Yahudi-İsrail gerçeğini doğru kavramadan Kürt sorununu kavramak ve çözmek güçtür. Savunmada İbraniler meselesini ayrı bir bölüm olarak işlemeyi bu nedenle gerekli gördük. Marks bile sosyalizme ilişkin sorunları çözmeye çalışırken, ‘Yahudi Meselesi’ adlı bir kitapçığı kaleme almak zorunda kalmıştır. Yahudi meselesi Sümer ve Mısır uygarlıkları döneminden beri varlığını gittikçe arttıran bir sorun olarak günümüze kadar gelmiştir. İbrahim’in Babil Nemrutları ve Musa’nın Mısır Firavunlarıyla olan sorunlarından dolayı çıkış yaptıkları, İbrani kabilesiyle Kenan-Filistin diyarına doğru yola çıktıkları Ahdi Atik’te ayrıntılarıyla anlatılmaktadır. Davut peygamberle başlayan ve yaklaşık bin yıl süren Yahudi-İsrail Krallığının oluşumu ve sürdürülmesi sorunun özünü oluşturmuştur. Önceleri Kenan ülkesindeki kabilelerle başlayan yerleşime ilişkin sorunlarla dinsel sorunlar (M.Ö. 1600-1300 İbrahim ile başlayan dönem; M.Ö. 1300-1000 Musa ile başlayan dönem) Davut Peygamberle (M.Ö. 1020-980) birlikte küçük bir krallıkla çözümlenmeye çalışılmıştır. Süleyman Peygamber dönemi bu küçük krallığın ‘altın çağı’dır. Öyküsü Kutsal Kitaplarda renkli bir biçimde anlatılır. Krallık daha sonra dağılır. Önder denilen kabile şeyhleriyle peygamber denilen bilge adamlar (İçlerinde çok az da kadın vardır) çok uğraşmalarına rağmen krallığı bir daha toparlayamazlar. Ahdi Atik aslında bu küçük krallık sorunu etrafında gelişen öyküler toplamıdır.
Önce Asur İmparatorluğu’nun (M.Ö. 720), ardından Med-Pers İmparatorluğu’nun (M.Ö. 546) denetimine geçen bölgede Yahudi sorunu daha da ağırlaşır. Direnmeler ve isyanlar gelişir. İlk defa Babil Kralı Nabokadnazar döneminde (M.Ö. 596) toptan Babil’e sürülürler. Kırk yıllık sürgün dönemi denilen dönem başlar. Pers Kralı Kyros tarafından kurtarılarak yeniden Yahuda-İsrail ülkesine gönderilirler. Bu dönemde Zerdüşt öğretisinden yoğunca etkilenirler. Süleyman’ın yıkılan mabedini tekrar inşa ederler. İbrani kabilesinin maceralarını ilk defa Ahdi Atik adı altında yazılı hale getirirler. Bunda en önemli rolü İşaya Peygamber oynar. Kendi kabile öykülerini Sümer ve Mısır mitolojileriyle Zerdüşt öğretisinden esinlenerek, Ahdi Atik (Kitab-ı Mukaddes) adı altında yazılı olarak sunmuş oluyorlar. Pers İmparatorluğu’nda saray işlerinde önemli rol oynarlar. Muhtemelen bu dönemde Proto-Kürtlerle ilişkileri ve çelişkileri olmuştur. Kutsal Kitap’ta bunun izlerine rastlanabilir. Daha çok Pers krallarıyla işbirliği yapmışlardır. Zaten İbrahim’in Urfa’dan çıkışında da izlerine rastladığımız gibi, Hurri (Proto Kürtler) kabile kültürleriyle ilişkilerine tanıklık edilmektedir. İbrani kabilesinin de bir yarı Hurri olabileceği tartışılmaktadır. Semitik ve Aryenik kültür arasında bir geçiş kültürünü temsil etmesi kuvvetle muhtemeldir.
