25 Mart 2011 Cuma Saat 12:34
Newroz’a katılım yüksek olmuş, halkımız kendi değerlerini sahiplenmiş. Ben de tekrar Newroz’a katılan halkımıza ve emeği geçenlere teşekkürlerimi iletiyorum, Newrozlarını bir kez daha kutluyorum.
Avusturya’da yaşayan Elbistanlı Hüseyin Çetinkaya Newroz günü bedenini ateşe vermiş. Çok anlamlıdır. Elbistan’daki asimilasyona karşı gerçekleştirdiği bir eyleme benziyor. Özellikle asimilasyonun yoğun olarak uygulandığı Elbistan’dan birisinin böyle bir eylem gerçekleştirmesini çok önemli buluyorum, asimilasyona karşı bir cevaptır. Bu yönüyle daha da anlam kazanıyor. Elbistan ve benzer asimilasyonun yoğun uygulandığı bölgelerdeki halkımız Hüseyin arkadaşımızın verdiği mesajı iyi anlamalıdır. Bunlar anlam-mana olarak çok değerli eylemlerdir. Bu eylemleri ben kahramanlık olarak görüyorum, bu arkadaşlar birer kahramandırlar. Bu eylemlere çok değer veriyorum, çok önemsiyorum, anlamlı buluyorum ama bu yöntemi tasvip etmiyorum. Bu tür eylemler yöntem haline gelmemelidir. Bu tür eylemlere engel olunmalı, önüne geçilmelidir. Daha önce Diyarbakır’da Mustafa Malkoç ve Adıyaman’da Müslüm Doğan arkadaşlar da bedenlerini ateşe vermişlerdi. En son dört gerilla da bedenlerini ateşe vermiş. Bunlar yöntem olmamalı, özendirilmemeli, başka eylem biçimleri geliştirmeliler. Onların yaptığı kahramanlıktır ama onlar asıl bedenlerini ateşe vererek alevlendireceklerine, kendilerini yakacak duruma getirenlere karşı etkin ve farklı mücadele yöntemleri geliştirmelidirler. Anılarının önünde saygıyla eğiliyorum. Hiçbirimiz, ben dâhil hatta hepimiz bu arkadaşlar kadar olamayız. Ben daha önce Diyarbakır’daki, Malatya-Adıyaman’daki kendini yakan arkadaşlarla ilgili olarak da söylemiştim, bu eylemleri değerli bulmakla birlikte bu tarzı tasvip etmediğimi belirtmiştim. Bu eylem ve irade gücüne büyük saygı duyuyorum ama bu iradenin bu tarzda değil de mücadeleyi büyütmenin birçok yöntemi, biçimi yönünde değerlendirilebilmelidir.
Yaşam mücadelesi veren tutuklu arkadaşlar, çok değerlidir. Onlara özel selamımı iletiyorum. Onlara şunu söylüyorum. Çözüme giden süreçte bu sürecin kahramanları onlardır. Benim nezdimde onlar her şeyi yapmıştır, onların eksik yaptığı bir şey yoktur. Ben dâhil hiçbirimiz onlardan daha değerli değiliz. Başarmışlardır. İşte bu Newroz’u da hep beraber gördük. Mücadelenin geldiği noktayı gösteriyor, mücadelemiz zafere doğru yürüyor. Bu kesindir. Artık bu halkın iradesini hiçbir güç engelleyemez. Bu Newroz’daki katılımların coşkusunu görüp, sevinmeleri lazım. Mücadelenin geldiği noktayı görüyorlar, bundan dolayı huzurlu olmalılar. Şahadete yürürken kalan hayatlarını bunun bahtiyarlığı ve huzuru içinde sürdürmelidirler. Onlar bu zaferin kahramanlarıdır. Bu şekilde bakmak, değerlendirmek gerekir. Çok selam ve sevgilerimi sunuyorum.
