22 Eylül 2019 Pazar Saat 07:26
AKP-MHP faşizminin Kürdistan’ın
dört parçasına karşı sürdürdüğü işgal ve sömürgeci saldırılarını yerli yerine
oturtmak için 95 yıllık TC devletinin yayılma heveslerini dikkate almamız
gerekir. Bir yandan bu yayılma isteklerinin kurumsal altyapısını incelerken
resmi bu yöndeki pratiklerine de değineceğiz.
TC’nin sömürgeci eğilimlerini
şekillendiği devlet geleneği üzerinden bağımsız ele alamayız. Çünkü 20.yüzyılın
başında emperyalist güçlerin dizaynı ile ortaya çıkan Türk devleti aynı zamanda
binlerce yıllık bir devlet geleneği birikimini içinde barındırıyordu. TC’nin
biçimlenişinde bu faktörün önemli bir rolü oldu. Bu bakımdan TC’nin tarih
boyunca genişleme girişimlerini ele alırken öncellikle Türk devlet geleneğini
anımsamalıyız. Bu yayılma istekleri ile milliyetçilikte kutsal bir tabu olarak
sunulan vatan olgusunun nasıl bağdaştırıldığını da irdeleyeceğiz. Bu zemin
üzerinden birkaç başlık ile TC’nin tarihi boyunca topraklarını genişletme
girişimlerini de ele alacağız.
Yağmacı, İşgalci Türk Devlet Geleneği
Devletçi sınıflı uygarlığın temel
dinamiği tekelleşme üzerinden ilerler. Hem sermayenin hem de iktidarın
tekelleşmesi bu uygarlık sisteminin temel akış yöntemidir. Yani bir yandan
toplumun emeği sömürülürken ve maddi birikim sağlanırken diğer taraftan zora
dayalı iktidar tarzının birikimi gerçekleşir. Aslında devletin bir iktidar
birikimi şeklinde tanımlanması yanlış olmaz. Bu sistemin kendini
meşrulaştırabilmesi bu birikim çerçevesinde hareket etmesi sayesinde gelişir.
Devletçi sınıflı uygarlık özleri
aynı ama şekilleri ve biçimleri değişen devletlerden oluşur. Bu açıdan tek bir
devlet olgusu fakat çeşitli devlet modelleri vardır. Uygarlık çerçevesinde uzun
dönem tarih ele alındığında devletin ortak çekirdeği belirgin olurken daha kısa
dönemler incelemeye tabi tutulduğunda özgün yanlar açığa çıkmaktadır. Fakat
biriken yönetim tarzlarının yarattığı farklılıklar devlet gelenekleri şeklinde
ayrımlarla incelenebilir. Kuşkusuz egemen sınıfın karakterinden ideolojik
araçlara ya da dünya sistemindeki konumuna kadar bir devletin yapısını, şeklini
belirleyen birçok faktör vardır. Fakat bu devlet geleneğinin önemli bir etken
olmadığı anlamına gelmez. Bu temelde esas olarak coğrafi devamlılığın etkili olduğu
devlet gelenekleri vardır. Örneğin Çin’de bu geleneğin belirleyici yönünü
rahatlıkla gözlemleyebiliyoruz.
İnsanlığın devlet ortaya çıktığı
günden bu yana aynı zamanda “savaş olgusuyla yüzleşmek zorunda kalıyor. Keza
devlet mantığı zaten savaş üzerine kuruludur. İkili bir savaş ilki kendi
egemenliğindeki insanlar üzerinde uyguladığı zor ve sömürü ikincisi iktidar
alanını genişletmek için uyguladığı dışa karşı savaş. Toplumu sömürü
mekanizmaları ile kontrol altına alırken bu sömürüden elde ettiği kazancı
sürekli artırmak için topraklarını genişletmek ister. Bu açıdan doğrudan işgali
hedefleyen savaşlar devletli uygarlığa içkin bir durumdur. Tarihteki bazı
devletler esas gelişimlerini bu talan ve yağma savaşları üzerinden
şekillendirmişlerdir. Her ne kadar kapitalizm öncesi devletlerin çoğunda bu
işleyiş hâkim olsa da bazı bölgelerdeki devletlerin yegâne biçimlenişi budur.
İmparatorlukların birçok farklı özelliği olmakla birlikte buna örnek
gösterilebilir. Türk devlet geleneğini bu sürekli yayılmaya ve alınan haraç
üzerinden kendini yaşatan imparatorluk düzleminde değerlendirebiliriz.
