24 Şubat 2010 Çarşamba Saat 08:32
0
21
TR
:” ”
:””
” “,” ”
” ”
Laiklik Yunancada, ‘kendilerini
tanrıya adamış rahipler (ruhban sınıfı) dışında kalan geniş halk yığınlarını
ifade için kullanılan ‘laikos’ tabirinden gelmiştir. Bu kavram Latinceye
‘laicus’ şeklinde geçmiştir. Türkçede kullanılan ‘laik’ kelimesi, Latince ‘laicus’
kelimesinin Fransızcaya intikal etmiş biçimi olan ‘laique’ kelimesinden
alınmıştır. ‘Kendilerini tanrıya adamış rahipler’i ifade için ise Yunancada
‘kleros’ tabiri kullanılmıştır.
Eski Yunan toplumunda sıradan
halk kesimini ifade eden laik kavramı, Hıristiyan Batı dünyasının toplum
yapısında kilise örgütünde görevli olmayan halk kesimi için kullanılmıştır.
Ortaçağ Avrupası’nda Katolik toplumlar, laiklerden ve ruhban sınıfından
oluşuyordu.
Katolik kilisesinin siyasal
otorite ve kamusal alan üzerindeki egemenliğinin kırılması yönündeki çabalar
XIV. yüzyıla kadar gitmekle birlikte din ve devlet işlerinin, yani din ile
siyasal otoritenin birbirinden ayrılması ve karşılıklı olarak özerk duruma
gelmesini ifade eden laiklik asıl yükselişini Fransız Devrimi ile
gerçekleştirmiştir. Laiklik Fransız ihtilalinden sonra devlet yapılanmasında
kendini göstermiş ve çağdaş toplumların siyasal ve yönetsel örgütlenmelerinde
bir amaç şeklini almıştır.
En genel anlamı ile ‘din ve
devlet işlerinin birbirinden ayrılması’ olarak ifade edilen laiklik, çeşitli
açılardan farklı şekillerde tanımlanmaktadır. Felsefi anlamı, iman ve inancın
yerine aklın egemenliğini kabul etmektir. Hukuki anlamı, somut olarak devlet
ile dinin birbirine karışmaması olarak ifade edilebilir. Siyasi anlamı, siyasal
iktidarın dinsel kudret ve otoriteden arındırılarak bağımsız hale
getirilmesidir. Ya da dinin siyasal erk ve yaptırım gücüne sahip olmamasıdır.
Kimi yazarlar, büyük ölçüde
pozitivist bir yaklaşımla meseleyi din-akıl ve din-bilim karşıtlığı çerçevesinde
görerek tanımlamışlardır. Din ve siyaset ilişkisinin anayasalarda düzenleniş
biçimi Batılı ülkeler arasında farklılık göstermektedir. Batı’da bazı ülkelerin
anayasalarında bir din ‘devlet dini’ haline getirilirken bazılarında devlet,
dinler karşısında tarafsız kalmıştır. Milli din veya devlet dini olgusu esas
itibariyle laik sistemin ruhuna aykırıdır. Bu sebeple mesela Fransa, Almanya,
Belçika ve Hollanda milli dine sahip
olmayan ülkelerdir. Fakat İsveç, Danimarka, Norveç, İngiltere, Portekiz ve
İtalya gibi ülkelerde ise milli dinler bulunmaktadır. Ancak bir dini milli din
olarak benimsemeleri bu ülkelerin teokratik olduğu veya teokrasi ile
yönetildiği anlamına gelmemektedir.
Teokrasi, ‘Bizantinizm’ ve
laiklik şeklinde ifade edilen bu üç ilişki biçimi dışında kimi yazarlar
tarafından ‘konkordato’ tabiriyle ifade edilen dördüncü bir din-devlet ilişki
biçimi daha bulunmaktadır. Başlangıçta aynı dinsel makama gelmek isteyen birçok
aday arasında veya bir manastırın başkanıyla manastırdaki din adamları arasında
varılan uzlaşmalar için kullanılan konkordato tabiri, XI. yüzyıldan itibaren
kilise ve devletin karşılıklı ilişkilerini düzenleyen anlaşmalar için
kullanılmıştır. Napolyon Bonapart’ın ülkede dinsel barışı sağlamak için Paris
ve Roma arasında başlattığı görüşmeler, 15 Temmuz 1801 tarihinde ‘Concordat’
adı verilen bir anlaşmayla sonuçlanmış ve bu 1801 Konkordatosu ile Katoliklik
‘Fransızların büyük çoğunluğunun’ dini olduğunu kabul etmiş ve piskoposların
atama hakkını devlet başkanına vermiştir. XIX ve XX. yüzyıllarda birçok
Avrupalı devlet, Papalıkla az ya da çok Fransız Konkordatosu’nu taklit eden
anlaşmalar imzalamışlardır.
