HABER MERKEZİ – Nasıl ki Beyaz Türk faşizmi bilimsellikten uzak ve yanlış bir tarih bilinci ile Türk kimliğinin inşasına yönelmişse, devletin yerine ikame ettiği Yeşil Faşist eğilimin yöntemi de aynıdır. Türk devletinin asli unsuru olan farklı halklara, farklı inançlara olan tahammülsüzlük bu sefer dini duygular alet edilerek yaygınlaştırılmıştır. Tersine bugün daha açık olarak gördüğümüz üzere dini duyguları maddileştirmiş ve İslam’ın özünden uzaklaşmaya hizmet etmiştir.
Siyaset bilimin her kavramı gibi faşizmin de farklı türevleri olması normaldir. Faşizmin her pratiğinde eşdeğer özellikler olmakla birlikte faşist sistemler dönem ve mekâna göre bazı farklılıklarda içerir. Bu açıdan 12 Eylül faşizmi ile AKP-MHP faşizminin bire bir aynı pratiklere sahip olması beklenmemelidir. Kıyaslama yaparken dikkat edilmesi gereken temel nokta bu şekli farklılıkların insanı yanıltmamasıdır. İki faşizmin benzerliği, kaynağını ortak düşünsel pınardan almalarından ileri gelmektedir. Ortak zihniyet, topluma benzer yaklaşım ve hastalıklı bir milliyetçilik gibi benzer yanlardan öte iki faşizmin somut olarak birbirinin ardılı olma durumu söz konusudur. Çünkü AKP de MHP de zaten 12 Eylül rejiminin habitatında yeşermiştir.
Yazı dizimizin ikinci bölümünde ise zaten 12 Eylül rejiminin habitatında yeşermiş, yine aynı rejimin mirası üzerinde kendini var eden hem AKP hem de MHP faşizmin ideolojik harcı olan Türk-İslam Sentezini işlemeye çalışacağız.
Türk egemenlerinin tüm faşist varyantlarında olduğu gibi topluma ve Kürt halkına saldırma yöntemleri de benzerdir. Toplumsallığı dağıtıp, kültürel çeşitliliği tek tipe indirgemek iki faşizmin de özünde yer almaktadır. Kürt soykırımını tamamlama iddiaları benzerdir. İkisi de Kürt toplumsallığını ortadan kaldırmayı esas almışlardır. Bugünkü faşizm de öncülü gibi en ufak toplumsal muhalefete var gücüyle yönelmektedir. Bilime, kültüre, toplumsal yaşama, doğaya yaklaşımları da kıyaslama da ortak yanlar olarak öne çıkmaktadır.
AKP’nin 12 Eylül Faşizmi ile organik bağını bu oluşumun tohumlarının cunta tarafından ekildiği benzetmesi ile ifade edebiliriz. Önceden bir kökeni olmakla birlikte Yeşil Faşizmin zihinsel yapısı esas olarak bu dönem tamamlanmış ve yeni hegemonya olarak hazırlanmıştır. Bu hazırlığın ABD’nin “Yeşil Kuşak” projesi ile doğrudan bağı olduğuna da işaret edeceğiz.
Türkiye’de emperyalist örgütlenmeler tarafından halkların başına bela edilen sivil faşist örgütlenme olan MHP’de ise bu durum görünürde biraz farklılık içermektedir. Çünkü 12 Eylül rejimi katil sürüsüne 1980 öncesi tetikçilik görevini üstlendiği için yönelmiştir. Bazı faşist katiller idam edilmiş, yine partinin yöneticileri ve üyeleri belli bir süre zindanda tutulmuştur. Devletin kontrgerillanın eliyle topluma karşı işlediği suçlardaki günahları MHP’nin sorumluluğuna atılarak devlet aklanmaya uğraşılmıştır. Bu nedenle MHP tekrar kurulmasına izin verildiğinden itibaren 12 Eylül karşıtı bir söylem kullanmıştır. Fakat söylemin karşıt olması faşist rejimin tüm pratiklerini sahiplenmedikleri anlamına gelmez. Daha bu rejimin ilk günlerinde Faşist Şef Türkeş fikirlerinin iktidarda kendilerinin ise cezaevinde olmalarının çelişkisini itiraf etmiştir. Şekli ve yüzeysel çelişkiye rağmen MHP tam olarak 12 Eylül faşizmin düşünsel dünyasını ifade etmektedir. Kaldı ki bugün oynadığı rol zaten günümüz faşizminin kadrosal ve düşünsel merkezliğini yapmaktır. Bu açıdan iki faşizmi birbirine bağlayan pratik halka olarak da ele alabiliriz.