Fakat öncellikle “Türk devlet
geleneği kavramının aslında birçok çarpıtmayı içinde barındırdığını belirtmek
gerekir. Bu çarpıtmalardan ilki devletlerin bir halkın ya da ulusun olamayacağı
gerçeğidir. Yani Türk halkının bir devleti yoktur, hiç olmamıştır. Türk egemen
tekellerinin yönettiği devletler vardır. Bazı devletlerini yöneticileri
Türk’tür ama o devlet halkın ya da ulusun değildir. Devletin işlevi halkı ya da
ulusu korumak ya geliştirmek de değildir. Devletin işlevi toplumun egemenlik
altına alınması ve sömürülmesidir. Devlet egemenlerin sistemlerini sürdürme ve
koruma aracıdır. Yoksa bir bütünen ulusun devleti olmaz. Kaldı ki zaten bu
iddia kapitalist modernite döneminde ulus devlet bağlamında ideolojik
nedenlerle öne sürülmüştür, öncesinde hiçbir devlet kendini bir ulusun devleti
olarak tanımlamamıştır. Bu Osmanlı devleti için geçerli olduğu gibi örneğin Frank
Krallığı için de bu şekildedir. Ulus devlet mantığı kendini ulusun devleti
olarak sunarken tarihi de bu şekilde yanlış aktarır. TC’nin kendisi gibi eski
devletlerin de Türk devleti olduğu iddiası bu açıdan temelsizdir. İkincisi bu adlandırma ile işaret
edilen Türk egemenlerin özgün bir devlet tarzı yoktur. Yani Türk egemenleri
tarih boyunca yönettikleri devletlerde özgün bir tarz oturtmuş değillerdir. Ne
böyle bir yetenekleri ne de böyle bir yaratıcılıkları vardır. Tarih boyunca
yaptıkları da zorla ele geçirdikleri devletlerin tarzını uygulamaktır, yoksa
yeni bir sentez yaratmış değildirler. Kuşkusuz kısmi farklılıklar
yaratmışlardır ama bu özgün bir sistem anlamına gelmez. Mesela Anglo-Sakson
devlet geleneğinden ya da bir döneme kadar Mısır devlet geleneğinden bahsetmek
mümkündür ve bu bize karşılaştırma yöntemi kullanma olanağı verir. Fakat Türk
devlet geleneği ifadesi böyle araştırma olanakları vermez, tıpkı örneğin
İtalyan devlet geleneği kavramı gibi. Buna karşın Türk devlet geleneği ifadesini
kullanmak bu sakıncalarla beraber bize Türk üst sınıfların devleti yönetme
tarzına ilişkin biriktirdikleri ilkeleri görme açısından bir kolaylık sağlar.
Başta da belirttiğimiz gibi yönetim birikimi devletlerin yapısında oldukça
etkilidir. Bu bakışla Türk devlet geleneğinde görülen bazı ilkelerden
bahsedebiliriz.
Daha önceleri de Türk egemenlerin
devlet oluşumlarına gittiği gözlemlenebilirse de esas çıkışlarını İslamiyet’i
kabul etmeleri ile beraber yaptıklarını söylemek mümkündür. Türkmen
kabilelerindeki ahlaki ve politik özle sürekli çatışarak bu devletleşme ortaya
çıkar. Orta Asya’dan önce Yakın Doğu’ya ardından Ortadoğu’da egemen olan
devletler kuran Türk elitleri askeri gücüne dayandığı göçebe Türkmen aşiret
kültüründen uzaklaşarak öncelikle yoğunca Pers devlet geleneğinden etkilenmiştir.
O dönemki devletlerde Fars ektisi devletin dilinden yönetim şekline kadar
oldukça belirgindir. Ayrıca bu
geleneğin transferinde ünlü Selçuklu veziri Nizâmülmülk simgesel olarak da
zihinsel birikimin aktarılmasında da önemli bir rol oynamıştır1. Türk egemenlerinin devletleri Kürdistan
üzerinden Bizans İmparatorluğu’nun egemen olduğu topraklara doğru geliştikçe bu
iki ana imparatorluk geleneğinden daha fazla etkilendi. Osmanlı İmparatorluğu
ise bu iki geleneğin doğrudan kalıtçısıydı.
İmparatorlukların yönetim sanatı
transfer edilen bürokrasi sayesinde elde edilirken iktidarın binyıllık yozluğu
da içselleştirilmektedir. Bu devlet tarzının kendini dayandırdığı temel
motivasyon yayılmacılık ve savaştır. İmparatorluk ne kadar büyürse yönetici
sınıfların çıkarı ve kârı o denli büyür. “Fetih ve “Cihad gibi kavramlarla
dini bir sos verilerek İslamiyet kullanılsa bile halkların hem savaşlarda
kırıldığı hem de yoğun bir sömürüye tabi tutulduğu Osmanlı’nın özü de bu sömürü
sistemidir. Askeri ve sivil bürokrasinin egemen olduğu bu devlet tarzı TC’ye
dönüşürken yeni yöneticilerin zihin dünyasında daha önce yönetilen büyük
topraklar ve sürekli yayılma isteği temel bir rol oynamıştır. Bugünlerde dile
getirilen Osmanlıcılık hayalleri Türk yöneticilerinin egemenlik özlemleri ile
ilgilidir ve TC tarihinden örneklerle de görebileceğimiz gibi AKP-MHP faşizmine
özgü değildir. Dönüşmeyen ve demokrasiye duyarlı hale gelmeyen devletin sürekli
daha büyük devlet rüyaları göreceği ve imkânları dâhilinde bu isteği
pratikleştirmeyi isteyeceği de kesindir.
Türk Milliyetçiliğinde “Vatan
Kapitalist modernitenin ulus
devlet sisteminde kutsallaştırdığı kavramlardan biri “vatan kavramıdır. Türk
milliyetçiliğinde hem yayılma isteğinin temel alınması hem de sürekli verili
sınırlar tanımlanan “vatan ı kutsanması görünür bir çelişkidir. Öyle ya şimdi
ki topraklar “kutsalsa ve “kanla vatan haline getirildiyse neden yeni “kutsal
olmayan topraklar istensin ki? Kanla her toprak kutsal vatanın bir parçası
haline getirilebilecekse sınır neresidir? Tüm dünya kanla kazanılacak
potansiyel vatan olabiliyorsa şimdiki toprakların önemi nedir? Bu çelişkiye
dönmeden önce vatan kavramı üzerinde durmalıyız.
