16 Aralık 2009 Çarşamba Saat 18:09
0
21
TR
:” ”
:””
” “,”serif”
Tarihte kültür ve uygarlığı temel alan
yaklaşımlar sınırlıdır. Var olanlar da değişik bakış açılarına sahiptir. Burada
çözmeye çalıştığımız sorunları kültür ve uygarlık temelli olarak koymuyoruz.
Toplumsal gelişmede kültür ve uygarlığın yerini ve zamanını, belirleyiciliğiyle
birlikte katkısı oranında değerlendirmek durumundayız. Aksi halde eldeki tarih
(ki, çoğunlukla böyledir) ‘olaylar yığınından’ öteye bir anlam taşımaz. Tarih
biliminin öğreten değil, öğrenmeden alıkoyan niteliği bu özellikle yakından
bağlantılıdır. Din, hanedan, kral, savaş, kavim ve benzeri olguların sayısal
dökümünden ibaret olan tarih toplumsal gelişmeyi öğreten değil, öğrenilmesini
engellemek için bilinçlice üretilmiş bir perdelemenin, zihni ve toplumsal
hafızayı iktidar ve istismar sahipleri için hazırlamanın ideolojik çabalarıdır.
Bu tarz anlatımlar yüksek bir belirleyicilik oranında ideolojik temelde
meşruiyet sağlamanın çok eskiden kalma propaganda araçlarıdır.
Yöntem ve bilgi sistemine dair açıklamamıza
bağlı kalarak çözümlememizi biraz daha boyutlandıralım. Aryen dil-kültür
grubuna yönelik bir eleştiri de, güya Hitler de bu kavramı kullandığı için
‘ırkçılık’ kokusu taşıyabileceğine ilişkindir. Bunlara şunu söylemek gerekir:
Hitler’in partisinin isminde ‘sosyalizm’ sözcüğü de vardır. O zaman ırkçılık
kokar deyip sosyalizmi terk etmek mi gerekir? Kaldı ki, faşizm çok farklı
bilimsel ve ideolojik kavramları başarıyla kullanmada, yani ‘demagojik’
çabasında son derece başarılıdır. Böyle olduğu için herhalde bilim ve
ideolojiyi bırakacak değiliz. Aryen dil-kültür kökenli milliyetçilik yapmak
aklımızın köşesinden geçmediği gibi, milliyetçiliğe karşı en anlamlı yorum
sahiplerinden biri olduğumu da gururla, onurla belirtmek durumundayım. Eğer
bugün bile Irak’taki vahşeti anlamak istiyorsak, şimdiye kadarki tarih ve
sosyoloji bilimimizin iflas ettiğini öncelikle kabul etmeliyiz. Ondan sonra
eleştiri ve yeni tarihsel-sosyolojik öneri hakkımız doğar. Yapmaya çalıştığımız
da bu insanlık trajedisi için küçük bir katkıdır.’Özgür İnsan Savunması’nda
uzunca anlatmaya çalıştığım konuya ana hatlarıyla yer vermek durumundayım:
a- Aryen dil-kültür grubunun gerek dilin
oluşumunun, gerek köklü bir kültürel altyapıya temel teşkil etmesinin tarihsel
ve coğrafi koşuluna bağlı olduğunu söylüyoruz. M.Ö. 10000-4000 yılları arası,
yaklaşık olarak bu dil ve kültürün iyice kurumlaştığı ‘uzun dönemi’ ifade eder.
Her tür çömlekçilik, tarım için saban ve hayvan koşumu, tekerlek, dokuma, elle
öğütme değirmeni bulunmuş, sanat ve din kurumlaşmıştır. Çok verimli bir
bitkisel ve hayvansal ürün listesi, nüfusun büyük artış göstermesinde kendini
kanıtlamıştır. Sadece yeni ve gelişkin yontma taşlardan balta, bıçak, değirmen,
tekerlek, mimari ve diğer sanatsal ve dini eserler yapılmıyor kalkolitik dönem
dediğimiz dönemde maden taşından da daha verimli eserler yapılıyor. Bunların
örneklerine günümüzde bolca rastlıyoruz. Zagros eteklerindeki Bradostiyan kazı
merkezlerinden, Çayönü ve en son Urfa yakınlarındaki kazı merkezlerinden
(Göbeklitepe) on bir bin yıl öncesine dayandığı kanıtlanan muazzam yontulmuş
taştan ev ve dini mimari örneklerine, maden taşından yapılmış birçok araç
gerece rastlanmıştır.