TÜSİAD’ın yeni anayasa konusundaki önerileri fena değil. Bu konuda benim söylediklerimle örtüşüyor. Bu anayasa taslağı benim önerdiğim anayasa taslağına yakın, tam inceleyemedim ama bazı eksiklikler de olabilir. Türkiye’de bu aşamada gelinen noktada TÜSİAD bile böyle bir anayasa önerisi yapmak durumuna gelmiştir. Ben de daha önce değinmiştim, demokratik anayasayı biz de ileri sürmüştük, ulus ve vatandaşlık tanımının bir etnisiteye bağlı olmadan yapılması gerektiğini belirtmiştik. Özgürlükler de ülkesel bütünlük de önemlidir. İkisi birbirine karşıt şeyler değil, ikisini de önemsiyorum, ikisi birlikte de olabilir.
Son savunmam da herhalde daha AİHM’e verilmemiş, bu kadar zaman geçtiğine göre sorun çıkarıyorlar, rahatsız olmuşlar galiba. O yol haritası broşürüne de böyle yaptılar, uzun süre engel oldular. Tabi bu savunmamda önemli şeylere değindim, bundan dolayı rahatsız olmuş olabilirler.
Bizim demokratik ulus bloğuyla amaçladığımız 1920’den bu yana dışlanan, ezilen demokratlara, sosyalistlere, emekçilere, Kürtlere, dini azınlıklara bir temsil kapısı açma çabasıdır. Eğer bu blok gerçekleşirse, CHP ve AKP kadar güçlü bir bloktur. Bunun zemini vardır. Bunları da sadece seçime dönük ifade etmiyorum, Türkiye’nin demokratik dönüşümü açısından stratejik önemdedir bu bloğun teşkili.
Aday olmayacak milletvekilleri, bunu görev değişimi olarak görmeleri gerekir. Mücadeleye başka alanlarda devam edebilirler. DTK’ da görev almalıdırlar, DTK da önemlidir. Pratik çalışmalar yapmalıdırlar. DTK bu diyalog sürecinde önemli görevler alacaktır.
Amerika ve bağlı uluslararası güçlerin Ortadoğu’ya müdahalesi ve dizayn çalışmaları devam ettiği görülüyor. Ortadoğu’yu yeniden şekillendirmeye çalışıyorlar. Bunu Büyük Ortadoğu Projesi olarak da adlandırıyorlar. Bu projenin önünde engel gördüklerini tek tek tasfiye ediyorlar. Bu tasfiye planı aslında benimle, benim şahsımda Kürt özgürlük hareketi PKK ile başlamıştır. Irak’tan önce bize yöneldiler. Benim komployla 99’da Türkiye’ye teslim edilmemle bu süreç başlamıştır. Daha sonra Irak müdahalesi, ardından Afganistan’a girdiler. Ecevit’in bu müdahalelere karşı bir duruşu var, bu nedenle onu da engel olarak görüyorlardı. Bugün de görülüyor Ortadoğu kaynıyor, NATO Libya’ya müdahale ediyor, Kaddafi’yi tasfiye etmeye çalışıyorlar. Arap ülkelerinin çoğu hareketli… Suriye’nin de suyu ısınıyor. Orada da olaylar başlamış durumda. NATO’nun aslında Ortadoğu’ya ilk müdahalesi ve 5. maddenin ilk uygulanması da 1984’teki 15 Ağustos atılımından sonra bir yıl gecikmeli olarak 1985’de bize karşı yapılmıştır. NATO Sözleşmesinin 5. maddesi ilk olarak bize karşı uygulandı. Bazıları bunu kabul etmese de gerçeği budur. Açık-resmi değil gizli olarak bize karşı uygulanmıştır. Biliniyor, 5. maddeye göre bir NATO ülkesine herhangi bir saldırı olduğunda diğer müttefikler saldırıyı kendilerine karşı yapılmış gibi sayıp saldırıya uğrayan ülkeyi korurlar. O dönem bize karşı 5. madde temelinde müdahale resmi anlamda ilan edilmese de NATO’nun özel