Öncelikle, milletin ne olduğunu kısaca tarif edelim. Yaşadığı bir coğrafyası-ülkesi, konuştuğu bir dili, ekonomisi ve tabi ki yönetimi olan bir halk topluluğuna millet-ulus diyoruz. Milletlerin geçmişi devletlerin geçmişi kadar eskidir hatta devletler yokken bile halk toplulukları kabile tarzı örgütlenmelerle varlıklarını sürdürüyorlardı. Yani halk toplulukları, on binlerce yıldır var. Ancak uygarlıksal doğuş, medeniyetin gelişimi, modernleşme kabilelerin halklaşmalarını, milletleşmelerini bazı kültürel, ekonomik, siyasi ve idari araçlarla var olmalarını sağladı. Dil ve toprak bir milletin-ulusun oluşmasında en temel faktördür. Üzerinde yaşadığı bir coğrafyası ve konuştuğu bir dili olmayan bir millet olmaz. Sanat, kültür, edebiyat, ekonomi ve sporsal faaliyetler sonradan gelişim göstererek ulusal ve milli değerler haline gelirler. Ben, burada, devletin bir ulusal değer olduğu kanaatinde değilim. Devletler, bir halk içinde egemen kesimi ifade ederler ve egemenler, her bakımdan topluma hakim olmayı kendi varlık nedeni olarak görürler. Egemenlik arayışı olmayan bir devlet olmaz.
Devleti devlet yapan egemenlik zihniyetidir. Sanayileşmeyle ve ulus devletin kurulmasıyla birlikte, devletin toplum içindeki rolü ve etkisi daha çok artmıştır. Devlet adeta milletin-ulusun varlık nedeni olmuş ve devletsiz bir milletin var olamayacağı ve yaşayamayacağı düşünülmüştür. Öyleki bazı toplumlarda, bazı kesimler için devletin olmaması ölüm olarak görülüyor. Bazı kesimler, devletin bekası için, kendi özgürlüklerinden bile vazgeçecek derecede devleti kutsuyorlar. Oysaki kapitalizmde ve bütün sınıflı sistemlerde devlet sadece egemen sınıfı ifade eder. Egemen sınıfın görevi ise, egemen kesimin varlığını sürdürmesini sağlamaktır. Feodal ve köleci sistemlerde, devlet hanedanlığın kendisiydi. Devlet kapitalizmin gelişimiyle, biraz daha özerk bir yapı olarak şekillense de, özünde sermayenin muhafızı olma ve var olanı koruyan bekçi olarak varlığını sürdürmeye devam etmiştir. İşte burada, milliyetçilik bir siyasal arguman olarak öne çıkıyor bir kültür ve kimlik olarak değil. Milli kimlikler her zaman vardı ama ulus devletler ve kapitalizm çağındaki gibi bir argüman olarak çok önemsenmezdi.
Feodalizmin tasfiyesiyle gelişen kapitalizm, milliyetçiliğin yükselişini daha doğrusu bir siyasal arguman olarak gelişmesini ve etkince kullanılmasını sağladı. Burjuva partilerinin-siyasetçilerinin, kullandıkları en büyük arguman milliyetçilik olmuştur. Kapitalizmin ve devletin toplum üzerindeki egemenliğini meşrulaştırmanın yolu milliyetçiliktir ve milli değerlere sarılmaktır. Başka türlü, sermayenin ve ulus devletin toplumdan rızalık alması ve meşrulaşması imkansızlaşır. Meşrulaşması imkansızlaşan bir sistemin varlığı tartışmalı hale gelir ve varlığını sürdüremez duruma düşer. Sadece bu kadarda değil. Kapitalist zihniyet, çağımızın bütün toplumsal değerlerini kullanmaktan geri kalmaz. Özgürlük, demokrasi, insan hakları, adalet ve hak, hukuk gibi değerleri posası çıkıncaya kadar kullanıyorlar. Siyasi inandırıcılık ve etkili olmak ancak böyle mümkün olabilir. Burjuvazinin başka türlü siyaset arenasına girmesinin ve başarılı olmasının imkanı yoktur. Kapitalist partiler, halkın karşısına eli boş çıkamazlar. En büyük siyasi sermaye milliyetçiliktir. Tabi kapitalist siyasilerin milliyetçilikleri aslında bir kandırmacadır, aldatmacadır. Kapitalist siyasetçiler, milleti-halkı gerçekten seviyorlarmı? Büyük bir hayır diyoruz. Halkın-milletin ne gibi koşullarda yaşadığı, yönetici sınıfın, halkı gerçekten sevip sevmediklerinin ispatıdır.