Vatan kavramı toplumlar ve
halklar için oldukça önemli bir etmendir. Halkların, toplumların oluş mekânları
olarak ele almak gerekir. “Vatansız , “Welatsız bırakılmak istenen Kürtler
için bunun önemi çok rahat anlaşılabilir. Bu noktada Önderliğin son
savunmasında yer alan üç belirlemesi bize gerek vatan kavramının önemini, gerekse
milliyetçiliğin onu nasıl ve niye çarpıttığını ve Demokratik ulus için anlamını
aktarma imkânı sağlayacaktır.
İlk belirleme vatan kavramı
üzerinedir:
“Vatan toplumsal yaşamın sadece maddi üretimi ve kültürünün
gerçekleştiği coğrafya değil, onun tarihi ve ruhunun oluştuğu beşiktir, evdir.
Ondan yoksun kalmak (kavram ve ruh olarak), evsiz ve ruhsuz kalmaktan beterdir.
Toplumu evsiz ve ruhsuz bırakan, maddi ve manevi kültürden de yoksun
bırakabilir.
İkincisi
devlet milliyetçiliğinin vatan kavramını nasıl çarpıttığını anlatır:
“Kapitalist modernitenin vatan olgusuna karşı en büyük suçlarından
birisi katı, değişmez, tek uluslu sınır anlayışını en kutsal bir kavrammış gibi
sahtekârca piyasaya sunmasıdır. Ulus-devletin sınır anlayışı, sözde vatanı
nasıl koruduğunun göstergesi olarak bir kült, bir ibadet gibi işlenir. Özünde
ise, en geliştirilmiş ve genelleştirilmiş bir mülkiyet sınırıdır. Mülkiyetin en
geliştirilmiş biçimidir bir tarlanın etrafının çitlenmesiyle başlayan mülkiyet
tarihinin vardığı en son aşamadır. Sınırlar o kadar katı kılınır ki, sözde bir karışı
uğruna savaşlar verilir. Savaşlar verilir, ama bu savaşlar halkın, ulusun
çıkarları uğruna değil, içerdikleri azami kâr potansiyeli nedeniyle verilir.
Ulus-devlet sınırları ne denli katılaştırılmışsa, o denli azami kâr sağlıyor
demektir.
Yapacağımız son
alıntı ise vatana nasıl yaklaşılması gerektiğini gösterir:
“Demokratik ulus vatanı değerli sayar, çünkü ulus zihniyeti ve kültürü
için büyük bir imkândır anısında yer
almadığı bir zihniyet ve kültür düşünülemez. Fakat kapitalist modernitenin
fetişleştirdiği ülke-vatan kavramını toplumdan öncelikli kılmasının kâr amaçlı
olduğu unutulmamalıdır. Vatanı abartmamak da önemlidir. “Her şey vatan için
anlayışı faşist bir ulus anlayışından kaynaklanır. Her şeyin özgür bir topluma
ve demokratik bir ulusa adanması daha anlamlıdır. Bunu da tapınç düzeyine
getirmemek gerekir. Asıl olan, yaşamın değerli kılınmasıdır. Vatan bir ideal
değildir, ulus ve birey yaşamı için sadece bir araçtır.
Türk milliyetçiliğinin tüm
türevleri yayılma isteği ile maluldür. Bu ister dini kılıfla isterse ırkçı motiflerle
sunulsun sonuç değişmez. Ulus devletin egemen sınıfının ve yönetici kliğin
ideolojisi olarak milliyetçilik sürekli pazarını ve iktidar alanlarını artırmak
ister. Sömürüden devşirdikleri kârı artırma amacı bu yayılma isteğinin temel
sütunudur. Yayılma alanlarında halkın fiziksel ve zihinsel soykırıma tabi
tutulması da bu isteğin doğal sonucudur. Çünkü iktidarlarını bu şekilde garanti
altına almaya çalışırlar. Türk milliyetçiliğinin zihin dünyasının derinlemesine
çözümlemeden bu yayılma isteğinin üstünlüğü esas alan bir ruh haline
dayandığını söyleyebiliriz. “Bir Türk dünyaya bedeldir vecizesinde gördüğümüz
bu hayali tanımlama Türk milliyetçiliğinin inşa zeminidir.
Türk milliyetçiliğinin kurucu
çekirdeğini en açık gördüğümüz nokta Turan düşüncesidir. Turan’ın neresi
olduğuna ve burada kimlerin yaşama hakkına sahip olduğuna dair milliyetçi
metinler ortak bir açıklama getirmez. Adriyatik Denizinden Sarı Irmağa diye Asya’nın
neredeyse tümünü işaret eden Turan ülkesi zorlanmış bir kurgudan öte bir anlam
taşımaz. Ama zaten bu düşünce mantıklı bir izaha ihtiyaç duymaz. Sınırları
belirsiz bir bölgeyi tarif eden “Turan Türk milliyetçiliğinin dünya hâkimiyeti
için temel ilkesi, efsaneleştirilmiş ifadesiyle “Kızıl Elma sıdır. Devşirme
Türk olarak Türkçülüğün kurucu isimlerinden Ziya Gökalp’ın şu beyti zaten
durumu açıklamaktadır:
“ Vatan
ne Türkiye’dir Türklere, ne Türkistan
Vatan büyük ve
müebbet bir ülkedir: Turan
Peki, “vatan bugünkü topraklar
değilse bu sınırların anlamı nedir? Bunu yine Ziya Gökalp’ta buluyoruz.