gizli savaş ordusu Gladio tarzında uygulamaya konuldu. O dönem (1985) NATO-Gladiosunun merkezi Almanya’ydı. O yıl Almanya bizi, terör örgütü olarak kabul edip Almanya’da yasakladı. Bu NATO-Gladiosunun Türkçesi JİTEM’dir. Gladio’nun Türkiye versiyonu JİTEM’dir. Daha çok orduya-askere dayalı bir yapılanmaydı. Bu konsept 1985’ten 1999’a, benim buraya getirilişime kadar devam etti. Bu süreçte JİTEM bizi sürekli tasfiye etmeye çalıştı, binlerce kişiyi yargısız şekilde katletti. Her türlü hukuksuz yöntemi uyguladılar, bir dönem Hizbul-kontra yöntemini de kullandılar. Fakat bu yöntemlerinin hiçbirinde başarılı olamadılar, öldürmekle bizi bitiremediler. Sonra 1999’da ne zamanki buraya getirildim, JİTEM’in de işi bitti. JİTEM, bu kadar cinayetine rağmen, bizi tasfiye edemediği için başarısız bulundu. Bir de binlerce cinayet ve hukuksuzlukları, kirli yüzleri açığa çıkmıştı, artık kullanılamaz hale gelmişti. Zaten basına da yansımıştı, 1999’da bu şimdi adı geçen Savcı Cihaner tarafından ilk kez JİTEM İddianamesi hazırlanmıştı. Aslında bu durumda JİTEM’in gözden çıkarıldığının işaretiydi. Onlara göre JİTEM artık fonksiyonel değildi, işi bitmişti.
Bütün bu anlattıklarım şunu gösteriyor. Kürt sorununda 1999’a kadar iç çözümden yana olanlar etkisiz kalmışlardır. Bu dönem çözümsüzlükten yana olan NATO-Gladiosunun, JİTEM’in yani ABD ve Avrupa Devletlerinin baskın olduğu bir dönem olmuştur. Bu dönemde ABD ve AB dışında iç çözümü geliştirmek isteyenler ise hep tasfiye edilmişlerdir. Örneğin Özal ve ekibi bir noktadan sonra bu sorunun şiddetle çözülemeyeceğini anlamışlardı. Diyalog yöntemini geliştirmek istediler. Biliniyor bu yönde temaslarımız da oldu. Ama sonuçta Özal da tasfiye edildi. Eşref Bitlis de bu çerçevede tasfiye edildi. Hâlbuki Özal da başta bize karşı her türlü özel savaş yöntemlerini uygulamıştı. Fakat bundan sonuç alınamayacağını anladıktan sonra diyalog ve iç çözüm noktasına gelmişti. Bu çerçevede benim de devletle diyaloglarım 1993’te başladı. O dönem Özal’ın iç çözüm yaklaşımı Çiller-Güreş darbesiyle engellendi. Ve JİTEM’in uyguladığı yöntemler daha da vahşileşerek devam etti. Bu konseptin devam ettiği süreçte Erbakan da iç çözümü gerçekleştirmek istediği için tasfiye edildi. Karadayı’nın tutumu da biraz farklıydı. Kıvrıkoğlu da bu yöntemleri tam tasvip etmiyordu. O yüzden Kıvrıkoğlu’na Kıbrıs’ta suikast yapılmıştı. 1999 sürecinin başlamasından 2002 yılına kadar Kıvrıkoğlu ve Ecevit döneminde burada benimle devlet adına çeşitli görüşmeler yapıldı. Sadece 10 günlük sorgu sürecinden bahsetmiyorum. 2002’ye kadar uzun bir süre devlet yetkilileri, gelip benimle görüşüyordu, fikir alış verişinde bulunuyorduk. Bu dönemde görüşmeye gelenler arasında askeri, sivil ve istihbari görevliler vardı. 2002’de bu görüşmeler aniden kesildi. Ecevit’in de o dönem tutumu iyiydi, iç çözümü geliştirmeye dönük çabaları vardı, bir rol almak, inisiyatif almak istiyordu. Yine ABD müdahalesine karşı duruşu vardı. Bu nedenlerle tasfiye edildi, ölümü hala tartışılıyor.