Bugün bile yerel halkın kullandığı bu
kültürel araçlar ve onları ifade eden kelime grupları çekirdek alan kimliğine
ışık tutmaktadır. Ceo (Geo-yer), Erd (yer, toprak, tarla), jin (kadın, yaşam),
roj (güneş), bra (kardeş), mur (ölüm), sol (ayakkabı), neo (yeni), ga (öküz),
gran (büyük, ağır), meş (yürüme), guda (tanrı) ve daha onlarcasını
sayabileceğimiz kelimelerin bugün bile birçok Avrupa dilinde kullanılması
kaynak meselesine ışık tutmaktadır. Otantik (en eski yerleşik halklar) halk
grupları olan Kürt, Fars, Afgan, Beluci gibi tanınmış olanların dillerinde de
halen kök olarak yaşayan bu kelimeler Ari dil-kültür grubunun Avrupa ve Hint
kaynaklı olmayıp, tersinin doğruluğunu kanıtlamaktadır. Tarihi köklerini yazılı
olarak Sümer metinlerinde, arkeolojik olarak birçok bölge merkezlerinde en
azından on iki bin yıl öncesine götürebileceğimiz bu kültür zamanında Avrupa
‘eski taş devri’ni yaşarken, Hindistan ‘Pigmeler’ dönemini yaşıyordu. Aryen
dil-kültürün bu ‘uzun süre’ tarihinde insanlığın bugün yaşadığı tüm
argümanların (temel yaşam araçlarının) yaklaşık yarısından az olmayanlarını
üretip kurumlaştırdığını rahatlıkla gösterebilecek durumdayız. Bazı örneklerini
sunduğumuz merkezler dışında binlercesi daha yer altında beklemektedir. Ayrıca
bugün bile mevcudiyetini koruyan otantik dönemden kalma halk grupları birer
canlı arkeolojik merkez durumundadır. Bu halkların kimlik olarak en azından
altı bin yıl öncesinden varlıklarına (etnik farklılaşma) rastlamaktayız. Bir
kez daha belirtmeliyim ki, bu çekirdek kültür mer-kezinde (Verimli Hilal) olup
bitenler bütün yönleriyle anlam olarak ifade edilmedikçe, tarih bilimi büyük
eksiklikler taşıyacaktır.
b- Önemli bir yan kol olarak Semitik dil ve
kültürün yerini kesinlikle göz ardı edemeyiz. Tarih bakımından aynı dönemde
farkını oluşturan bu dil-kültür yapısının zenginliğinden kuşku duyulamaz.
Çobanlık ve aşiret kültürü açısından belki daha da zengindir. Aryen dil-kültür
grubundan bu yönüyle daha gelişkin olabilir. Sümer metinlerinde buna dair
izlere rastlamaktayız. Bu metinlerde çoban ve tarla kökenlilerin iki ana kol
biçiminde rekabet ve çatışmalarından destansı olarak söz edilmektedir. Bugünkü
Irak’a ne kadar da benziyor! Dil ve kültüründe destansı yapı gelişkindir.
Yeknesak çöl özellikleri benzerlik arz ettiğinden, göksel tanrı ‘El, Allah’
oluşumu bu dönemlere denk gelebilir. Aşiret toplumunun harikulade ve ilk
farklılaşan kimliği gökler misali yüceltilerek, ‘El, Allah’ olarak kutsal bir
kavrama kavuşmuş olabilir. Durkheim’in tanrı kavramını ‘toplumsal kimlik’
olarak yorumlamasının ‘El, Allah’ örneğinde güçlü bir kanıtla desteklenmesi
mümkündür. Semitik kültürde en erkenden ‘şeyh, seyyid’ kavram ve kurumları
şekillenmiş olsa gerekir. Uygarlık döneminde bunlar ‘peygamber ve emir’
kurumlarına dönüşeceklerdir.