Yakınçağ ile birlikte, siyasal
iktidarın kaynağı ve dinsel-siyasal iktidar ilişkileri çok tartışılan bir konu
haline gelmiştir. Bu tartışmalar içinde ‘laiklik’ bir siyasal iktidar yapısının
adı olarak ortaya çıkmıştır. Laiklik, siyasal iktidarın dinsel kurallara göre
sistemleştirilmemesi ve dinsel emirlere bağlı bulunmaması anlamına gelmektedir.
Bu nedenle, laik siyasal sistemlerde, ‘siyasal yaşam’ ve ‘siyasal iktidarın’ da
laik olması söz konusudur.
Laik Siyasal Düzenin
Nitelikleri
1- Laik düzenlerde ‘devlet dini’ söz konusu olamaz.
Kişilerin din açısından eşitliği kuralı.
2- Laik bir siyasal sistemde, devletin yasal, toplumsal ve
siyasal yapısının dinsel kurallara uygun olması zorunluluğu söz konusu
değildir.
3- Laik devlet sistemlerinde ‘din’ kamu hizmeti olarak kabul
edilemez. Devlet bir cemaatin dinsel gereksinmelerine yönelik çalışamaz,
kişilerin dinsel inançlarına uygun davranabilmek haklarını güvence altına
almakla yükümlüdür.
4- Kişilere dinsel inanç özgürlüğünün tanınması, laik
sistemin zorunlu bir sonucudur. Devlet kişilere, dinsel inançları ne olursa
olsun, inançlarını açıklayıp yaymak, eğitim yapmak, dinsel inançlarına uygun
ibadeti uygulamak, örgütlenmek haklarını tanımak ve bu hakların kullanımı ile
ilgili yasal düzenlemelerde dinsel inancın türüne göre ayrım yapmamak
zorundadır. Örneğin İtalyan anayasası ‘din özgürlüğünü’ kabul etmekte ancak
anayasada ‘Katolikliği’ resmi din olarak tanımakta ve Papa’ya belirli
ayrıcalıklar sağlamaktadır. Katolik dinsel inanç ayrıcalıklı bir durumdadır. Bu
sebeple İtalyan siyasal sistemi ‘yarı laik’ bir siyasal sistem olarak kabul
edilmektedir.
5- Laik bir siyasal yapının varlığı, devletin din özgürlüğü
tanıması ile de gerçekleşmiş olmaz. Din özgürlüğü soyut bir kavramdır. Bu
sebeple devlet bunun somut geçerliliğini sağlamakla yükümlüdür. Farklı dinlerin
kendilerini ifadesini engellemeden ancak birbirlerine kurabilecekleri baskıyı engelleyici
düzenlemelere gidilmelidir. Böylelikle özgürlüklerden doğan hakların
kullanılabilme olanakları sağlanmalıdır. Devlet özgürlüklerle ilgili olarak,
etkin ve dinamik davranmak özgürlüklerden doğan hakları sınırlayıcı olmamak ve
hukuka aykırı eylemleri engellemek zorundadır.
Laik siyasal yapıya karşı ve
hukuka aykırı eylem, mevcut anayasal sistemin, anayasal değişim usulleri
dışındaki usullerle ’teokratik’ bir yapıya dönüştürülmesine yönelik
eylemlerdir. Bu durumda laiklik devletin, hukuka aykırı bir biçimde dinsel
temellere dayanan bir düzene dönüştürülmesine yönelik eylemlerin engellenmesini
de zorunlu kılar.