1985’te bu şekilde başlayıp devam eden süreç, 1999’da benim buraya getirilmem ve GLADİO-JİTEM’İN uyguladığı uluslar arası konseptin iflas etmesine kadar sürdü. Bundan sonra yeni bir dönem başladı. Bu yeni dönem aslında tam olarak 2002’de başladı. 1999-2002 arası bir ara dönemdi. Yeni dönem önemlidir ve iyi anlaşılması gerekir, 2002’den sonra yeni bir konsept başlamıştır. Bu yeni dönemin-konseptin merkezi Londra-Washington’dur, planlar burada yapılıyor. Tam da bu süreçte, yani 2002 yılından itibaren burada süren yoğun barış çabalarımız sonucunda sağlanan çatışmasızlık ortamına rağmen PKK’nin tüm Avrupa Birliği ülkelerinde ve ABD’de terör örgütü listelerine alınması tesadüf değildir. Bu durum yeni konseptin uygulayıcılarının ABD ve Avrupa ülkeleri olduğunun bir başka göstergesidir. Bu noktada geçmişi hatırlamakta fayda var.
Kürt sorunun Cumhuriyetin kuruluşundan beri çözümsüz kalması ve kangrenleşerek bugüne kadar gelmesinde İngiliz politikaları belirleyici olmuştur. Mustafa Kemal’in etkisizleştirilmesinde de İngiliz politikaları etkili olmuştur. Aslında Mustafa Kemal’in tavrı cumhuriyetin ilk yıllarından 1924’e kadar olumluydu. Kürtler için geniş bir muhtariyetten, yani özerklikten bahsediyordu. Bu, bizim demokratik özerklik dediğimiz şeyin ta kendisidir. Hatta biliniyor 1924 yılı başlarında İzmit konuşmasında bunu açıkça ifade etmiştir. Fakat daha sonra İngiliz politikaları devreye konularak işte bu Musul-Kerkük hesapları temelinde Şeyh Sait ayaklanmasını zamansız ve örgütsüz haldeyken bir provokasyonla başlatıp, kullandılar. Bu şekilde Mustafa Kemal’i korkutarak sert önlemler almasını sağladılar. Bu sert önlemler 1940’a kadar devam etti.
Günümüzde yani 2002’den sonra yine bu merkezlerin desteğini de alarak iktidara gelen AKP hükümetiyle birlikte yeni konsept uygulamaya konulmuştur. Yöntemler değişmiştir. Artık orduya-askere dayalı GLADİO-JİTEM yerine daha çok sivil polislerin yani emniyetin koordinesinde, daha doğrusu bu polis akademisi olarak nitelenen çevrenin -yalnız bir okul olarak kastetmiyorum bunun basında da siyasette de üniversitelerde de kısmen bazı askerler olmak üzere geniş çevrelerde temsilcileri var- öncülüğünde bu yeni konsept uygulanıyor. Bilindiği gibi açılım ilk bu akademi çevresinde ortaya atıldı. İlk çalıştay bu akademide yapılmıştı. Bu demokratik açılım dedikleri de bu konsepte dâhildir. Bu konsepti yürütenler iki yöntem kullanıyorlar. Bir yandan Kandil’in siyasi soykırım dediği benim siyasi tasfiye demeyi daha uygun bulduğum yöntemle özgürlük mücadelesinden vazgeçmeyenleri, legal siyaset yapıp teslim olmayan Kürtleri, özgürlük mücadelesini sürdürenleri içeri tıkıyorlar. İkinci yöntem olarak da benim “taviz politikası diye adlandırdığım yöntemi kullanıyorlar. Her iki yöntem iç içe birbirine paralel uygulanıyor.