Semitik sahada yer almasına rağmen, Mısır
Firavun uygarlığında Semitik kültürün katkısı gözlemlenmemektedir. Çoban
kültürünün M.Ö. 4000’lerde böylesi bir kent uygarlık kültürüne yol açmasının
maddeten, kavram ve kurum olarak herhangi bir içeriğine rastlamamaktayız. Zaten
Mısır belgeleri de bu kültürü kendine çok yabancı hissetmektedir. Dil yapısında
da benzerlik yoktur. Semitik kültür ilk katmanda Akad, Babil, Asur, Kenan,
İsrail kimlikleriyle yaklaşık M.Ö. 2500’lerde yazılı tarihte yer bulmaktadır.
Arap kimliği, çok sonraları yaklaşık M.Ö. 500’lerde ad olarak belirmektedir.
Aramiler, Aramitler, Apirular daha çok Sümer ve Mısır kavramlaştırmalarıdır.
Fenike, Filistin ve hatta İsrail’in
sonradan Semitik dil ve kültür içinde eridikleri (Mısır firavun kültürü gibi)
kuvvetle yorumlanmaktadır. Başlangıç noktaları deniz ve Aryen kültürle iç
içedir. Semitik göç dalgaları içinde ilk doğal hallerini yitirdiklerine ilişkin
kanıtlar vardır.
Semitiklerin Aryen dil ve kültür sahasına
dalga dalga saldırdıklarına veya göç ettiklerine ilişkin Sümer kaynaklarıyla
arkeolojik kayıtlar ve halen devam eden bazı otantik kalıntılar bol malzeme
sunmaktadır. Bu saldırı ve kolonileşmeleri M.Ö. 5000’lere kadar götürmek
mümkündür. Özellikle sırasıyla Akad, Babil, Asur, Arami ve Arap kolonileri
izlerini katmanlar halinde Yukarı Mezopotamya’da bırakmışlardır. Asur ve Arap
etkileri daha güçlüdür. Araplar İslamiyet’le birlikte yoğun bir asimilasyonu
beraberinde taşıyacaktır. İslamlaşma Araplaşmayla iç içe geçecektir. Bu istila,
kolonileştirme ve asimilasyona karşı Aryen kültürü ve dili büyük direniş
göstermiş ve zaman zaman karşı saldırı, istila, kolonileştirme ve asimilasyona
güç getirebilmiştir. Sümer uygarlığının ilk kurucuları, Mısır uygarlığının
öncülerini, Hiksoslar ve İbranileri tarihte bilinen örnekler olarak
sunabiliriz. Sümerlerin ilk öncülerinin Yukarı Mezopotamya Aryen çekirdek
kültürün en gelişkin çağı olan Tel Halaf (M.Ö. 6000-4000) döneminde Aşağı
Mezopotamya’ya göçle bu kültürü taşıyıp orada üst bir aşamaya uğrattıkları
kabule en yakın yorumdur. Sümerlerin dil ve kültür yapılanmasına Akad, Babil ve
Asur etkilerinin daha sonra dahil edildikleri gayet iyi bilinmektedir.
Sümerleri göç eden gruplardan ziyade, Tel
Halaf çağının kültür yayılması olarak adlandırmak tarihin doğru yorumlanmasına
daha çok katkıda bulunacaktır. Belki de Aryen kültür sahasından bazı gruplar
göç etmiş olabilirler. Fakat asıl etkileyici unsur, o dönemde en güçlü çağını
(evrensel olarak) yaşayan kültürün yayılmasıdır. Bazen iddia edildiği gibi,
burada Orta Asya veya Kafkas etkileri aramak saçmadır. Çünkü Sümer kuruluş
çağında (M.Ö. 5000’ler) bu alanlar daha eski taş dönemini yaşamakta, Aryen
kültürle yeni tanışmaktadırlar. Sümer kültürü gibi çok gelişmiş bir kültürü ne
içerik, ne de biçim bakımından besleyecek unsurları taşımamaktadırlar. Saldırı
güçleri de Aryen dil-kültür kuşağını aşacak kadar gelişmiş olmaktan uzaktır.