Laikliğin Tarihsel Gelişimi
Laik siyasal sistem uzun bir
tarihsel sürecin ürünü olarak belirmiştir. Din bütün toplumlarda yaygın bir
olgudur. İlk(el) toplumlarda, toplum yaşayışı ve örgütlenmenin başlamasıyla din
olayı da ortaya çıkmış ve toplumların gelişme aşamaları sonucunda bugünkü
biçimine ulaşmıştır.
İlk(el) toplumların giderek
‘devlete’ dönüşmesi ve yaygınlaşması, sulak toprak gereksinimini yaratmış ve bu
bir örgütlenmeyi gerektirmiştir. Bu gereksinim ‘kumanda’ etmek yetkisini ve
bunların ayrıcalıklarını yaratmıştır. Din adamları dışında ‘yönetici’ kadrolar
oluşmuş ve bunlar giderek süreklilik kazanmıştır. Böylece toplum yaşantısı
‘kutsal’ olan ve olmayan biçiminde ikiye ayrılmıştır. Kutsal olan ‘devlet
yönetimini’ kapsayacak, halkın gündelik üretim çabaları ise, kutsal olmayan
alan olarak belirlenecektir. Siyasal iktidar, toplumda yaygın olma niteliğini
yitirip belirli soyların tekeline sokulurken, bu toplumsal ayrıcalığın nedeni
de dine dayandırılacaktır. Yöneticiler- din adamları ayrımının belirmesi, bir
çatışma yaratmayacak, doğa üstü kaynaklara dayanmak açısından bir uzlaşma
görülecektir. Savaşlarda ün kazanıp ayrıcalık sağlayanlar, yöneticilik tekelini
soyları hesabına geçirirken, bunun yasallığını doğaüstü ve kutsal kaynaklara
dayandırmakla sağlayacaklardır. Yöneticiler ayrıcalıklarını, belirli
uzmanlaşmaların ve kutsallıkların doğal sonucu olarak belirlerken, yığınları bu
uzmanlık ve kutsallık dışında tutmaya çalışarak toplumsal farklılaşmaları
gerçekleştireceklerdir. Böylece farklılaşmış toplumlarda tüm düzeni kuran
kurallar, din ve dinsel nitelikte ‘hukuk kuralları’ olacaktır. Devlet yönetimi,
yığınlar için anlaşılmasına gerek olmayan ve toplumun imanıyla ayakta tutulan
kutsal bir bilgi olarak çıkınca, ya yöneticilik-rahiplik birliği oluşacak, ya
da rahipler-yöneticiler uzlaşması belirecektir. Kesin olan doğaüstü kavramlara
dayanan kutsal bir nitelik kazanmasıdır.
Yerleşik tarım toplumlarının
oluşması, değişik toplumlararası ilişkilere ve çatışmalara yol açtıkça, daha
geniş siyasal örgütlenmeler gerekecek ve bu örgütlenmeye bağlılık bilinci,
‘tek-tanrılı’ dinlerin oluşmasına neden olacaktır.
Hıristiyanlıkta Devlet Ve
Laiklik
Hıristiyanlık gerçekte Yahudi
düşünce biçimine dayanan bir nitelikte ortaya çıkmıştır. Hz. İsa ve Hz.