Birinci yöntem olarak siyasi tasfiye yöntemine en iyi örnek KCK davasıdır. Akıl almaz bir şekilde iki bin kişiyi sudan sebeplerle cezaevine koydular. Geçmişte JİTEM’in uyguladığı yöntemleri, faili meçhulleri yerine “hukuku kullanarak siyaseten tasfiye ediyorlar. Bunu çok acımasızca ve yaygınca yapıyorlar. Ağzını açanı, bir söz söyleyeni içeri alıyorlar. Demokratik siyaset yapma hakkı tanımıyorlar. Öte yandan bu yeni konsepte direnen ve eski konseptte ısrarcı geçmişteki GLADİO-JİTEM yönteminin taraftarlarını da Ergenekon davasıyla içeri alıyorlar. Evet, Ergenekon’dan yargılananlar 1999’a kadar uygulanan JİTEM konseptinden vazgeçmeyip yeni konsepte direnenlerdir. Geçen bir yerde okudum, Ergenekonla yeni konsepte karşı çıkanları içeri alırken, KCK tutuklamalarıyla da Kürt legal, demokratik siyasetini tasfiyeyi kendilerince bir denge içinde yürütmeye çalışıyorlar. Şimdi Ergenekon sürecinde ortaya çıkan belgelerden de anlaşılıyor ki, ordu içinde o dönem Hilmi Özkök, bu yeni konsepti kabul edenlerdendir. Ondan sonra gelen Büyükanıt ve Başbuğ’un ikili oynadığı anlaşılıyor. Bu diğer basında yer alan İbrahim Fırtına onların içinde yer aldığı yedi general ise 1999 öncesi konsepte direnen yeni dönem konseptine karşı çıkan isimler olduğu anlaşılıyor. Yine Baykal da ’99 öncesi konsepte dâhildir, bundan dolayı yeni konsept sürecinde tasfiye edildi ve yeni konsepte uygun Kemal Kılıçdaroğlu getirildi. Bu yeni konsept uyarınca 2002’deki süreçten itibaren bir yandan Güney’deki oluşum üzerinden KDP ve YNK’yi de kullanarak PKK’yi Kandil’de tecrit edip kendi güdümlerine almaya çalıştılar. Bu kapsamda işte Osmanların-Botanların nasıl kullanıldığını halkımız iyi biliyor. O zaman bizim de müdahalemizle ve halkımızın sağlam duruşuyla bu girişimleri sonuçsuz kaldı. Öte yandan da DTP’yi kendilerine bağlamaya çalışmak istediler. DTP’nin de sağlam duruşuyla yanlarına çekmeyi başaramadılar kapattılar. Bunların hepsi siyaseten tasfiye yöntemleriydi. İşte bugün yaşananlar da dâhil olmak üzere bu aydınları tehdit etme meselesi, Bengi’nin Sebahat’ın meselesi, sonra bu Türkücü Tatlıses olaylarının hepsi planlıdır, tahrik yöntemi kullanılarak sivil polisler eliyle provokasyon yaratılıyor, bunların hepsi planlı komplolardır.
Daha önce de söyledim biz buradan kimseyi tehdit etmiyoruz, kimse hakkında ölüm kararı vermedim, vermem de. Bizde böyle bir gelenek yok. Bu aydınlar meselesinin bu şekilde ortaya çıkarılarak büyütülerek sunulması tesadüf değildir, planlıdır. Daha başka bazı isimleri de davet ediyorlar. Ben kimseye gelmeyin de demiyorum. Ama amaç BDP’ye karşı kendilerine bağlı yapay bir Kürt partisi oluşturmaktır. İşte bu marjinalleşmiş, etkisi olmayan federasyonu savunan bu partilere izin vererek, sözüm ona “işte her şey tartışılıyor, konuşuluyor, çözülüyor, diyecekler. BDP’ye yönelik KCK adı altında tutuklamalarla legal siyaset alanında doğacak boşluğu bunlarla doldurmak istiyorlar. Bazı partileri bu temelde yeniden canlandırmak istiyor olabilirler. Buna bazı isimleri de katmak istiyorlar. Bunların bu çabalarının hepsi boştur. Eğer gerçekten demokratik çözümden yanaylarsa, dürüstlerse, katkı sunmak istiyorlarsa, buyursunlar gelsinler. Kürtlerin ortak siyasi platformlarında, DTK’da kendi farklı düşüncelerini özgürce ifade edebilirler. HAK-PAR ve KADEP de gelip DTK’da kendilerini temsil edebilirler. Hatta Hizbullah’ın çözüm isteyen samimi kesimleri de gelip DTK’ da sorunun çözümüne katkı sunabilirler. Çünkü DTK bütün Kürtler için bir şemsiye ve çatıdır. Kürtler DTK bünyesinde diğer sol, sosyalistler, ezilenler, dini azınlıklar, emekçiler, feministler, çevreciler, tüm demokrat grup ve çevreler ise Demokratik Anayasa Konferansı çerçevesinde bir araya gelip, demokratik anayasa çözümü için çalışmalılar. Demokratik Ulus Bloğu da demiştim. 1920’lerden bu yana cumhuriyetten dışlanan kesimlerin bloğudur bu. Bu belirtiklerimi sadece seçime dönük olarak ifade etmiyorum, bu yaklaşımımız ilkesel ve stratejiktir. Aydınların, demokratların, sosyalistlerin bunu bilerek bu tarihi süreçte rol almaları gerekiyor. Bunun tarihi sorumluluğu vardır, bu sorumluluğa uygun davranmalılar.