Türkçülüğün Esasları kitabında açıkça yazar. Bugünkü topraklar geçici, zorunlu
kalındığı için yaşanmaya mecbur olunan ülkedir. Turan ise nihai ve uzak
hedeftir. Umulan ile mevcut olan arasındaki çelişki bu biçimde giderilmeye
çalışılır. Oysa bu tanımlama aslında
açıkça bugünkü vatan güzellemelerinin sahte olduğu gösterir. Yenilgi bugünkü
sınırları kabul etmelerine yol açmıştır. Türk milliyetçiliğinin dilindeki vatan
kandırmacadan ibarettir. Onlar için vatan kendi sömürü ve soykırım
düzenleridir. Kürt soykırımını tamamlamak için ya da kendi menfaatleri için
vermeyecekleri toprak da, taviz de yoktur. Nitekim Türk Devleti Ağrı İsyanı’nda
Kürt hareketini imha edebilmek için kutsal toprağın bir parçasını hiçbir şey
olmamış gibi İran’a bırakabiliyordu. Nazım Hikmet Türk milliyetçiliğinin
vatandan ne anladığını çok açık ve özlü biçimde tarif etmektedir:
“Vatan çiftliklerinizse,
kasalarınız ve çek defterlerinizin içindekilerse vatan,
vatan, şose boylarında gebermekse açlıktan,
vatan, soğukta it gibi titremek ve sıtmadan kıvranmaksa yazın,
fabrikalarınızda al kanı içmekse vatan,
vatan tırnaklarıysa ağalarınızın,
vatan, mızraklı ilmihalse, vatan, polis copuysa,
ödeneklerinizse, maaşlarınızsa vatan,
vatan, Amerikan üsleri, Amerikan bombası, Amerikan donanması topuysa,
vatan, kurtulmamaksa kokmuş karanlığınızdan,
ben vatan hainiyim. 2
Misak-ı Milli ve Lozan
İttihat Terakki Partisi’nin
1.Dünya Savaşına giriş nedeni zaten bu Turan ülküsüydü. Tekrardan büyük bir
imparatorluğa bu sefer Türkçülük adıyla dönüşmek temel istekti. Allahu Ekber
dağlarında da Arap çöllerinde de milyonlarca genci ölüme sürüklemelerinin
nedeni buydu. Ele geçirdikleri toprakları nasıl ‘Türk’ toprağına
dönüştüreceklerini de 1915’teki Ermeni soykırımı ile gösterdiler. Fakat bu
rüyaları Osmanlı Devletinin dağılmasıyla son buldu. Bu açıdan İttihatçı şef Enver’in Türkistan’da
kuracağı orduyla Turan imparatorluğunu kurma amacıyla ölmesi bu sürecin
özetidir.
1919-1923 arası İngiliz
hegemonyası ile girilen mücadele süreci aslında emperyalizmin verdiği misyonla
ilgilidir. Çelişki yok değildir fakat bu çelişki çözülemez bir çelişki
değildir. TC’nin ortaya çıkışı iddiaların aksine emperyalizme rağmen değil,
onun planlamaları doğrultusunda gelişmiştir. Gelişen Kürt-Türk ittifakı
çerçevesinde demokratik bir cumhuriyetin yaşam bulma ihtimali yok değildir.
Fakat Kürdistan’ın dörde bölünmesi sonucunda açığa çıkan soykırımcı bir devlet
gerçeğidir ve emperyalist güçlerin onayı ve çıkarları gereği oluşmuştur.
Son Osmanlı meclisinin muğlak
olan Misak-ı Milli kararı o dönem Kürt ve Türk halkının ortak vatan üzerinde
demokratik ittifakını işaret etmesi anlamında olumluydu. O dönem sergilenen
politika bu ittifak çerçevesindeydi. Türk yöneticilerinin bu ittifakta ne kadar
içten olduğu önemli değildi. Sorun yeni devletin ortak bir vatan mı yoksa
soykırımcı bir ulus devlet mi olacağıydı. Bölünmemiş bir Kürdistan’ın Türk
faşizmi tarafından soykırım saldırılarına hedef olması zordu. Fakat öncellikle
Fransa ile yapılan Ankara antlaşması(1921) ile Kürdistan’ın Rojava parçası
bırakılarak Misak-ı Milliden taviz verildi. Ardından Lozan(1923) ve bu sefer
İngiltere ile yapılan Ankara Antlaşması(1926) ile Kürdistan dört parçaya ayrılıyordu.
Nitekim İttihat ve Terakki’nin soykırımcı zihniyeti TC aracılığıyla Kuzey
Kürdistan’ı Kürt soykırımı ile Türk toprağı haline getirmek isteyerek sürdürdü.
Madem bu topraklar elde kalmıştı homojenleştirme işlemi bu ölçekte
yapılmalıydı.