Musa tanrının değişik dönemlerde
yolladığı peygamberler olarak kabul edilmektedir. Buna karşılık Hıristiyanlık
doğu-batı çatışması içinde, Roma imparatorluğuna başkaldıranların dini olarak
belirdiği için evrensel niteliği söz konusudur. Bir kavmin değil tüm
başkaldıranların ortak dini olarak yansıtılmaktadır. Hıristiyanlığın, evrensel
antik düzene tümden karşı, imparatorun gücünü hiçe sayan dinsel yapısının, toplumun
tüm katmanlarını etkilemesi doğal bir sonuç olmuştur. Azatlılar (köleler) ve
zenginler üzerinde ezici bir güce sahip imparatorun iktidarına karşı, halk
Hıristiyanlıkta güvence aramış, değişen koşullara ve yapı içinde toplumsal
rollerini yitirenler geçmişin güzel günlerinin Hıristiyanlıkla geri geleceğine
inanmışlardır. Hıristiyanlığın, Roma imparatorluğunda kazandığı zafer ve
egemenlik, Germenlerin Romalıları yenerek Avrupa’da tekelleşmiş siyasal
iktidarı çökertişi, feodal ilişkilerin belirmesiyle tümden pekiştirilmiştir. Bu
yapı içinde Germen toplumların -yaygın siyasal iktidar- ve -tekelleşmiş güçlü
siyasal iktidar- biçiminde çözülmesi sonucunu yaratmıştır. Bu olgu,
Hıristiyanlığın temel kuramlarının siyasal iktidar kurallarını içermekle
birlikte, kilisenin siyasal iktidara egemen olması, tanrı adına iktidarı
kilisenin verdiği ve geri alma hakkının bulunduğu savına dayanan düşüncenin
belirmesine yol açmıştır. Böylece kuramında bulunmasa bile, Hıristiyanlık
siyasal iktidara kendisi sahip olduğu gibi, siyasal güçlerin yasallık
kaynağının kendisinden geldiğini kabul ettirebilmiş, etkin bir Hıristiyan
iktidar teorisi oluşturabilmiştir. İslam kurallarından değişik nitelikte olsa
bile, kaynağı dinsel olan siyasal güçler, doğal olarak siyasal yapıyı
oluşturmuşlar, siyasal-dinsel iktidarı bütünleştirmişlerdir. Ortaçağ’da
krallarla-kilisenin savaşımı iktidarın laik ya da teokratik olması sorununa
dayanmamaktadır. Siyasal iktidarın dinsel, teokratik yapısı tartışılmazdır.
Sorun, bu dinselliğin oluşturulmasında kilisenin rolü konusunda belirmiştir. Bu
savaşım çerçevesinde, kilisenin efendiliğine baş kaldıran krallara karşı,
kilise feodal yapı içinde senyörleri desteklemiş ve tekelleşmiş, güçlü siyasal
iktidarın oluşmasına engel olmuştur. Bu gücüyle kilise kendi ahlak, inanç ve
kültürünü zorla kabul ettirme yollarını aramış, engizisyon dönemi en bağnaz
türünden teokrasiyi dünya tarihine yazdırmıştır.
Avrupa’da yaygınlaşan ve egemen
olan Hıristiyanlık, evrenselliğini tüm dünyaya yaymak ve zenginleşen kilise
yeni zenginliklere kavuşmak amacıyla Haçlı seferlerine giriştiğinde, Avrupa’nın
gelecekteki yazgısının ve kendi egemenliğinin sonunun tohumlarını da ekmeye
başlamıştır. Özellikle Haçlı seferleri süresince Batı’nın tanıştığı Doğu, yeni
zenginliklerin ve ticaret ilişkilerinin de parlak kaynağı olarak gözükmüştür.
Doğuyla olan ekonomik ilişkiler, öteki etkenlerle birlikte, Batı servet
birikimine yol açarak, burjuvazinin gelişmesinde rol oynarken, Doğu’da egemen
olan dinsel inanç ‘İslam’ın bozulmasına, bağnazlaşmasına ve temel kurallarından
sapmasına da yol açmıştır. Gelişen burjuvazi, serveti sermayeye çevirmeye
yönelip, kapitalistleşme süreci başladığında, doğal olarak emek gereksinimi de
belirecektir. Emek ise feodal düzen içinde toprağa tutsaktı. Burjuvazinin
amacına ulaşması, emeği özgür kılmasına ve bu nedenle feodal düzeni
çökertmesine bağlıydı. Feodalite kilisenin koruyucu kanatları altında yaşama
savaşı verirken, burjuvazi doğal olarak kilise ile çatışacaktı. Feodal beylere
karşı, meşruti monarşiden yana çıkan burjuvazi, monarşik yapıyı güçlendirmek ve
kendi öz yapısına kavuşturmak açısından, siyasal iktidarın kaynağını ‘ulus’
kavramına dayandırmak böylece siyasal iktidarı ‘laik’leştirmek zorundaydı.
Feodal düzenin yıkımıyla özgür kalan emeği ‘özgürce kiralama’ olanağına ulaşmak
amacı ise, burjuvazinin siyasal iktidarı sınırlamak gereksinimini yaratıyordu.