Yahudiler Helen ve Roma kral ve imparatorları döneminde (M.Ö. 300 – M.S. 70) sürekli direnme halinde olmuşlardır. Roma tarafından M.S. 70’te Süleyman Mabedi ikinci defa yıkılarak, bu sefer çok daha uzun sürecek bir sürgüne tabi tutulmuşlardır. Sürgün yönleri tüm uygarlık alanlarına doğru olmuştur. Asya, Afrika ve Avrupa içlerine kadar gerçekleşen sürgünler ve göçleri söz konusudur. Gittikleri her yerde en çok parasal, ticari ve entelektüel işlerle uğraşmışlardır. Sermayeyi en iyi biriktiren kimseler bu Yahudiler arasından çıkacaktır. Ayrıca en iyi yazarlar da Yahudiler arasından çıkmaya başlar. Yazarlar bir nevi peygamberlerin geleneğini devam ettiren ardıllarıdır. İsa’nın yoksullar ve ezilen kavimlerce daha çok tutulan mezhebinin Hıristiyanlık dini haline gelmesiyle birlikte, Yahudi üst tabakanın kâhinleri ile Hıristiyanlar arasında anlaşmazlıklar gelişir. Resmi Musevilik ile Hıristiyanlık arasındaki ilişki ve çelişkilerle bunlardan kaynaklı çatışmalar aslında klasik Antikçağ’ın (M.S. 30-300) en önemli sınıf mücadelesidir.
Orta çağda Yahudilik, İslâmik çıkışla birlikte daha da sorunlu hale geldi. Özellikle Arap Yarımadasındaki Yahudilere tekrar göç yolu göründü. Göç etmek istemeyenler kendi varlıklarını korumak için İslâmî maskelere bürünmek zorunda kaldılar. Böylelikle hem İslâm içi tartışma ve çelişkileri derinleştirdiler, hem de kendilerini korumaya çalıştılar. İslâm’ın merkezi Bağdat’a taşınınca, Yahudi-Hıristiyan-İslâm karması olan ve günümüz Evangelist tarikatına benzeyen Karaim tarikatını oluşturdular (M.S. 850). Böylece hem Hıristiyanlar ve Müslümanlarla daha uzlaşır bir yaşam içine girdiler, hem de göçebe Türk kavimlerine sızarak Hazar’ın kuzeyinde Hazara Türk Devletini kurdular. Türk etnisitesi içinde ilk defa devletleşen Yahudi Türk elit arasında Selçuklu ve Osmanlı Hanedanlıklarına yol açan Selçuk Bey de vardı. Kendisi Subaşıydı. Yahudi Türk Devletinden aldığı kültürle Selçuklu hanedanlık devletleri dönemini başlatmıştı. Burada önemli olan, Türk iktidar eliti içinde güçlü bir Yahudi etkisinin ekilmiş olmasıdır. Batıda Mağrip ve İber Yarımadasında teşkilatlanan İslâmî devletlerde kurucu rol oynadılar. Mali ve entelektüel yönden gelişmelerine katkıda bulundular.
Hıristiyanlıkla çelişkileri arttığı için Yahudiler 12. yüzyılın sonlarında Lateran Konsülü’nün kararıyla gettolara kapatıldılar. Bundan sonra Hıristiyanlığa karşı iki koldan eylem geliştirdiler: Laik Mason kanadın oluşumu ve Hıristiyanlıkta milli reform hareketleri. Orta çağdan çıkışta bu iki hareketin güçlü etkisi vardır. İber Yarımadasından Müslümanlarla birlikte en son 1492’de kovulmalarıyla yeniden bir göç dalgasını yaşadılar. Göçler daha çok Doğu Akdeniz ve Anadolu’yla birlikte, Hollanda başta olmak üzere Batı Avrupa kıyılarına doğru oldu. Doğu Avrupa’da ise gittikçe daha çok Hıristiyanların baskısına uğradılar. Yahudi pogromları denilen katliamları yaşamaya başladılar. Yahudi üst tabakasının, sermaye ve aydın-yazar kesimlerinin buna verdiği yanıt, kapitalizmi bir sistem olarak geliştirmek için öncü rol oynamak oldu. Hollanda ulusal direnişindeki rolleriyle İspanya merkezli katolik (evrensel mezhep) imparatorluğa stratejik bir yenilgi yaşattılar. Hollanda Prensliği tarihte ilk ulus-devlet olarak bu direniş sürecinde ortaya çıktı.