Lozan ve Misak-ı Milli’nin
anlamlarının Türk faşizminin türevlerince farklı değerlendirmelerini işaret
etmek gerekir. Lozan Antlaşması Kürdistan’ı parçalanmış sömürge konumuna sokan
bir antlaşma olduğu açıktır. Bu anlamda
olumsuz ele alınması doğaldır. Fakat Türk faşizminin önemli bir kesimi de bu
antlaşmayı olumsuz değerlendirmektedir, fakat farklı nedenlerle. Lozan Türk
milliyetçiliği açısından hayal kırıklığıdır. Bunun nedeni umulandan daha küçük
bir coğrafyaya sıkışıldığını düşünmeleridir. Onların derdi bir halkın binlerce
yıllık ülkesinin parçalanması değil kendi devletlerinin yani sömürü alanlarının
-sadece Kürdistan açısından da değil- küçülmesidir. Bizzat Lozan antlaşmasının
görüşmelerinde katılan Türk milliyetçiliğinin fikir babalarından Rıza Nur3 sorumluluğu İsmet İnönü ve
Mustafa Kemal’e yükleyerek bu antlaşmayı Türk egemenliğini azaltan bir antlaşma
olarak ele almaktadır. Beyaz Türk faşizminin büyük bir zafer olarak gördüğü
Lozan aslında diğer faşist akımlar için bir yenilgi olarak
değerlendirilmektedir. Kaldı ki tüm Türk faşistlerinin bilinçaltında dünyaya
egemen olmak vardır, sadece küçük bir yarımadaya hükmetmek değil. Bu açıdan
yakın zamanda faşist Erdoğan’ın bu antlaşmayı küçümseyen beyanlar vermesi
hatırlanabilir.
Aynı şekilde Türk faşizminin zaman
zaman kendi sömürgeci isteklerine atfen Misak-ı Milliyi gündeme getirdiğini
biliyoruz. Yukarıda işaret ettiğimiz gibi eğer iki halkın demokratik ittifakı
üzerinden şekillenirse Misak-ı Milli’nin güncellenmesi anlamlı olur. Önderliğin
zaman zaman Misak-ı Milli’ye atıf yapmasının nedeni de budur. Türk faşizmi ise
Misak-ı Milli’yi mevcut devlet yapısı ile sömürgeci emellerini gerçekleştirme
mantığı ile gündeme getirmektedir. Örneğin Güney Kürdistan’a ilişkin sömürgeci
isteklerine bu bölgede yaşayan Türkmenleri alet etmeleri niyetlerini açıkça
göstermektedir.
TC’nin Yayılma Girişimleri
Beyaz Türk faşizmi kurduğu
devletin öneminin altını çizebilmek için görünürde yayılma isteğinden vazgeçtiğini
vurguladı. Kaybedilen topraklar ifadesi bile sakınılan bir kavram haline
getirildi. Esas vatan burasıydı. Bu açıdan Anadolu’nun esas Türk vatanı
olduğunu kanıtlamak için sözde tarih teorileri(Hititler ve Sümerler Türk’tür
gibi) uyduruldu. Misak-ı Milli görmezden gelindi4. Turan ise ötelenen bir düşünce konumuna getirildi,
cumhuriyetin kuruluşundan itibaren önde gelen Turancılar bile bu fikirlerden
caydıklarını ilan ettiler. Bu topraklar mecbur kalındığı için değil, zaten
vatan olduğu için devletin sınırları gibi gösterildi. Beyaz Türk faşizmi dış
politikada her şeyden önce gerçekçiydi. Fakat bu sadece Beyaz Türk faşizminin
kendini yüceltmesinin bir aracıydı ve yüzeyseldi. Fırsatlar oluştuğunda
topraklar genişlemeliydi. Mantık binyıllardan beri aynıydı ne kadar çok toprak
o kadar köle ve bir o kadar kâr.
HATAY
TC kurulduğundan 15 yıl geçtikten
sonra fırsatların oluştuğu düşünüldü ve güneydeki İskenderun Sancağı egemenlik
altına almak için harekete geçildi. Toprakların genişlemesi umudunu yaratan
durum 2.Dünya savaşına doğru giden krizdi. Hegemonik güçler yeni bir paylaşım
mücadelesine girerken asıl ilgilerini Avrupa’ya çevirmişlerdi. Bu çerçevede
Ortadoğu’daki manda yönetimleri 1930’ların ortasından itibaren yerini uydu
devletlere bırakıyordu. Fransa’da bu çerçevede Suriye’den çekilme kararı verdi.
Tam da bu noktada TC devleti devreye girdi ve bölgede yaşayan Türkleri gerekçe
göstererek bu bölge üzerinde hak iddia etti.
Milletler Cemiyetinde tartışılan
soruna bulunan çözüm bölgenin bağımsız bir devlet olmasıydı. Türk Özel Savaş
mensuplarının yoğun çabalarıyla 1938’de kurulan bu devlete “Hatay ismi
verildi. Bu o döneme kadar duyulmamış bir isimdi. Oysa bölgede Antakya gibi
binyılların önemli şehri vardı, daha ötesi yüzyıllardır bölge İskenderun sancağı
olarak biliniyordu. Fakat bu iki isimle Türklük arasında ilişki kurmak çok
zordu. Bu yerleşik isimler devletin adı olarak kullanılmadı. Bu isim yukarıda da bahsettiğimiz uydurulmuş
tarih tezleri çerçevesinde Türklerin atası olarak gösterilen ve bir zamanlar bu
bölgede devlet kurmuş olan Hititlerden esinle icat edilmişti. “Hatay isminin kendisi bile bu çabanın
içyüzünü ve bu devletin geleceğini gösteriyordu. Nitekim bir yıl sonra yapılan
bir oldubitti ile Hatay TC sınırlarına alındı. Bağımsızlığını ilan eden
devletin tüm organları TC’nin denetimindeydi. Hatay devletinin meclis
üyelerinin çoğu doğrudan TC tarafından görevlendirilmişti. Ve işte bu meclis TC
ile birleşme kararı aldı. Sözde binyıllardır Türk yurdu olan bir toprak daha
vatana katılmıştı. Bu TC devletinin işgalci geçmişine bağlılığını özellikle
Ortadoğu devletlerine ve halklarına göstermişti. Aradan geçen 80 seneye karşın
bu olay bölge halklarının hafızasında hala canlıdır.