Bu nedenledir ki ulusu egemenliğin sahibi olarak kabullenmek, anayasalcılık
hareketine ve monarşilerin meşruti yapıda kabul edilmesine neden oluyordu.
Böylece burjuvazinin gelişimiyle, siyasal yapıda ‘laiklik’ ilkesine
dayanılarak, monarşiler kilisenin acımasız kudretinden kurtarılırken, ulus
sözde ‘egemenliğin kaynağı ve sahibi’ olarak yaratılıyordu. Tarihsel süreç
içinde burjuva söyleminde ‘uluslaşmak-demokratikleşmek-laikleşmek’ olguları
birlikte, birbirini tümleyen bir biçimde belirli bir gelişimin sonuçları olarak
ele alındı.
Tarihsel süreçte egemen olan
Katolik kilisesi ‘reform’ hareketi denilen Hıristiyanlık inancında çözülme ve
bölünme olayı ile de karşılaşmıştır. Bu bölünmede beliren Lutherci ve Calvenci
din akımları, gerçekte siyasal iktidarı bağımlı kılmakta ve Hıristiyan
teokrasisini savunmakta, Katolik kilisesi denli bağnaz ve ısrarlı olmayan
niteliktedir. Ancak Lutherciliğin imandan gelen köleliği yıkıp, kesin inançtan
gelen köleliği yarattığı otoriteye inancı yıkıp, inancın otoritesini yarattığı
ve insanı dışarıdan saran dinselliği silip, insanın özünü dinselleştirdiği
kabul edilir.
Yine siyasal biçime ve laik
yapıya kilisenin tepkisi, önce bu değişmelere karşı direnmek biçiminde
olmuştur. Direniş, dinsizliğe varan akımların tepkisiyle sindirildiğinde ise,
kilise tüm yaşamla ilişkisini kesmek, suskunlaşmak ve kabuğuna çekilmek yolunu
yeğlemiştir. Bu süreç sonucunda Papalık, siyasal yaşamda Katolikliğin etkinliğini
yasaklasa da bu tavrını uzunca bir süre koruyamamış ve bir Katolik hareketinin
yaratılmasını öngörmüştür. Bu görüş, Hıristiyan demokrat partilerin Hıristiyan
hareketi olarak siyasal yaşamda etkin olma yollarına ve genellikle de
bulmalarına yol açmıştır.
Özellikle Latin faşizmi dinsel
öğeleri, kendi dinselliğini sağlamak açısından önemli bir etken olarak
kullanmıştır. Katolik İspanya ve İtalya’da Faşizm, Kilisenin desteğini bulmuş
ve onunla uzlaşmış, böylece Katolik yığınların güvenini sağlamaya yönelmiştir.
Faşizm, mitleştirdiği amaçları olan mistik otoriter ve belirli bir öndere kesin
baş eğmeyi öngören devlet anlayışı içinde, kendi dinselliğini yaratmıştır. Bu
yapı içinde kilise ve dinsel inançlar faşist devletin oluşmasında ve
yasallığını sağlamada yararlı olacağı için, onunla uzlaşılmış ama
kaynaşılmamıştır. Mussollini’nin Papalığa eski haklarını tanıyan ‘Latran
Anlaşması’nı kabullenmesi buna örnektir.
Esas itibariyle de Pozitivist
anlayış ve ideolojiye dayanan burjuva sınıfı tüm aleyhteki retoriğine rağmen
kendisini hiçbir zaman dinden soyutlamamıştır. Putları ve dogmaları yıktığını
iddia etmesine rağmen yeni putlar ve mitler oluşturmuştur. Yeni tanrıları
maddiyatçılık ve olguculuk olmuştur. Hesabına geldiğinde de çekinmeden dincilik
yapmıştır. Bu yönüyle laiklik iddiası sadece söylemde kalmıştır. En önemli
nokta ise din ile devlet işlerinin ayrışması anlamındaki ‘laiklik’, şimdiye
kadar ki bilinen hiçbir modern Batılı iktidar ve devlet mekanizmasında yaşama
geçmemiştir!
Ali Rızgar
Kürdistan
Stratejik Araştırmalar Merkezi
www.lekolin.org
– www.lekolin.net – www.lekolin.info