“Hayat o kimsenindir ki, her gün onu yeniden kendisinin yapan.
Özgür bir toprakta, özgür bir halk arasında bulunmak istiyorum
O zaman, geçen ana dur, o kadar güzelsin ki diyebilirim
O zaman yeryüzünde geçirdiğim günlerin izi kaybolmaz. “
Goethe
Bir halkın ve ulusun varoluş öncüsü, kendinde yaşama gücünü taşıyıp, inancını koruyan, kendisine yöneltilen saldırıları büyük bir direnç ve düşünce derinliği ile karşılayıp boşa çıkaran, direnişi örgütleyebilme yeteneğini gösterendir. Dile getirilen bu sözlerin uygulayıcı gücü 26 yıldır “özgür fakat İmralı kayalıklarına çivilenmiş halde” olan Rêber Apo’dur. İmralı’da, insan vicdanının asla kabul edemeyeceği ve kaldıramayacağı büyük bir tecrit devam ediyor.
Tecrit kavramının İngilizce kökeni İsland’tır. Yani “Ada” anlamına geliyor. Ada kavramı yalnızlık, toplumsallıktan uzak, izolasyon ve tecrit anlamına gelir. Buradan da görüldüğü üzere Önder Apo’nun İmralı Adası’nda içinde bulunduğu durum daha iyi anlaşılıyor. İmralı Adası, Marmara denizinin orta yerinde, hiçbir kara bağlantısı olmayan bir alandır. Ada, zaten tecrit edilmiş bir mekândır. Napolyon’un kaldığı Elbe Zindan Adası tecritliği, Peru Aydınlık Yol Lideri Abimael Guzman’ın kaldığı Callao Adası tecritliği ve Güney Afrika Devlet Başkanı Nelson Mandela’nın kaldığı Roben Zindan Adası tecritliği karşısında İmralı Adasında Önder Apo’nun üzerinde uygulanan katı tecrit sitemi, bu her iki adanın koşullarını da aşan bir durumdadır. Ada hapishanesinde tüm yaşam birkaç metre ile sınırlıdır.
İzolasyon ve toplumdan yalıtma gibi anlama sahip olan tecrit, Önder Apo’nun kendisinde hem bir hiçlik duygusu yaratma hem de toplumun gözünde onu hiçleştirme uygulamasıdır. Aynı zamanda moral motivasyon düzeyini çökertme uygulamasıdır. Önder Abdullah Öcalan’ın yaşadığı tecrit durumunu sadece bir adada olmasıyla ilgili ele almamak gerekir. Her şeyden önce adı, kimliği, dili, her şeyi yok sayılmış ve soykırıma uğratılan bir halkın özgürlük mücadelesinin hakikat önderidir. Fakat Önder Abdullah Öcalan’ın ada koşullarında ne yaşadığını hissetmek mümkün olmazsa, nasıl dayandığını anlamak da gerçekten zordur.
Spinoza “Anlam özgürlüktür” demişti. Önder Apo, anlamanın dışında başka bir özgürlük biçiminin olmadığını dile getirdi. Önder Öcalan’a göre özgürlük sadece bedensel ya da zihinsel bir hareketlenme değil aynı zamanda anlam gücüdür. Yani hareket ancak bir anlam arayışı ile birlikte yürütülürse özgürlüğe dönüşür. Özgür olmak istediğini yapmak değildir. Özgür olmak ancak insanın eylemsel inşa gücünü de arttırmasıyla mümkündür.
İmralı gerçeğini bu tanımlamayla daha iyi anlamak ve devam eden mutlak tecrite karşı vicdan hareketi geliştirmek gerekiyor. Dünyanın neresinde hangi tutsak bu denli ağır bir tecrit altında tutuluyor? Başka bir örneği var mı? Önder Abdullah Öcalan yıllardır avukatları ve ailesiyle görüştürülmemesine rağmen ABD, AB, CPT veya başka bir devletten, uluslararası konumda bir itiraz, bir ses çıkmadı. Neden? Çünkü İmralı tecrit sistemini tasarlayan, uygulayan ve yapılanlara onay verenler bizzat kendileridir. Geçtiğimiz günlerde İtalya eski Başbakanı Massimo D’alema 26 yılın ardından Medya Haber Tv’ye konuşarak, Önder Apo’ya dönük uluslararası komploda Dönemin ABD Başkanı Bill Clinton’un bizzat kendisini aradığını ve ‘Öcalan’ı Türkiye’ye teslim edeceksin’ dediğini aktarmıştı. Kuşkusuz Massimo D’alema’nın kamuoyuna deklare ettiği bu bilgi yeni değil ve herkes tarafından bilinen bir gerçekliktir. Fakat bu komplonun her anına şahit olmuş birisinin 9 Ekim arifesinde konuşması değerlidir. Buradan yola çıkarak iç ve dış konsensüsle yürütülen bu komplonun uygulayıcısı ABD, İsrail ve İngiltere’dir. Aynı zamanda Rusya, Yunanistan ve diğer Avrupa devletlerinin de bu komploya tam destek verdikleri bilinmektedir. Önder Apo’nun da belirttiği gibi Türkiye’ye biçilen rol sadece gardiyanlıktır. İmralı sistemine bekçilik yapmakla görevlendirilmiş olan Türk Devletinin Önder Apo’ya “Bizi tehdit ediyorsun” diyerek ikide bir kendisine ‘hücre içinde hücre cezası’ vermesi bundandır. İmralı sistemiyle Önder Apo üzerinde uygulanan insanlık dışı tecridin bir yüzü intikam ise, diğer yüzü de gözden uzak tutarak unutturmaktır.