1550-1650 yıllarında çok kanlı geçen mezhep savaşlarıyla hem Katolik dünyası parçalandı hem de kapitalizm sistem olarak yükselişe geçti. Bunda Yahudi sermayesi ve aydın-yazarları önemli rol oynadı. Ardından Britanya-Londra merkezli ulus-devletin kuruluşuyla birlikte, İngiltere’nin imparatorluk olma sürecinin gelişmesine katkıda bulundular. Böylece laiklikle ve Protestan modeliyle kendilerine zulmeden Katolik ve Ortodoks dünyadan intikam aldılar. Daha doğrusu ulusal ve sınıfsal mücadeleyi modernist temelde yoğunlaştırarak Katolik ve Ortodoks orta çağını kapattılar. Şüphesiz Yeniçağ yalnızca Yahudilere mal edilemez. Ama Yahudilerin rolü olmadan veya bu rol görülmeden, yeniçağın başlaması ve gelişmesi layıkıyla değerlendirilemez. Fransız ve Rus Devrimlerinde hem Katolik Fransız kralın hem de Ortodoks Rus çarın öldürülmesinde ve hanedanlıklarına son verilmesinde Yahudi kökenli önderlerin ve laik ideolojinin rolü çok daha açıktır. Bu rol hiç inkâra gelmez. Avrupa’nın benzer tüm sermaye ve devrim hamlelerinde Yahudiliğin rolü ortaya konulmadan doğru izahları tam yapılamaz.
Konumuzla daha çok bağlantılı olan Anadolu ve Mezopotamya’daki Yahudi varlığı ve yol açtığı sorunlar aynı tarihsel sürecin önemli bir parçasıdır. Yahudiler tarihleri boyunca her iki alanda hiç eksik olmadılar. Zaten kökenleri Mezopotamya kültürüyle yakından bağlantılıdır. Anadolu ilk elde yoğunlaştıkları bölge olmuştur. Bu yerleşme Pers dönemine kadar gider. Gerek İber Yarımadasından kovulmalarında gerekse Doğu Avrupa’daki pogromlardan (katliamlardan) kaçışlarında Anadolu kendileri için önemli bir sığınak olmuştur. Osmanlı İmparatorluğu’nun batıda Katolik ve kuzeyde Ortodoks dünyasıyla sistem çatışması içinde olması da şüphesiz bunda önemli rol oynamıştır. Kuruluşundan yıkılışına kadar Osmanlı İmparatorluğu’nda Yahudilerin rolü sanıldığından çok daha fazla olmuştur. Bu imparatorluğu Kürtsüz ve Yahudisiz düşünmek mümkün değildir. Özellikle Kanuni Süleyman ve Hürrem Sultan döneminde bu rol her ikisi açısından zirve yapmıştır. Ayrıca 1650’lerde peygamberlik iddiasıyla ortaya çıkan Sabetay Sevi’nin İzmir üzerinden başlayan hareketinin etkisi çok daha büyük olmuştur. Sultanın karşı çıkması üzerine Sabetay Sevi ‘dönmecilik’ denilen geleneği başlatmıştır. Dönme Yahudiler bu dönemden itibaren başta Bektaşilik ve Nakşîlik olmak üzere tüm İslâmî tarikatlara girerek, yeni tarikatlar kurarak ve birçoklarında reform yaparak büyük bir ideolojik etkinlik kurdular. Ayrıca İmparatorluğun maliyesini büyük oranda kontrolleri altına aldılar.