Yeni dönemin-konseptin siyasi tasfiyeyle birlikte uygulanan ikinci yöntemi de taviz politikasıdır. Bir yandan bu tasfiye için her tür şiddet uygulanırken öte yandan sözde atılan küçük adımlarla, Kürtçe kurslara, Kürtçe türkü şarkıya izin vererek, TRT-6’i kullanarak sorunu çözdük diyorlar! Onlara göre çözüm bundan ibaret. Yeni Şafak’ta her gün bu temelde “sorunu çözdük, Kürt meselesi bitti diyorlar. Diğer bazı gazetelerde de bazı yazarlar sürekli konuyu bu şekilde ele alıyorlar. Oysa Kürt sorunu hala dağ gibi önümüzde duruyor. Bu aydınlar da bu taviz politikalarına, bu oyuna alet oluyorlar. Ben bu politikalara alet olmalarını eleştirince de “tehdit etti diyorlar. Ama halk her şeyi görüyor.
Bu konseptin uygulayıcılarına ve AKP’ye göre aslında bu iş 2010’da seçim öncesinde seçimler başlamadan halledilecekti, seçimlere de böyle gidilecekti. Planlama buydu. Bizi tasfiye edip kendine bağlı Kürtlerle çözüm geliştireceklerdi güya. Gördüler ki bizi tasfiye edemediler. Kürt sorunu da önlerinde duruyor. Bu noktada önemle şu hususu belirtmek istiyorum: bana altın tepsi içinde bir devletçik sunsanız bile ben bu şekilde asla kabul etmem. Çünkü ilkesel olarak devletin, ulus-devletin bir çözüm olmadığını biliyoruz. Demokrasiyi, demokratik anayasal çözümü esas alıyoruz. Ben demokratik çözümden yanayım diyorum.
AKP’yi uyarıyorum, artık bu provokasyonlardan, komplolardan vazgeç. Aydınların sözde tehdidi meselesinin sürekli gündemde tutulması, halka yapılan saldırılar, devam eden tutuklamalar, işte bu Bengi ve Sebahat’a ilişkin olaylar, son olarak bu Tatlıses olayı, bunların hepsi polis tarafından hazırlanan provokasyondur, komplodur, planlıdır. Bizim türkücülerle Tatlısesle ne işimiz olur? Önce saldıracaksın, tahrik edeceksin, sonra da yok işte taş attı, tokat attı diye kıyamet koparacaksın! Sen bir milyonluk ordunla 30 yıldır bu halka soykırım uyguluyorsun, katlediyorsun, her türlü şiddeti uyguluyorsun, hapsediyorsun, bu ağır saldırı ve tahriklere karşı bir taş-tokat atıldı diye ortalığı ayağa kaldırıyorsun. Bu ahlaksızlıktır. Ben zaten gerillanın önüne zor geçiyorum. Ben önüne geçmezsem günde 1500 insan ölür. Devletin ciddi kurumlarına sesleniyorum, ciddi olsunlar, halka yapılan bu saldırıları durdursunlar. Bu yapılanlara engel olsunlar.
Diyarbakır, Van halkımıza selamlarımı iletiyorum.
Kürdistan Stratejik Araştırmalar Merkezi
www.navendalekolin.com – www.lekolin.org – www.lekolin.net – www.lekolin.info