Kültürleri saf düşünmek doğru olmadığından ve iç içeliğin daima mümkün
olmasından dolayı, bazı Kafkasik ve Orta Asyaik göç unsurları dönemin Avrupa’sı
ve ABD’si olan Verimli Hilal’e ve Sümer kuşağına göç etmiş olabilirler. Nitekim
dünyanın birçok alanından çok farklı ve çoğu yoksul olan kültür grupları
bugünkü Avrupa’ya akın edip yerleşmektedirler. Nasıl ki günümüz Avrupa kültürü
Dünyanın her tarafına taşınıyorsa, Aryen dil ve kültürü de özellikle kurumlaşma
ve nüfus patlaması aşamasından sonra (özellikle Tel Halaf dönemi: M.Ö.
6000-4000) benzer bir yayılmaya olanak sunmaktadır. Kendi içlerine göçlerini
ise yoksul emekçilerin Avrupa’ya göçlerine benzetebiliriz.
c- Önemli bir kültür sahası olarak Nil
vadisini doğru yorumlamak önem taşır. Bu vadideki tarım kültürünü geliştirmek
ve Mısır firavun uygarlığına taşımak Semitik kültürün dil ve yapısına yabancı
kalmaktadır. Semitik kültürün içeriği bu yetenekten yoksun gözükmektedir.
Sadece Mısır dil yapısı bile hiç Semitik öğeler taşımamakla farkını ortaya
koymaktadır. Daha güneydeki Sudan, Etiyopya ve diğer Afrika sahalarındaki
kültür de eski taş devrini aşmaktan çok uzaktır. Dolayısıyla Mısır kültürüne
yol açmaları teorik olarak mümkün olmamakta, daha doğrusu düşünülmemektedir.
Afrika kabilelerinin devamı niteliğindeki göç eden grupların uzun süre Nil
vadisinde gelişim sağlamaları yine teorik olarak düşünülmemektedir. Zira
gerekli tarımsal devrim ürünleri ve araçlarına ihtiyaçları vardır. Verimli
Hilal’deki hiçbir tarım bitkisinin Nil vadisinde kendiliğinden yetiştiğine dair
bir ize rastlamamaktayız. Hayvansal varlıklar içinde Mısır eşeği dışında
örneklere de pek rastlamamaktayız.
Teorik varsayımlar Dünya geneline yayılım
gösteren Aryen kültürün aynı dönemde bir kolunun da bu bölgeye ulaştığını
düşündürmektedir. Unutmamak gerekir ki, Doğu Afrika Rif Vadisi Nil’e yakındır
ve güneyden kuzeye olduğu kadar kuzeyden de güneye insan akışları pekâlâ mümkün
ve beklenirdir. Üstün kültürler hep bu eski yollarla karşı etkilerini
taşımışlardır. Mısır uygarlığının M.Ö. 4000’lere denk gelmesi, Verimli
Hilal’deki patlamanın Sümer kültürüne yol açması gibi, M.Ö. 5000’lere doğru bir
yayılmasına dayanabilir. İçerik, biçim ve ulaşım olanakları buna elvermektedir.
Nitekim aynı yol üzerinden M.Ö. 2000 başlarında Hiksosların, ardından M.Ö.
1700’lerde İbranilerin (tarihin yazılı olarak kaydettiği kadarıyla) Mısır’da
koloni oluşturmaları ve hatta yönetici konumuna yükselmeleri düşüncemizi
kanıtlayan örneklerdir. Aryen sahasındaki kültürün yayılma gücü giderek
zayıflasa da, Semitik alanlara benzer akışı daha sonra da sürdürecektir.
d- Aryen kültürün Verimli Hilal’de kendini
kanıtlayıp güçlü bir kurumlaşma sağlamasının ardından daha doğuya, bugünkü
İran, Afganistan, Pakistan ve Hindistan’a doğru yayılımı da oldukça etkili
olmuştur. Tekrar vurgulamalıyım ki, burada taşınan insan gruplarından ziyade
kültürdür, fiziksel değil kültürel etkilerdir. İlk belirtilerine İran
yaylalarında M.Ö. 7000’lerde rastladığımız kültürel taşınma, Hindistan’da
takriben M.Ö. 4000’lerde etkili olmaya başlamıştır. Türkmenistan yaylalarında
bu etki 5000’lere erişmektedir. Daha önceki kültürel katmanların eski Afrikalı
kökenlerden gelen ve halen eski taş devrinde çakılı kalan öğeler oldukları
düşünülmektedir. Kültürel kalıntılar ve bazı grupların fiziki yapıları
(özellikle Hindistan’da) bu tezi güçlendirmektedir. Tıpkı Mısır ve Sümer’de
olduğu gibi yerel gelişmelerin ürünü bir kültürel gelişmenin teorik ve pratik
kanıtları yoktur.