Yahudi burjuva milliyetçiliğinin düzenlediği 1896’daki ilk Siyonist Kongre ile yeni bir dönem başladı. Yahudiler hem Batı Avrupa’da yükselen milliyetçi saldırganlık hem de Doğu Avrupa’da devam eden pogromlar nedeniyle zorunlu olarak kendileri için bir yurt arayışına girdiler. İlk başlarda Afrika’da kurulması düşünülen Yahudi yurdu planı tutmayınca, dikkatler Osmanlı İmparatorluğu’na çevrildi. Başta İzmir, Selanik, Edirne ve Mezopotamya’nın bir kısmında düşünülen yurtlaşma planı da tutmayınca, sonunda tekrar eskiden Kenan olarak bilinen Filistin’de karar kılındı. Fakat bunun önünde işbirliğine pek fazla yanaşmayan Sultan İkinci Abdülhamit (1876-1909) engeli vardı. O da aynı nedenlerle Fransız Kralı ve Rus İmparatoru gibi artık hanedanlığıyla birlikte devrilmeyi hak eden bir konuma gelmişti. Yahudi sermayesinin Mason locaları ve Sabetayistlerin İttihat ve Terakki Cemiyeti üzerinde yoğunlaşan faaliyetleri, İkinci Meşrutiyet’le ilk sonuçlarını verdi. Meşruti Anayasa rejimi yürürlüğe girdi. Sultanın yetkileri kısıtlandı. Ardından 31 Mart 1909 provokasyonuyla Abdülhamit iktidardan düşürüldü.
Hızlanan süreçte Yahudi milliyetçiliği iki kanat halinde hareket ediyordu. Birincisi, Alman ve Türk bürokratik burjuvazisiyle hareket eden kanat; ikincisi, İngiliz liberal burjuvazisiyle ortaklaşa hareket eden kanat. Birinci kanat Osmanlı İmparatorluğu’nun bütünlüğü içinde bir yurt arıyordu. Üzerinde yoğunlaşılan alanlar içinde İzmir-Manisa, Selanik-Edirne ve bugünkü Irak Kürdistan’ı öncelik taşımaktaydı. İmparatorluğu bir bütün olarak yerellere ayırmadan yurt olarak kabullenenler de vardı. Özellikle ‘dönmeler’, yani kendilerini Türk Yahudi’si sayan Sabetayistler daha çok bu gruptandı. İttihat ve Terakki Cemiyeti’nin önde gelen tüm kadrolarının (Arap, Kürt, Arnavut, Çerkez ve diğerleri) Mason olmaları ve Türklüğe oynamaları bu anlayışın ne denli güçlü olduğunu ortaya koymaktadır. Bunlar bir nevi ‘Türk olmayan Türkçüler’ koalisyonunu teşkil etmekteydiler. Gerek İttihat ve Terakki Cemiyeti’nin gerekse CHP’nin iktidar kadrolarını da bu anlayışta olanlar teşkil edecekti. Felsefeleri kaba Durkheimci pozitivizmdi. Türkçü görünmelerine rağmen, koşullar elverdiğinde her biri kendi aslına dönüyor; Arap, Kürt, Arnavut, Çerkez, Ermeni, Rum, Bulgar vb. milliyetçisi kesiliyordu. Avrupa’da yaşanan deneyimlerin üçüncü dereceden kopyaları olarak hareket ediyorlardı. Özellikle Fransız ve Alman ulus-devletçiliğinden etkilenmişlerdi.
İkinci kanat daha zayıf olan İngiliz yanlısı kesimlerden oluşuyordu. Kendileri için önce Afrika’da bir yurt düşünülmekteydi. Fakat giderek ağırlık kazanan eğilim, Osmanlı İmparatorluğu’nun parçalanması sonucunda geleneksel Yahudi-İsrail Krallığı’nın kurulmuş bulunduğu Filistin’i en uygun alan olarak seçmişti. Bu kesim İmparatorluğun ömrünü tamamladığını ve parçalanması gerektiğini düşünmekteydi. Napolyon Fransa’sı ile Çarlık Rusyası arasında varılan 1807’de Tilsit Anlaşması da bu görüş için temel teşkil etmekteydi. İttihat ve Terakki Cemiyeti içinde temsil edilmelerine rağmen büyük bir kanat durumundaydılar. İmparatorluğun dağılmasını kaçınılmaz görmekle kalmıyorlar, bunun için İngiliz yanlısı koalisyonda da var güçleriyle çalışıyorlardı. Çanakkale ve Filistin cephesinde (Birinci Dünya Savaşında) kendi özel birlikleriyle İngilizlerin yanında savaşıyorlardı. Sykes-Picot Planı (1916), Balfour Deklarasyonu (1917) ve Filistin’deki İngiliz manda rejimi (1920) anlaşmasının bu kesimlerin işbirliğiyle hazırlandığı bilinmektedir. Osmanlı İmparatorluğu yerine Ortadoğu’da çok sayıda ulus-devletçiğin kurulması, bu plan ve antlaşmaların doğal sonucuydu.