Öte yandan bu genişlemeyi
emperyalist güçlerden bağımsız ele almak doğru değildir. Fransa her ne kadar
ayak diretiyor gibi görünse de törenle bölgeyi TC’ye veren oydu. İngiltere ise
bu girişime açıktan hiç karşı çıkmadığı gibi bu sonucu ilk tanıyan devletlerden
biri oldu. Yaklaşan Dünya savaşında TC’yi kendi taraflarında çekmek için
verilen bir tavizdi. Aynı zamanda onların çıkarlarını doğrudan ihlal etmeyen
bir tavizdi. Çoğunluğu Arap olan ve Süryaniler, Ermeniler gibi birçok
etniseteden oluşan bölge halkının zorla Türkleştirilmesi ve tarihinden
koparılması onların problemi değildi ve zaten bu onların sistemiydi.
İkinci Dünya Savaşı başladığında
sandığa kapatılan ‘Turan’ düşüncesi tekrar gün yüzüne çıktı. Devletin resmi
gazeteleri Sovyet topraklarında yaşayan esir Türklerden bahsediyor, Nazi Almanya’sı
ile beraber bu ülkeyle savaşılması gerektiğini savunuyordu. Faşist sürüler
Stalingrad önünde bozguna uğrayana kadar üst perdeden yapılan bu propagandayla
Kara Türk faşist eğiliminin önü açılıyordu. Faşist Almanya yenilince “Turan
rüyası başka bahara kaldı. “Turan yine felaket getiren maceracılık olarak ele
alındı. Bu arada yenen ittifaka hoş görünmek için 1944’te Turancılar sadece
zindanlara atılmadı, işkence de gördüler.5 Devlet kendi aşırı uçlarını azdırmayı bildiği gibi
törpülemeyi de biliyordu!
KIBRIS
TC’nin işgalci özünü gösteren bir
diğer örnek ise Kıbrıs sorunudur. 16. Yüzyılda Osmanlı egemenliğine giren ada İngiltere
tarafından 1878’te para karşılığında kiralanmıştır6. Osmanlı Birinci Dünya Savaşı’na karşı tarafta girince
İngiltere bu adayı ilhak eder. Lozan antlaşmasında bu ilhakı Türk devleti tanır
ve ada ile tüm bağlarını koparır. 1950’lerle beraber uluslararası dengeler
değişince Kıbrıs TC için tekrar kutsal bir dava haline gelir.
Adada yaşayan halkın çoğu Yunanistan
ile birleşmek ister ve bunun için İngiltere’ye karşı mücadeleye başlar. İngiltere
bu adadaki çıkarları gereği bu birleşmeye sıcak yaklaşmaz ve adanın
egemenliğini kaybedecek bile olsa bunun daha kolay kontrol altında tutabileceği
bağımsız bir devlet şeklinde olmasını ister. Adadaki Türk azınlık gerekçe
yaparak TC’yi de bu soruna dâhil eder. TC ise bunu yayılmak için bir fırsat olarak
görür ve adanın Yunanistan ve kendisi arasında paylaşılmasını ister. “Taksim
şeklinde formüle edilen bu sonucu elde etmek için TC’nin istihbarat örgütü -o
dönemki adıyla MAH- devreye girer ve Kıbrıs’taki demokratik güçlere(hem Türk,
hem Yunan) karşı kontra faaliyetlerine başlar7.
1960’da bağımsız Kıbrıs
Cumhuriyeti kurulur. İngiltere bu oluşuma elini güçlendirmek için TC’yi de Yunanistan’la
beraber garantör olarak dâhil eder. Kıbrıs Cumhuriyeti adadaki Türklerin
haklarını tanıyan görece demokratik mekanizmalara da sahiptir. Fakat
İngiltere’nin öngörüsünün aksine bağımsız Kıbrıs devleti uydu gibi davranmaz ve
Batı Blokuna girmez. Bunun üzerine emperyal güçler hem Yunan faşistleri hem de
TC aracılığıyla bu bağımsız ve demokrasiye duyarlı cumhuriyete saldırırlar.
1974’te Kıbrıs Cumhuriyetinde bağımsızlıkçı cumhurbaşkanı Makarios’a Yunanistan
cunta rejiminin kontrolünde yapılan askeri darbe bu çerçevede ele alınmalıdır.
Hem TC’nin adaya müdahalesinin önü açılır hem de Kıbrıs devleti faşist bir
yönetimin eline geçer.
1974 işgal hareketinin ilk
aşaması bazı antlaşmalar gerekçe yapılarak başlatılır. Fakat ateşkes
kararlarına ve faşist yönetimin düşüp Kıbrıs Cumhuriyeti’nde meşru hükümetinin
tekrar göreve gelmesine rağmen işgal hareketinin ikinci aşaması devreye girer.
Bu durum tüm dünyaya TC’nin sömürgeci emellerini gösterir. Türk devleti işgali
hedeflemekte demokrasi, barış ya da orada yaşayan Türklerin hakları buna kılıf
olarak sunulmaktadır.