Halkın, ev kirasını ve faturaları ödemekte zorlanmaları, hayat pahalılığından ve yoksulluktan kırılmaları, ülkeyi yönetenlerin yaptıkları milliyetçiliğin bir yalan olduğunu ortaya koyuyor. Yani millet sevgisi, kapitalizmde bir kandırma siyasetidir. Bazılarının, yıllardır ” aziz milletimiz ” demelerinin kocaman bir kandırmaca olduğu şimdi daha iyi anlaşılıyor. Siyasal milliyetçilik her ülkede olur ama milliyetçiliğin en etkince kullanıldığı ülkelerin başında Türkiye gelmektedir. Türkiye’de, siyasal milliyetçilik aslında bir devlet rejimi olarak ortaya çıktı. Siyaset arenasında etkili olmasının nedeni bundan dolayıdır. Yoksa hiçbir toplum milliyetçi ve ırkçı doğmaz. Ve bir toplumun milliyetçilik-ırkçılık yapmaya da ihtiyacı yoktur. Bir halk-millet, siyasetçiler tarafında üstün gösterilerek şişirilir ve ortaya salınır. Pohpolanan bir millet, kendisini farklı görmeye-göstermeye çalışır. Halbuki siyasilerin bir milleti pohpohlamalarının arkasında oy alma avcılığı ve iktidar olma hesapları vardır.
Bu açıdan, siyasal alanda yapılan milliyetçilik, aslında milli değerleri kullanmadır-pazara çıkarmadır. Türkiye’de onlarca yıldır yapılan milliyetçiliğin Türk halkına ne faydası oldu acaba? Ama milliyetçilik yapılarak cepler şişirildi, koltuklar kapıldı, kasalar dolduruldu, egemenlerin rejimi meşrulaştırıldı. Milliyetçilik kapitalizmi meşrulaştırmanın aracı ve temel harcı yapıldı. İnsanlar, kapitalizmin ne olduğunu bilince çıkarmazlarsa ve toplumda emek ve sınıf bilinci gelişmezse milliyetçilik bir arguman olarak kullanılmaya ve etkili olmaya devam eder. Yoksa normalde her millet ve halk, kendi ülkesinde kendi kültürünü yaşamaya ve ulus olarak varlığını sürdürmeye devam ediyor. Ama siyasal milliyetçilik ise çok daha farklı bir konudur. Bir milletin-toplumun, kendi varlığını sürdürmesi için, milliyetçilik yapmaya ve kendisini başka bir milletten üstün görmeye ve göstermeye ihtiyacı yoktur. Milliyetçilik yapan bir millet, aslında farkında olmadan kendi değerini düşürüyor. Çünkü her milletin-halkın yaşam hakkı vardır ve her millet-halk değerlidir. İnsanlar, siyasal milliyetçiliğin ne anlama geldiğini bilmeleri ve bunu yapanlara dur demeleri gerekiyor. Bu açıdan, demokratik ulus paradigması uluslar/halklar için en demokratik ve en yaşanılabilinir toplumsal sistemdir. Kürt halkı, önderliğin devrimci ışığı altında bu paradigmanın, yaşamsal hale gelmesi için büyük bir mücadele yürütüyor.
Kemal SÖBE