İki kanadın da ortak özellikleri vardı. Modernistlerdi, kapitalist modernizmin öncülüğüne oynuyorlardı. Çoğu Masondu. İngiliz yanlıları baştan beri -Hollanda ve Britanya ulus-devletlerinin kurulduğu 16. yüzyıldan günümüze kadar- imparatorluklar ve büyük devletlerin parçalanıp yerlerine İngiliz hegemonyasına karşı çıkamayacak ve hep onunla işbirliği etmek zorunda kalacak küçük ulus-devletlerin kurulması peşindeydi. İsrail bu zihniyetin sonucu olarak kurulacaktı. Bir farkla, İngiltere ve daha sonra ABD ile birlikte küresel kapitalizmin hegemonik gücü olmak kaydıyla. Uluslararası gerçeklik de zaten bu temelde inşa edilmiştir ve halen geçerliliğini sürdürmektedir. Kapitalizmi küresel hegemonik bir sistem olarak inşa edenler de esas olarak bu kesimlerdi. Yanlış anlaşılmasın, dünyayı sanki bu kesimler gizli bir planla idare etmektedir demiyoruz. Bu yönlü görüşler olmakla birlikte, bunlar abartılı görüşlerdir. Bu kesimlerin rolü (ki, sadece Yahudilerden oluşmamaktadır, içlerinde her ulustan bireyler vardır; Yahudiler daha çok öncü konumundadır) bir nevi katalizörlük yapmak; sistemin ideolojik, politik, sosyal, ekonomik ve sanatsal inşasında öncü rol oynamaktır.
Alman yanlıları başlangıçta güçlüydü. Son döneminde Osmanlı İmparatorluğu’nu ele geçirmişlerdi. İttihat ve Terakki Cemiyeti esas olarak bunların damgasını vurduğu bir örgüttü. İktidarı da bunlar yönlendirmekteydi. İkinci Meşrutiyet, 31 Mart Olayı, Birinci ve İkinci Balkan Savaşlarıyla Birinci Dünya Savaşı önemli rol oynadıkları olaylardı. Almanya’nın yenilgisi ve Osmanlı İmparatorluğu’nun dağılması, ardından Hitler faşizminin yükselişi bu kanadın çöküşü anlamına geldi. Geriye kalanlar Anadolu Ulusal Kurtuluş Savaşına katıldılar. Oldukça güçlüydüler. Fakat Enver, Talat ve Cemal Paşaların öldürülmeleri öndersiz kalmalarına yol açmıştı. Ayrıca Sultan Vahdettin’le birlikte yıkılış öncesinde İngilizci kanat yeniden hamle yapmış ve devlet kalıntısı içinde önemli bir güç konumlandırmıştı. Bunlar da Ulusal Kurtuluş Savaşına katıldılar. Esas önderleri İsmet İnönü ve Fevzi Çakmak’tı. İngiltere savaşın galibi olarak çıktığı için, İngiliz yanlılarının konumu giderek güçlenmekteydi.
Burada karşımıza Mustafa Kemal olgusu çıkmaktadır. M. Kemal, o dönemin Rusya’sı ve Çin’inde de ortaya çıktığı gibi, işgal koşullarındaki tipik küçük burjuva radikalizmini temsil etmektedir. M. Kemal’i ortaya çıkaran esas olgu, Anadolu ve Mezopotamya’nın fiili işgalidir. Fiili işgal olmasaydı M. Kemal de olmazdı. Fransız Devrimi’nde de benzer bir olay yaşanmıştır. Tıpkı o dönemin Vahdettin’i gibi davranan 16. Louis 1791’de eğer Avrupa monarşilerini kendisine yardım etmeleri için Fransa’ya çağırmasaydı, küçük burjuva radikalleri olarak Robespierre ve arkadaşları ortaya çıkamazdı. Onları ortaya çıkaran ve Birinci Cumhuriyet’in ilanına götüren, 1791-1794 dönemindeki işgal ve buna karşı gelişen direniş gerçeğidir. Nitekim işgal koşulları sona erer ermez, küçük burjuva radikalizmi de ortadan kaldırılmıştır. Türkiye Cumhuriyeti’ne de benzer koşullarla varılmıştır. M. Kemal’in küçük burjuva radikalizmi olmasaydı Cumhuriyet’in kurulması çok zordu. Cumhuriyet varlığını kesinlikle M. Kemal’in radikalizmine borçludur. Ama Lozan’la birlikte işgal konumunun resmen sona ermesi ve Cumhuriyet’in yeni anayasasına (1924) kavuşmasıyla M. Kemal’in radikalizmi de esas olarak müttefikleriyle birlikte tasfiye edilmiştir.