Sonuç olarak Kıbrıs’ın önemli bir
bölümü işgal edildi. Bu işgalin ardından Kıbrıs halkı ne barış yüzü ne de huzur
gördü. Kıbrıs’taki Türk halkında oluşan barış ve çözüm iradesi sürekli bir şekilde
T.C. tarafından bastırıldı. TC 45 yıldır çözümsüzlüğü çözüm olarak görmektedir.
İşgal ettiği bölümde kurulan KKTC’yi Dünya’da tek bir devlet bile
tanımamaktadır. BM kararlarının emperyalist devletlerin isteğinin dışında
olmaması ve bu merkezlerin TC’nin işgalini çok net biçimde desteklememesi bu
diplomatik durumun oluşmasına neden olmaktadır. Fakat bu bölgenin TC’nin
işgalinde olduğu ve Kıbrıs’taki Türk halkının iradesinin aksine Ankara’dan
yönetildiği açık bir gerçektir. TC bir yandan Kıbrıs üzerinden Doğu Akdeniz’de
sürekli yeni çıkar alanları ararken öte yandan adayı kara para aklama merkezine
dönüştürmüştür. Sonuçta adı konulmamış bir ilhak söz konusudur ve Kıbrıs TC’nin
bir ilinden çok da farklı olmayan bir şekilde yönetilmektedir. TC’nin sömürgeci
yüzü Kıbrıs’ta kendine maske bile bulamamaktadır.
TC’nin bu iki örnekten daha fazla
yayılma girişimi vardır. Bu işgalci isteklerin sınırlı kalmasında uluslararası
hegemonik güçlerin onay vermemesi önemli bir faktördür. Kıbrıs’ta TC
emperyalist güçlerin biçtiği rolün ötesine geçmesi dönemsel çelişkilere neden
olmuştu. Emperyalist sisteme göbekten bağlı olan TC’nin bu tür hamleleri
engellendi. Özgürlük hareketinin
çıkışıyla birlikte daha çok Kürdistan’ın diğer parçalarına yoğunlaşan işgal
hareketlerinin girişimden öteye geçmemesi kuşkusuz Kürt gerillasının bu
hareketleri kırmasından kaynaklanmaktadır. Yoksa emperyalizmin bu işgal
hareketlerine net bir tavrı hiç olmadı. 35 yıllık savaş sürecinde defalarca
törenlerle Güney Kürdistan’ı fethe çıkan TC sonuçsuz biçimde geri dönmesinde
tek faktör özgürlük hareketinin direnciydi.
İşgal ve ilhak söylemleri ise
özellikle iki dönem sıklıkla dillendirildi. İlk dönem Birinci Körfez Savaşı
süreciydi. ABD’nin Saddam Irak’ıyla savaştığı bu dönemde Türk milliyetçiliği
gerekli fırsatın oluştuğunu düşündü. ABD beraber bu savaşa girilerek Güney
Kürdistan işgal edilebilirdi. Petrol kaynakları rüyaları süslüyordu. O zamanki
Cumhurbaşkanı Turgut Özal’ın “Bir koyup, üç almak şeklinde formülize ettiği bu
plan Özgürlük Hareketinin diriliş savaşını yükselttiği bir zamanda işlemedi. Bu
arada o dönem yayılma isteği ile savaşa girilmesini destekleyen şoven
kesimlerle Turgut Özal’ın tutumunu ayırmak gereklidir. Özal bu dönem Türk-Kürt
federasyonu şekliyle Kürt sorunu çözme arayışları vardı. Bunu açıkça
dillendirdi. Ayrıca Önderlikle kurduğu diyaloglarından farklı olan düşüncesini
anlamak mümkündü. Kürt sorunu çözme iradesi Özal’ın suikastına neden olurken,
bu plan Türk Ordusu tarafından bu yayılma devletin eski şekliyle olamayacağı
gerekçesiyle reddedildi.
İkinci dönem ise 2004’teki 1
Haziran Hamlesiyle zora giren TC’nin işgal tehditlerine başlamasıyla oldu.
2004-2008 yılları arasında özellikle Ergenekoncu kesim sürekli işgal
çağrılarında bulundu. Türk Ordusu da kilometrelerce alana kaplayacak tampon
bölgeden Türkmenler işaret edilerek Kerkük’e kadar alanın işgaline kadar bu söylemleri
sürekli kullandı. 2008’de Zap Savaşı sadece TC iradesini kırmadı, bu rüyaların
2015’e kadar ağızlara alınmasını bile engelledi.
AKP-MHP Faşizminin Rojava ve Güney Kürdistan İşgal Hamleleri
Güney Kürdistan’ı işgal
söylemlerine ara verilse de 2011 yılı TC’nin yayılımcı yüzünü açığa vurduğu
yeni bir dönemi başlatıyordu. ‘Arap Baharı’ olarak adlandırılan fakat tüm
Ortadoğu halklarının demokrasi isteğini gösteren bu hareketler devletçi güçler
tarafından saptırıldı. Bu durum özellikle Suriye’de yoğunlaştı. Hem Rojava
devrimi gibi insanlığın umudu hem de İŞİD gibi vahşi faşist hareketlerin boy
verdiği alan Suriye oldu. Suriye’nin bu durumu Türk faşizminin iştahını
kabarttı. Bu ülkeye 2016’ya kadar İŞİD ve onun türevleri olan paravan cihadist
örgütler aracılığıyla saldırıya başladı. TC saldırılarının iki yönü vardı.
Rojava devrimi Türk devletinin temeli olan Kürt düşmanlığını kabartıyor,
Kürtlerin kazanımlar elde etmesini varlığına bir saldırı olarak görüyordu.