Öte yandan günümüz faşizminin aktörlerinin biçimlenişinde de 12 Eylül mirasını görebiliriz. Bugünü faşist şeflerinin zihniyetini 12 Eylül rejimi yaratmıştır. Sadece bir örneği ele alırsak Faşist rejimin Nazi propaganda bakanı Goebbels’a özenen şefi Süleyman Soylu’nun bu karakteristiğe tam olarak uyduğunu söyleyebiliriz. Vasat bir kültürel düzeyi olan, zayıflığını, güçsüzlüğünü içi boş kabadayı edebiyatı ile saklamaya çalışan, kendi yaratığı yalan dünyasına inanmaya başlayan bu kişinin 12 Eylül’ün atmosferinde şekillendiği çok bellidir. Herhangi bir ahlaki norma sahip olmaması sadece bireysel çıkarına odaklanması hem omurgasızlığını hem de seviyesizliğini açıklamaktadır. 12 Eylül, yarattığı bu ve bunun gibi şahıslar üzerinden de bir süreklilik sergilemektedir. 12 Eylül faşizminin zihinsel sürekliliği ise Türk-İslam sentezi denen zihinsel karmaşa ile sağlanacaktır.
AKP-MHP Faşizminin İdeolojik Harcı: Türk-İslam Sentezi
“Tanrı Dağı kadar Türk, Hira dağı kadar Müslüman” tanımlaması faşist çete MHP’nin daha kuruluşundan itibaren sıklıkla kullandığı bir slogandır. Aynı zamanda Türk İslam sentezi olarak ifade edilen düşünme biçiminin mantığını yalın biçimde tarif etme de yardımcı olan ifade bize bu akımın çekirdek önermesini de aktarır. Türk devletinin Türk toplumunu biçimlendirmesinde oldukça etkili bir aksesuar olan bu teoriyi belli noktalardan ele almak AKP-MHP faşizminin zihinsel kodlarını araştırmakta yararlı olacaktır.
Öncellikle Türk İslam Sentezinin T.C. ‘nin resmi ideolojisi olan Kemalizm ile görünür bir çelişkisi olduğunu ifade etmeliyiz. Çelişki Beyaz ve Yeşil Türk faşizmi arasındaki ayrıma da işaret eder. İki faşist akımın söylemini kurgularken seçtikleri zemin farklıdır. Batı Tarzı Türkçülüğü esas alan ve diğer herhangi bir görüşe yaşam olanağı tanımayan Kemalizm tarihte Orta Asya’dan Amerika’ya her yerde ve zamanda Türk ulusunun üstünlüğüne vurgu yapmış olmasına karşın T.C. ‘nin kuruluşunu milat olarak görmekte ve Türk kimliğini olabildiğine din olgusundan soyutlayarak inşa etmeye çalışmıştır. Hiçbiri orijinal olmayan birçok tutarsız tezi olmasına karşın en belirgin önermeleri bunlardır.
Bu başlangıç noktası T.C. ‘nin ilk kuruluşunda Beyaz Türk faşizminin katı laikçi modernleşme çabalarının muhafazakâr insanları ötekileştirilmesine yol açmıştı. İslam’a yaklaşımı kendi toplumunun tarihsel birikimine yabancılaşmasını gösteriyordu. Batı modernitesine hayranlık en uç noktadaydı. Pozitivist dar bakış açısıyla toplumsallığa müdahale etmiş Türkçe Ezan, Kuranın Türkçe özeti gibi tepki çeken birçok uygulamaya da başvurmuştu. Bu, Diyanet İşleri Başkanlığı’nın işlevinde fark edileceği gibi dini alet olarak kullanmadığı anlamına gelmese de İslam’ı simgeleyen her şeyi Türk kimliğinin kurumsallaşmasının önünde engel olarak gördüğü kesindi. Kendini önce Müslüman olarak adlandıran bir toplumu Türk yapmak için “Müslüman” kimliği olabildiğine dışlamayı zorunlu görüyordu.
Türk-İslam Sentezi ise Türk kimliğinin İslamsız anlam bulamayacağa görüşünden hareket ediyor ve bu temelde Kemalizm ile çelişiyordu. Bu nedenle 1950’lilere kadar bu sentezin çn savlarını ortaya atan Yeşil faşist örgütlenmeler ve onun ideolojisi kapalı kapılar ardında sınırlı yayınlarda yaşam buluyordu. Aslında modernleşme arayışlarının daha başından itibaren din sorunu bu konuda görüş öne sürenleri meşgul etmişti. İslam’a mesafeli bir Türkçülük 1900’lerin başından itibaren gözlemlenebilse de Namık Kemal’den Ziya Gökalp’a kadar ana eksen ideologlar vurgularının keskinliği değişmekle birlikte İslam’ı Türk kimliğinin kurucu unsuru olarak görmüştü. Bu açıdan Kemalist tarz uluslaşma baştan itibaren çok dar bir kesim tarafından benimsenmişti. Yaygınlaşması toplum üzerinde zor uyguladıktan ve birkaç kuşağı kendi tedrisatından geçirdikten sonra olacaktı. Buna karşı Yeşil Türk Faşizmi Erdoğan’ın hala “Üstat” diye göklere çıkardığı Necip Fazıl Kısakürek gibi meczup kişiler tarafından üretilip canlı tutulmaya çalışıyordu. Yayılacak fırsatı bekliyordu. Bu fırsatı Türk İslam Sentezinin 12 Eylül ile beraber darbe yapan cuntanın rejimi yenileme çabasının adı oluğunda bulacaktı.