Türk tarihçiliğinde en çok karanlıkta bırakılan bu tasfiye olgusu anlaşılmadan, TC olgusunu gerçekçi bir biçimde değerlendirmek mümkün değildir. M. Kemal’in Cumhurbaşkanı yapılması radikalizminin devam ettiğinin değil, ortadan kaldırıldığının bir kanıtıdır. Türkiye tarihçiliğinde sosyolojik analizden uzak, din ve pozitivizm karıştırılmış bir modelle izahlar ve kronolojiler yapılmaktadır. Sanki ittifakları, sınıfları, milliyetleri ve farklı ideolojileri yokmuş, her şey âdeta gökten inmiş, Ulusal Kurtuluş Savaşı homojen ve yekpare bir kimlikle gerçekleştirilmiş gibi bir anlayış hâkim kılınmıştır. M. Kemal gerçeğini anlatmada en çok bu anlayış ifadesini bulur. Bilimsel bir tanımdan ısrarla kaçınılır. M. Kemal’i küçümsemenin de, abartmanın da hakikatinin anlaşılmasında yararı değil, daha çok zararı vardır. İşgal koşullarının M. Kemal’i ile statükonun oluşturulduğu dönemin Atatürk’ü farklıdır. Âdeta devrimde karşıdevrim yapılmıştır. Karşıdevrim de 1950’lerde değil 1925’lerde yapılmıştır.
Tekrar Yahudi gerçeğine dönersek, Yahudilerin 1925’lerin karşıdevrimindeki rollerini kavramak gerekir. M. Kemal, tabiatı gereği, küçük burjuva radikalizmini işgal süreci dışında sürdüremezdi. Solundaki Sovyet yanlısı güçler çoktan tasfiye edilmişlerdi. 15 Şubat 1925’te Şeyh Sait’e yönelik provokasyonla yaratılan karşıdevrimci ortamda, İttihat ve Terakki Cemiyeti’nin zihniyet ve kadroları bu sefer CHP’de yeni devleti olduğu gibi kontrolleri altına almışlardı. İdeoloji ve politikasını kendileri oluşturmuşlardı. M. Kemal’e verilen Cumhurbaşkanlığı payesi sembolikti. M. Kemal’in süreçten duyduğu büyük rahatsızlıklar bu gerçeği kanıtlar. Ayrıca Serbest Fırka deneyimi de diğer ciddi bir kanıttır. 1935’te CHP’de Recep Peker sekreterliğinde hazırlanan programı Mussolini faşizmininkine benzemekle eleştirir.
Olup biten özünde şudur: İttihat ve Terakki Cemiyeti’nin iktidar döneminden beri azınlıkların tasfiyesiyle palazlanan Türk bürokratik burjuvazisi kendine içte Yahudi kadro ve sermaye tekellerini esas almış, dışta ise gittikçe İngiltere hegemonyasını esas alan bir politikaya yönelmiştir. Ortaya çıkan ittifak iki ortaklı Beyaz Türk faşizmi veya proto-faşizmidir. Musul-Kerkük’ün Misak-ı Milli’den koparılmasıyla üç koldan Proto-İsrail projesinin uygulanmasına girişilir. Türkiye Cumhuriyeti, Filistin’deki İngiliz manda rejimi ve Kuzey Irak’taki Kürt milliyetçiliğinin kendi somutunda benzer rolleri vardır. Hepsi de İsrail’e giden yolda birer basamaktır. İsrail’in kuruluşuna giden yolda en çok kabul gören proje bu temeldeydi. TC üzerindeki sis perdesi, sıkı içe kapalılık ve Kuzey Irak’taki Kürt oluşumunda görülen benzer durum İsrail’in ortaya çıkış öyküsüyle bağlantılıdır. Türk burjuvazisi adı altında oluşturulan sosyal tabakanın gerçek Türklükle alakası yoktur. Mitik bir oluşumdur.