İkinci faktör olarak “Şam’daki Emevi Cami’inde Cuma namazı kılmak lafıyla Davutoğlu’nun
dışa vurduğu bölgesel emperyal güç olma isteği Suriye’ye müdahale gerekçesini
oluşturuyordu. Nitekim bu isteğin ideolojik kılıfı olarak “Yeni Osmanlıcılık
bir süredir TC’nin resmi söyleminin parçası haline getirilmişti. Bu sürecin
ayrıntılarına girmeksizin paravan örgütler YPG ve QSD tarafından boşa
çıkarılınca TC doğrudan kendi ordusu ile bu sürece dâhil olmak zorunda
kaldığını ifade edebiliriz. Bugün hem Efrin’de hem Cerablus ve Bap’ta süren
işgal TC’nin aktarmaya çalıştığımız bu sömürgeci, yayılımcı ve Kürt düşmanı
karakterinin göstergeleridir.
AKP-MHP faşizminde kendini açıkça
gösteren sömürgeci, yayılımcı karakter 2019 Eylül’ü itibariyle hala aktif
konumdadır. 2015’ten bu yana yoğunlaştırdığı Güney Kürdistanı işgal
operasyonlarını sürdürmektedir. Bölgenin işgal ve ilhakını dillendirmeden
pratikte yaparak tırmandırdığı bu saldırıların mantığı TC’nin kimliğinde gizlidir.
Söylemindeki Özgürlük Hareketi ile savaştan öte bir anlam taşıyan bu
girişimlerin 35 yıldır olduğu gibi hüsranla sonuçlanacağını ifade etmek
gerekir. Şimdiden iradesi kırılan Türk ordusunun işbirlikçi güçlere rağmen
Kürdistan’ın bu parçasında da tutunamayacağı açıktır.
Öte yandan Rojava’nın doğusuna
yönelik işgal tehditlerini fütursuzca sürdürmeleri AKP-MHP faşizminin yeterince
teşhir olmasına sebep olmaktadır. En son tehdit argümanını boşa çıkarmak için
Kuzey Doğu Özerk yönetiminin de destek verdiği ABD ile yaptığı Güvenli Bölge
antlaşmasının yetersiz olduğunu ifade etmektedirler. Faşist şef Erdoğan açıkça
niyetlerinin bölgeyi işgal edip mültecilerin bu bölgeye yerleştirilmesi
olduğunu ifade etti. Güvenlikten anladığının işgal olduğunu lafı oraya buraya
çekmeksizin açıkladı. Buna karşı menfaat odaklı hareket eden uluslararası
koalisyonun ne tavır alacağından bağımsız olarak fethe yeltenen TC’nin
rüyalarını Rojava Devrimcilerinin kâbusa çevireceğini söyleyebiliriz.
Sonuç olarak sömürgecilik ve
işgalin TC’ye içkin olduğunu belirtebiliriz. Mirasçısı olduğu devlet geleneği
bu çerçevede gelişmiştir. Ayrıca zihin dünyası bu ırkçı unsur üzerine kuruldur.
AKP-MHP faşizminin bu yüzünü çeşitli kez açığa vurması da bu açıdan
anlaşılırdır.
Dipnotlar
·
Nizâmülmülk’ ün ünlü “Siyasetname kitabının yazılma nedenlerinden biri Türk yönetici
kliğine devlet işleyişini öğretmekti. Ve yüzyıllarca yönetici sınıfın temel
kitabı olarak okundu.
·
Nazım Hikmet’in “Vatan Haini Şiiri
·
Rıza Nur’un “Hayat
ve Hatıralarım adlı kitabı Türkiye’de hala yasaktır ve sansürsüz hali hiç
basılamamıştır.
·
Mustafa Kemal’in 1926’deki söylevinin basıldığı
“Nutuk kitabında Misak-ı Milli’den
neredeyse hiç bahsedilmez. Ayrıca kitabın neredeyse tümünde İttihatçılar
maceracılık ile millete zarar veren kimseler olarak tarif edilir.
·
Tabutluklara konan Kara faşistlerin içinde
ilerde bu eğilimin başbuğu olacak Alpaslan Türkeş de vardı. Zindanlardan 1960
Darbesinin kudretli albaylığına geçişinden anlaşılacağı gibi bu şahsın kariyeri
emperyalizmin Gladio’nun görevlendirmesi olduğunu açıkça göstermektedir.
·
AKP’nin “ulu hakanı II. Abdülhamid vatan
toprağını para karşılığında satmış olması ayrıca dikkat çekici bir noktadır.
Egemenlerin vatana nasıl baktığını gösteren bir durumdur bu.
·
Türk Mukavemet Teşkilatı adıyla silahlı bir
örgüt kurulur ve içlerinde komünist Türklerinde öldürüldüğü birçok cinayet
işlenir ve TC işgaline zemin hazırlanır. Bu kontrgerilla örgütü TC’ye doğrudan
bağlı olmakla birlikte İngiltere’nin çıkarlar doğrultusunda hareket eder.
Kendal BAGOK
0
21
TR
KO
:” ”
:””
” “,
Kürdistan Stratejik Araştırmalar Merkezi
www.lekolin.com – www.lekolin.org – www.lekolin.net –
www.lekolin.info -www.navendalekolin.com -http://kursam.org/index.html-
http://kursam.net/index.html
0
21
TR
:” ”
:””
” “,
:” ”
0
21
TR
:” ”
:””
” “,
:” ”
Dipnotlar