Bazı eleştiriler bu tarz düşünceyi aşırı
indirgemeci saysa da, tarihte kültürel devrimlerin sınırlı ve çok zor
gerçekleştiklerini önemle hatırlamak gerekir. Bir Avrupa kültürünü düşünelim.
Başka yerde örneği yoktur. Verimli Hilal’deki kültür için de dönemine göre
benzer bir düşünceyi ileri sürmek son derece yaratıcıdır. Yüz binlerce yıllık
alışkanlıklara çakılı kalmış, imhanın eşiğindeki gruplardan büyük kültür
devrimini beklemek ve kendilerine bunu yakıştırmak, teorik düşünceyle ve
kültürel kalıntılarla desteklenmemektedir. Doğuya doğru kültürel yayılma, M.Ö.
3000’lerde İran’ın batısında Elam bölgesinde, daha çok bir Sümer kolonisini düşündüren
Sus merkezli şehir uygarlığına sıçrama yapmış gibidir. Kesinlikle Sümer
etkisidir. Daha doğuda bugünkü Pakistan’da bulunan Pençav (Pençab) nehri
kıyılarındaki Harappa ve Mohanjadaro kent kuruluşları da M.Ö. 2500’lere denk
gelmektedir. Bunların Sümerlerin izinde kuruluşlar olduğu açıktır. Zorlama
teorilerle bunları başka kültürel yapıların orijinal kuruluşları saymak benzer
nedenlerle düşünülmemektedir. Orijinal denilen kültür katmanı neredeyse
‘Pigmelere’ benzeyen bir düzeydeyken, onlardan orijinal kent uygarlığı türetmek
eşeği at halinde düşünmek gibidir. Milyonlarca yıl süren ve benzer yaşam
seviyelerinde olan binlerce grubun daha gelişkin coğrafi bölgelerde neden
uygarlık ve büyük kültürel devrimler gerçekleştiremediklerini hatırlamak,
düşüncemizin doğru anlaşılması bakımından öğreticidir.
Şüphesiz bu alanların katkıları olmuştur.
Birçok sentez gerçekleştirilmiştir. Yayılma ve yerelleşme iç içe ve daha çok
gönüllücedir. Kaldı ki, yayılan sömürgeci gruplar değil, geliştirici maddi ve
manevi üretim değerleridir. Kendini bu yönlü kanıtlamış yayılmacı kültürler hep
‘tanrı vergisi kutsal mucizeler’ gibi sayılmıştır. Yaşamın değerini maddi ve
manevi olarak yücelten kültürel yayılmaları sömürgecilik, istila ve zoraki
asimilasyonlarla karıştırmamak önemlidir. Kültürel yayılmaların çok azı vahşi
saldırılar, sömürgecilik ve zoraki asimilasyon biçiminde yürütülmüştür. Büyük
kısmı yaşam kalitesinin üstünlüğünü kanıtlamasından ötürü coşkuyla benimsenerek
kendine mal edilmiştir. Tarihe dar milliyetçi yaklaşımlar kültürel yayılma
meselesini içinden çıkılmaz hale getirmiştir. Milliyetçiliğin gerçek tarihsel
akışları çarpıtan, perdeleyen, inkâr eden ve abartan tuzaklarına düşmemek,
yöntem ve bilgi sistemi açısından büyük önem arz etmektedir.
e- Aryen kültürle ana Çin kültürlerinin
karşılaştırılması, araştırılması gereken hayli ilginç bir konu olsa gerekir.