Aynı şey Kuzey Irak’taki Kürt oluşumu için de geçerlidir. Türk burjuvazisinin dördüncü elden kopyasıdır. O da sosyolojik değil mitik bir oluşumdur. Her iki oluşum etrafında gerçekten bir mitoloji oluşturulmuştur. Her ikisi de tarihsel-toplumsal gerçeklerle alâkası olmayan yapay oluşumlardır. Rollerini ancak İsrail’in oluşumu bağlamında tam olarak kavrayabiliriz. Türk Mustafa Kemal’ine karşılık Kürt Mustafa Barzani mitleştirilmeye çalışılmıştır. İki kimliği küçümsemek veya abartmak için değil, sosyolojik anlamda Türk ve Kürt toplum gerçeklerinin nasıl sislere boğulduğunu ve çözümlenemez kılındığını açıklamak için ısrarla belirtiyorum. Türkler ve Kürtler halk olarak demokratikleşme süreçlerine girdiklerinde, üzerlerine eşine az rastlanır komplo ve darbelerle tekrar faşist bir örtü çekilir. İdamlar, suikastlar, kardeş çatışmaları, iç savaşlar bitmez tükenmez kılınır. Sahte sağ-sol çatışmaları, mezhepsel ve etnik çatışmalar üretilir. Rayından çıkarılmış, özünden kopartılmış, saptırılmış sosyal mücadeleler ve halk hareketleri söz konusudur. Ama hepsinin sonunda daha da ağırlaştırılmış sosyal ve halksal sorunlara yol açtıkları görülür. Komplo, darbe ve provokasyon mantığını en iyi anlatan bu sonuç gerçeklikleridir.
1948’de İsrail’in ilanıyla aynı üçlü proje daha da geliştirilmiş bir kapsam temelinde devam ettirilir. Karşı çıkanlar, kimliğine ve amacına bağlı kalmak isteyenler sağ-sol, ilerici-gerici, Türk-Kürt denilmeden en ağır cezalarla tasfiye edilirler. 1960, 1971, 1980, 1993, 1997 ve 2002’den itibaren hayata geçirilmiş çok sayıda darbede bu acımasız gerçeklikler vardır. 1925’ten itibaren Kürtlere, solculara, İslâmcılara, hatta Alman yanlısı Türk milliyetçilerine yönelik imha, göçertme, tutuklama, işkence ve asimilasyonlarda da ağırlıklı olarak aynı zihniyet rol oynar. NATO’nun Gladio örgütlenmeleriyle bu zihniyet daha da geliştirilmiş olarak tüm emekçi toplum kesimlerinin, Türk ve Kürt demokratları ve sosyalistlerinin üzerinden bir buldozer gibi geçer. Şüphesiz Yahudi-Türk-Kürt üst tabaka modernleşmesi bağlamında bu çözümlemeyi yaparken amacımız ne anti-Semitizm ne de anti-Türklük veya anti-Kürtlük yapmaktır. Tersine, alt tabaka bağlamında Yahudi-Türk-Kürt demokratları ve sosyalistlerinin üst tabaka ittifaklarına karşı dayanışma halinde büyük direniş mücadeleleri söz konusu olmuştur. İkinci Meşrutiyet’ten günümüze kadar emekçilerin ve ezilen halkların -Buna Yahudi halkı da dahildir- ortak mücadeleleri hep devrede olmuştur. Sosyalizm ve demokrasiyi tıpkı tüm Avrupa’da ve Rusya’da olduğu gibi Yahudiler olmaksızın düşünmek mümkün değildir.