TBMM açılışında MHP’li Devlet Bahçeli’nin Dem Partililerle merhabalaşması “yeni bir süreç mi başlıyor” havasına, gafletine ve yanılgısına kapılmamak gerekiyor. PKK Yürütme Konseyi üyesi Murat Karayılan’ın da belirttiği gibi, “Çok açıktır, AKP-MHP iktidarı sıkışmış durumdadır. Çünkü planları başarılı olmadı. Gündemi değiştirmek, kendileri için zemin yaratmak istediler. Dolayısıyla Dem Parti’ye verilen merhabaya o kadar anlam yüklememek, büyütmemek gerekiyor” Hükümetin, sorunların çözümünde stratejik rol oynayacak adresin İmralı’da olduğunu biliyor. Kürt-Türk ilişkilerinde ve Kürt sorununun çözümünde, İmralı bir çözüm adresidir. Önder Apo’nun çözüm gücü olma konumu, her zamankinden daha çok artmıştır. Fakat Türk devleti, Önder Abdullah Öcalan’a dönük çeşitli dayatmalar, zorlamalar ve şantajlamalarla ‘ya bizim çizgimize gelinecek ya da hiçbir şekilde bir çözüm fırsatı sunulmayacak” politikasını yıllarca sürdürdü ve sürdürüyor. Zaten tecrit, çözümsüzlük isteyenlerin bir politika ve sistemidir.
20.Yüzyılın son devrimcisi Önder Abdullah Öcalan tam da Che Guevera’nın ölümsüzleştiği 9 Ekim tarihinde büyük bir komploya maruz bırakılmıştı. 15 Şubat’a kadar devam eden süreci biliyoruz zaten. Bütün devletlerin kapısı NATO-Gladyonun zorlamasıyla Önderliğe kapatılmıştı. Bu yönüyle bakıldığında aslında tecrit 9 Ekim ile başladı denilebilir. Önder Apo daha esaretinin 9’uncu ayındayken, İmralı işkence ve tecrit sisteminin koşullarında şu tanımlamayı yapmıştı. “Ernesto Che Guevara benden daha şanslıydı. 3 dakikada katledildi. Ama benim şu anda çektiğim işkenceyi kimse yaşamadı, eziyeti kimse çekmedi.”
Bazen hep “esaret altındaki Önderlik, esaret altındaki Kürt halkıdır, tecrit edilen Önderlik tecrit edilen Kürt halkıdır, halkların umududur” diyoruz ya, bu öylesine söylenmiş bir söz değildir. Bu sözün yaşam gerekçesi olduğu gerçeğini anlamak gerekiyor. Tecritin kendisi, toplumsal varlık konumunda olan insana yöneltilmiş en büyük saldırıdır. Bir insanlık suçudur. Tecrite karşı kayıtsız ve duyarsız kalmanın sonucu ölümdür. Tecrit, adeta toplumun mücadeleyi terk edecek duruma getirmek, yılgınlık yaratmak ve pes etmenin düzeyine getirmekle eşdeğerdir. Normalleştirmektir, zamana yayılmış bir ölümdür. Bundan dolayı tecriti anlatmak ve süreklileşen bir eylemi örgütlemek, başta Kadınların ve Gençliğin olmak üzere, Kürtlerin, devrimci demokratik kesimlerin, yurtsever halkın ve Türkiye halklarının sorumluluğudur. Özcesi tecrite karşı çıkan vicdanını harekete geçirmiş herkesin sorumluluğudur.
Gerçekten de Türkiye’deki mevcut siyasi iktidarın, sömürgeci AKP MHP faşizminin tuttuğu yolun yol olmadığını, kaosu derinleştirdiğini, siyasi askeri ekonomik ve sosyal olarak tükenmişliğin sendromunu yaşadığını, Türkiye’yi uçuruma sürüklediğini, uluslararası komplo güçlerine hizmet etmek dışında bir anlamının olmadığını çok iyi kavratmak gerekiyor. Diğer yandan “Biz Önder Apo ile var olduk ve yine O’nunla özgürleşmiş bir halk olarak var olacağız. Çünkü O bizdedir, biz O’ndayız” demek lazım. Şair Halil Cibran bu gerçeğimizi şöyle dile getiriyor:
“Ey çarmıha gerilen! Sen benim kalbimde çarmıha gerildin.
Ellerine çakılan çiviler, Kalbimin duvarlarını parçaladı.
Ve yarın Golgota’dan geçen bir yabancı burada iki kişinin kanının aktığını bilmeyecek.
Onu yalnızca tek bir kişinin kanı sanacak.”
Önder Abdullah Öcalan’ın “Zaman karanlığın tuzağıdır, mühim olan An’dır” söylemi, tecriti kırmanın ve fiziki özgürlüğü sağlamanın Anıdır. “Özgür, fakat İmralı kayalıklarına çivilenmiş halde” varoluşumuzun içeriği ve yansıması olmaya devam ediyor.
Özgür AVZEM