Çin’in kendi kültüründe neolitik üst evreye M.Ö. 4000’lerde ulaştığı
düşünülmekte ve kanıtlanabil-mektedir. Aynı tarihlerde Aryen kültürün
Avrupa’dan Hindistan’a kadar taşındığını düşünürsek, rahatlıkla Çin’e de
taşındığını söylemek güçlü bir tezdir. Çin kültürü büyük bir ihtimalle Aryen
kültürden beslenmiş, fakat özellikle coğrafyası (Sarı Irmak kıyıları) ve
tarihsel koşullarının oldukça kapalı ve kendine özgü yapısı yerel gelişmeye
başat bir rol vermiştir. Etkileme kesinlikle vardır. Fakat yerel kültürel
özellikler kendine göre bir ‘neolitik’ devrime yol açmıştır. Tıpkı bugünkü Çin
gibidir. Büyük bir tarihsel gelişme ve coğrafi, demografik koşulların bir arada
kendine göre bir ‘komünizme’ yol açması gibi, ‘kendine göre bir kapitalizme’ de
yol açmıştır. Komünizm ve kapitalizm Çin karakteriyle bütünleşmedikçe, Çin
komünizmi ve kapitalizmi olamamaktadır. Dışa karşı güçlü direniş, bunun
başarısızlığı ortaya çıktıktan sonra ise güçlü ve hızlı biçimde rakip kültürü
benimsemek, Çin ana kültür grubundaki kavimlerin (Japon, Kore, Türk, Moğol,
Vietnam ve diğerleri) temel özellikleri halindedir. Çok güçlü direniş yanları,
olağanüstü taklit ve özümseme yetenekleriyle at başı gitmektedir. Bu durum
kültürlerindeki derin ve ortak bir özellik olsa gerekir.
Neolitik kültür ve daha sonraki uygarlık
aşaması Çin üzerinden diğer grup üyelerine taşınmıştır. Çinlileri gruplarında
Semitiklerin Arapları gibi düşünmek daha aydınlatıcı olabilir. Tıpkı Semitik
kültür gibi, Çin kültür grubu da Aryen kültürü gibi evrenselleşme özelliği
gösterememiştir. Bu durumda birinci sırada Aryenleri, ikinci sırada Semitikleri
ve ondan sonra Çin’i düşünmek daha açıklayıcı olabilir.
f- Aryen dil-kültür grubuyla Hint-Avrupa
dil-kültür grupları arasındaki ilişkiyi aydınlatmak çok daha önemli olup, belki
de tarih biliminin temel sorunlarındandır. Bu ilişki, üzerinde çok spekülasyon
yapılan, ama ortak bir yoruma varılamayan bulanık halkadır. 19. yüzyılda
Hint-Avrupa dil gruplarının ortaklığı anlaşıldığında büyük araştırmalara
girişildi. Grupların ana kaynağı, ‘ata dili ve kültürü’ hakkında çelişkili
yorumlar geliştirildi. Kimi Yunan kültürüne, kimi Hint, hatta Kuzey Avrupa
kültürüne, Almanlara kadar dayandırılan köken tartışmaları yapıldı. Fakat Doğu
Afrika Rif’indeki primattan (İnsan öncesindeki yaratık) kopuşla Verimli
Hilal’deki neolitik-tarımsal devrim kanıtlanınca, adı geçen tüm varsayımlar
boşa çıktı. İnsanlık tarihindeki iki temel odak büyük önem taşıdı. Kısa özetini
sunmaya çalışmıştık.
Verimli Hilal’deki hangi dil ve kültür
grubunun otantik olduğuna ilişkin tartışmalar daha çok önem ka-zandı.
Yorumladığımız biçimiyle ‘Aryen’ grupları denen proto-Kürt, Fars, Afgan, Beluci
grupları öncelik kazanmaya başladı. Özellikle proto-Kürtler olan Hurrilerin dil
yapısı anlaşılınca, otantik halklara dayalı Aryen dil-kültür aidiyeti netlik
kazandı. Benim de şahsen doğru bulduğum tez, neolitik devrimin çekirdek
bölgesinin ancak bu dil ve kültürü yaratabileceğine ilişkindir. Çekirdek
bölgenin de Toros-Zagros sisteminin çizdiği kavis olduğu, Verimli Hilal olarak
da adlandırılan bölgenin Aryen dil ve kültürünün merkezini oluşturduğu kesinlik
kazandı. Son arkeolojik kazılar ve etimolojik çalışmalarla etnolojik
kıyaslamalar bu tezi her geçen gün daha da güçlendirmektedir. Böylece
Hint-Avrupa dil ve kültür gruplarına öncülük eden kaynak sorunu büyük ölçüde
çözümlendi.