Ne ilginçtir ki, günümüzde İsrail-Kürt ilişkisinde tarihsel bir ittifaka doğru zorlanma yaşanmaktadır. İsrail-Türk ittifakı yerine veya onun benzeri olarak, İsrail-Kürt ittifakı tarihin gündemine girmektedir. Bunda 1980’lerden, özellikle 2000’lerden sonra Türkiye Cumhuriyeti’nde yaşanan hegemonik kaymanın büyük rolü vardır. Başlangıçta İsrail, ABD ve AB’nin desteğiyle işbaşına getirilen AKP hükümetlerinin PKK’yi tecrit ve tasfiye etmek amacıyla İran ve Suriye devletleriyle geliştirdiği ittifak tersine sonuçlar doğurmaya başlamış; İsrail, ABD ve AB ülkelerinin tepkisine ve TC’yi eksen kaydırmakla suçlamalarına dönüşmüştür. Gelinen aşamada Kürt sorunu bağlamında Türkiye, İran ve Suriye hükümetlerinin anti-Kürt ittifakına karşılık ABD, AB, İsrail ve Kürtler bloğu oluşmaya başlamıştır. Neredeyse Ortadoğu’yu temelinden dönüştürecek olan bu ittifak bloklarının her ikisinin de hedefinde PKK-KCK vardır. Burada PKK’nin ideolojik ve politik hattıyla KCK’nin demokratik modernite doğrultusundaki daha somut pratik hattının hakikatle olan bağı ortaya çıkmaktadır. Tarihsel-toplumsal olaylarda sonucu belirleyecek olan büyük demagojik yalanlar ve ittifaklar değil hakikatin kendisidir. Bir kez daha kendisini açığa vuran, hakikatin bu adil ve acı gerçeğidir. Tarih kendisi adına düzenlenmiş demagojiler ve mitik efsanelerden âdeta intikam almaktadır. Gerçeklik daha çıplak biçimde, yani hakikat olarak ortaya çıkmaktadır. Tarih ‘şimdi’de yoğunlaşırken, ‘şimdi’ de her zamankinden daha çok tarihleşmektedir. Mücadele esas olarak Erbil-Diyarbakır hattında güncelleştiği kadar tarihleşmektedir. Bölgenin ve hatta ‘Üçüncü Dünya Savaşları’ anlamında dünyanın kalbi hızlanan bir ritimle bu hatta çarpmaktadır. Bir dönem Amsterdam-Londra-Paris, Petersburg-Moskova hattında çarpan devrim ve karşıdevrimin kalbi, şimdi Diyarbakır-Erbil-Bağdat hattında çarpmaktadır.
İsrail-Filistin kördüğümü kadar Afganistan ve Pakistan düğümü, bunlarla bağlantılı olarak tüm Müslüman Afrika coğrafyası, Asya’da Rusya’dan Çin ve Hindistan’a kadar uzanan İslâm kültürü kendi demokratik çözümünün merkezini aramaktadır. Gelinen aşamada en çözümleyici merkez hat Irak-İran-Suriye ve Türkiye bağlamındaki, dolayısıyla Ortadoğu’daki devrimci demokratik çözüm hattı, insanlık tarihinin çok şey borçlu olduğu Kuzey ve Güney Mezopotamya’nın kalbinin attığı Diyarbakır-Erbil hattıdır. İbrani kabilesi ilk sorunsalını bu hatta yaşadı. Sürekli yaşadığı bu sorunsalın çözümünü üç bin beş yüz yıllık müthiş bir serüvenden sonra yine çıkış kaynağında aramaktadır. Halk deyimiyle, her ot kendi kökleri üzerinde biter. Yahudi sorunu da doğduğu kökler üzerinde çözümlenip sonuçlanacağa benziyor. TC elitlerinin büyük bir telaşla birbirine zıt iki kutup olan ABD-AB-İsrail kutbuyla İran-Suriye-Irak bloklaşması arasında örmeye çalıştığı karşıdevrimci ağın gerçekleşme ve başarı şansı yoktur. İki yüz yıldır bölgede kapitalist modernitenin çözmek bir yana, hep körükleyip alevlendirdiği toplumsal sorunlar ancak demokratik moderniteyle çözümlenebilecek aşamaya evrilmiştir. KCK’nin demokratik ulus inşası bu yolda aydınlatıcı bir ışık, çağrıcı bir sestir.
“Beşinci Savunmadan Derlenmiştir”
Önder APO