliğinden kaçan İsveç yıllardır dile getirdiği argumları hiçe sayarak yalvar yakar NATO üyeliği için kapı kapı dolaşmıştır. Birinci amaç savaşı düşük yoğunluklu ve Ortadoğu eksenli olmaktan çıkarıp, Avrupa sınırlarına dayandırmaktı. İkinci hedef yeni tehdit-düşman algısı yaratmaktı. Nitekim bunu 2001’de ikiz kule saldırıyla başlatmış, 2011 de Daiş propagandasıyla bunu güncellemek istediler. Ancak PKK’nin Daiş’i kırması, bu çetelerin Avrupa’ya saldırılarını da engellemiş oldu. Buradan bekledikleri düşmanı yaratamadılar. Son Ukrayna’daki savaşla Avrupa halk ve hükümetlerinde istenen korku ve algı yaratıldı. Sıra da AB ve NATO’yu bu tehdit karşısında yeniden düzenlemek ve dünya genelinde yeniden ittifak arayışları bulunuyor. Bu yoğun hareketliliklerin amacı bu çerçevede özetlenebilir. Oluşan on yılık strateji belgeleri de halliye bu gerçeğe ve kapitalist sistemin bütünlüğüne uymak zorundadır. Hem güvenlik, hem de ekonomik içerikte olmalıdır. Ticaret, enerji ve maddi kültürün dolaşımı belirlenen strateji temelinde kendine alan bulacaktır.
Hegemonik baronların 2030 stratejileri güçlendirilmiş NATO, birliği sağlama alınmış AB, Arap devletleriyle ittifak ve yeni güvenlik ve ticari anlaşmalar, İsrail’in güvenliği gibi kaba hatlar ekseninde oluşturulurken temel tehdit sıralaması da önemlidir. Bunlar:
Bir; Rusya. Rusya’nın askeri olarak bölgedeki yayılmacı politikası giderek ABD-AB’nin yeniden dizayn politikaları için risk teşkil etmektedir.
İki; Çin. Çin’in ekonomik ve ticaret hacmi giderek artan bir hız kazanmış durumda. 2030’ a kadar milli hasılat, ithalat-ihracatta ABD’yi geçeceği öngörülmektedir. Yine bilim-teknik, altyapı ve telekomünikasyonda oldukça gelişme kaydetmiştir. Özetle uyuyan dev, potansiyel süper güç gibi tanımlamalar Çin devletinin gelişimini ifade etmektedir ve ABD-AB için risk barındırmaktadır.
Üç; İran. Denetim dışı nükleer silah üretimi üzerinden uluslararası güçlerin baskı ve tecrit altına aldığı İran, nükleer silah dışında İsrail’in güvenliğini tehdit eden en önemli aktördür.
Dört: PKK. Kürt Özgürlük Hareketinin demokratik halk çizgisi, kapitalist sistem tarafından tehlikeli görülmesi ve iktidarcı, devletçi kesimlerle ittifak kurarak PKK karşıtı mücadeleyi sürdüreceği son Madrid’de okunan ve NATO genel sekreterinin de bulunduğu açıklama ile tecil edilmiş oldu. PKK’ye yaklaşımın birinci boyutu bölge üzerinde gelişen etksini zayıflatma, daraltma iken, diğer boyutu PKK’nin etkisi altındaki parça yapılanlamaları üzerinden değişim-dönüşüme zorlama ve sisteme çekme biçiminde ifade etmek mümkündür. NATO’nun PKK ile mücadele stratejilerinin ilki 1985-2010 arası süreç tasfiye ağırlıklıydı, son on yıllık stratejinin öne çıkan yanı PKK’nin bölgedeki gelişimini sınırlandırmaydı. Yeni süreç savaş/sınırlandırma ile birlikte kurulacak baskı ile dönüşüme daha fazla zorlama biçiminde öne çıkacaktır. Zira üçlü zirve mutabakatına YPG-PYD ifadelerinin eklenmesini bu açıdan değerlendirmek, geçmişte olduğu gibi tehdit ve şantaj öğelerini sıkça kullanmayı sürdüreceğini belirtmek gerekir.
NATO, bu temel risk ve hedefler dışında kalan devlet, örgüt ve iktidarlara karşı bilinen ekonomi, askeri, ambargo, darbe gibi özel savaş ağırlıklı yöntemlerle 2030 yılı strateji hayata geçirilmeye çalışılacaktır.
Buradan da hareketle Kürdistanı işgal eden devletlerin yaşamakta olduğu iç buhranların yeni süreçte de varlığını koruması en gerçekçi öngörüdür. Bunların aşılması için gerekli demokratik adımların sağlıklı atılması hem iç hem dış engellerle karşılaşacaktır. Tüm bunlara rağmen PKK’nin etkili yapısı bu güçleri her koşulda adım atmaya zorlayacak ve özellikle de TC devleti eski zihniyet tortuları ve NATO’nun PKK-özgür Kürt düşmanlığı ile arasında sıkışma yaşamaya devem edecektir. Bu on yıllık süreç PKK’nin bölgede etkisinin hızlı, ancak ilgili devletlerle anayasal çözüme gitmede temponun yavaş olacağı bir süreç olacağa benzemektedir.
Önümüzdeki on yılık süreçte Ortadoğu’da esas olarak çelişki ve çatışmalar ABD-NATO ile bölge devletleri arasında değil, esas olarak PKK ile bu hegemonik güç ve ittifak birliği ile olacaktır. Her iki güç direk karşılıklı bir savaşa girmekten kaçınmaları olasılık dahilindedir. ABD ve NATO Kürtlerle direk bir savaşı göze almaya bilir. Ancak bölgenin esas belirleyeni PKK olacaktır. Hegemonik güçler PKK’yi frenleme, etkisini azaltma, zayıflatma ve darbeleme planlarını çok yönlü devreye koymayı sürdüreceklerdir. Bu yönüyle PKK’nin bu güçlerle mücadelesi yeni bir boyuta, çok yönlü ilişki ve çelişkili bir evreye girme olasılığı taşımaktadır. Bu aynı zamanda demokratik halklar ile iktidarcı, erkek egemenlikli devletçi devlet temsilci ve oluşumların mücadelesi olacaktır. Başarı yada başarısızlık oluşturulan stratejilerin konjektür, toplumsal yapı ve tarihsel gerçeklikle güçlerin örgütlenme, askeri yaratıcılık ve ideolojik yetkinliklerinin kabiliyetlerinde saklıdır.
Ali KASIM
Kürdistan Stratejik Araştırmalar Merkezi