‘Süre’ çok uzun, coğrafya çok geniş olduğu
için, Aryen dil-kültürünün yayılım haritasını olduğu gibi vermek gerçekçi olmaz.
Fakat güney ve doğuya doğru yayılmanın bir benzerinin de kuzey ve batı yönünde
Avrupa’ya doğru geliştiği rahatlıkla yorumlanabilir. Tahminen M.Ö. 5000
yıllarında başlayan bu yayılım dalgalarının M.Ö. 4000’lerde Doğu Avrupa’ya,
M.Ö. 2000’lerde de Batı Avrupa’ya tamamen yerleştiği kabul gören temel
görüştür. Başta Gordon Childe olmak üzere önemli tarihçiler de Avrupa tarihini
bu yıllara dayandırmaktadırlar. Daha öncesi ‘eski taş devri’ dönemini teşkil
etmektedir. Homo Sapiens’in otuz bin yıl önce egemen tür haline geldiği bugünkü
Güney Fransa ve İspanya arasında Kuzey Afrika kaynaklı bir yayılma sonucunda en
çok mezolitik (orta taş devri) dönemin yaşandığı tahmin edil-mektedir.
Avrupa neolitiği ve tarım devrimini
inceleyecek durumda değiliz. Ama kaynak sorununun öneminden ötürü
aydınlatıldığı kanısındayım. Yine buraya ilişkin yayılmanın fiziki, kolonici
temelde değil, kültürel bir yayılma olduğunu tahmin ediyorum. Avrupa’nın
özgünlüğü şuradadır: Neolitik dönemi en yaratıcı yönleriyle hazır almıştır. On
bin yıllık birikimi birden veya kısa bir süre sayılacak dönemde hazmetme
şansına kavuşmuştur. Denilebilir ki, Avrupa bugünkü dünyayı dört yüz yıldır
nasıl kendi kültürel yayılma alanı haline getirmişse, kendisi de önce Neolitik
devrimin, daha sonra Roma’nın uygarlık ve Hıristiyanlığın ruh-anlam devriminin
yayılma alanı olmuştur. Üç büyük devrim de Avrupa’ya daha çok kültürel temelde
yayılmıştır. Yayılma, Roma İmparatorluğu’nun çok sayıda olmayan savaşları
dışında sömürgecilik, kolonicilik ve zoraki asimilasyona dayanmamıştır. Üstün
kültürlerin ‘tanrı vergisi’ benimsenmesiyle gerçekleştirilmiştir. İnsanlığın
yaklaşık on bin yıllık büyük kültürel birikimine bu tür erişim sağlanınca, daha
sonraki Büyük Avrupa devrimlerinin (Rönesans, Reformasyon ve Aydınlana Politik,
Endüstriyel ve Bilimsel Devrimler) temeli atılmış olmaktadır. Avrupa özel
yetenekleriyle bu büyük devrimleri gerçekleştirmemiştir. Tarihin ana nehir ve
kollarının debisinin artarak hep birden akmasıyla bu temel kazanılmıştır.
Şüphesiz aynı döneme denk gelen ‘Buzul döneminin’ geri çekilmesi, çok elverişli
iklim sayesinde taze ormanlar, yemyeşil ve humuslu verimli topraklarla donanmış
Avrupa, tüm bu koşulların senteziyle günümüze damgasını vuran büyük uygarlık
sıçramasını gerçekleştirmiştir. Yeri geldiğinde bu öykünün ayrıntılarını daha
yakından gözlemleyeceğiz.
Kürt Halk Önderi Abdullah Öcalan
Demokratik Uygarlık Manifestosu’ndan
Kürdistan Stratejik Araştırmalar Merkezi
www.lekolin.org – www.lekolin.net –
www.lekolin.info
Kürt Halk Önderi Abdullah ÖcalanDemokratik Uygarlık Manifestosu’ndan