Bu düşünsel farklılığın ardındaki asıl çelişki askeri-sivil bürokrasi ile geleneksel toprak ağaları-eşraf kesim arasındaki iktidar mücadelesiydi. İki farklı tekelci odağın devlete egemen olma ve toplumu kendine göre biçimlendirme isteğinin retoriğe dönüşmesiydi. Bu iki kesimden askeri-sivil bürokrasi kendi kliğine ona bağlı bir burjuvazi ve “okumuş” orta sınıfları da ekleyecekti. Anadolu eksenli sermaye grupları ise canlanmaya başladıkları 60’larla beraber Yeşil Faşizmin bayrağını kendi çıkarlarını savunmak için yükseltecekti.
Öte yandan Beyaz Türk faşizmine söylemde yönelttiği Batı modernitesinin ürünü olma eleştirisinin doğru olması kendisinin de aynı nitelikte olduğu gerçeğini saklayamaz. Hem Kara hem de Yeşil Türk faşizminin 1960’lardan sonra geliştiği örgütlenmeler ortak ve doğrudan emperyalist güçlerin planlaması sonucunda kurulmuştur. “Komünizmle Mücadele Dernekleri” adı altında CİA projesi olarak hayata geçen bu tip dernekler iki faşist eğiliminde olgunlaştığı mekânlardır. Ve dikkat çeken ilk eylemlerinin ABD karşıtı gösteri yapan demokratik öğrenci hareketlerine saldırı olan 1969 Kanlı Pazarıdır. “Doğu” vurgusu yapmaları Batı modernitesinin mahsulleri oldukları gerçeğini gizleyemez.
Ayrıca Yeşil Türk Faşizminin Türk İslam Sentezinin biraz dışında görüşleri barındırdığını da eklemeliyiz. Sadece İslam söylemini kullanıp egemen paradigmadan kopmadıkları için Türkçülükle malul olan eğilimlerde Yeşil Türk Faşizmi kapsamında değerlendirilebilir. Örneğin cihadist örgütlerin Türk türevleri bu şekildedir. Aslında basitçe Türk-İslam Sentezi Yeşil ve Kara Faşizmin ana öğelerinden 12 Eylül Cuntası tarafından kapitalist hegemonik güçlerin isteği doğrultusunda yaptığı bileşkenin adıdır.
Yeri gelmişken Kara-Yeşil Faşist akımlar arası farklara da değinmeliyiz. MHP her ne kadar kurulduğu tarihten itibaren saf ırkçı eğilimler dinsel ırkçı eğilimlerin gerilimine tanık olsa ve son kertede “Müslüman-Türk ülküsünde” karar kılmışsa da her zaman dinsel vurgudan ziyade ırk temelli hareket etmiştir. Bununla birlikte göbekten devlete ve NATO’nun Gladio yapılanmasına bağımlı olduğu için Beyaz Türk faşizmini doğrudan karşısına almamıştır. Daha doğrusu Kara Türk faşizmi emperyalist merkezlerin akıllı ve maddi desteği ile Kemalist devlet eliyle örgütlendirilmiştir. Zaman zaman 1944 Turancılar davasında terbiye etse yemlerini sunan devlettir. Kara Faşizmin Başbuğu Türkeş’in hem Turancılar davasının ana sanıklarından biri olması hem de asker-sivil bürokrasinin iktidarını yeniden dizayn eden 27 Mayıs Darbesi’nin baş aktörlerinden biri olması bu ilişkiyi açık bir şekilde gösterir. Beyaz Türk faşizminin Kara faşistleri sürekli el altında tutuyor olmaları devlet bürokrasisi içinde her zaman MHP kadrolarının varlığını sağladığı gibi ortak argümanları daha fazla olan Yeşil Faşizmle ayrı kulvarlarda ilerlemesine zaman zaman da çatışmasına neden olmuştur. Bu açıdan 1980 darbesi öncesi Ülkücüler-Akıncılar çatışmaları ve MHP’nin AKP’nin tek başına iktidar olduğu zaman boyunca izlediği çizgi düşünülebilir. 1980 darbesi sonrası bu hareketten Yeşil Faşizme daha fazla yaklaşıp, Beyaz Türk faşizmle olan bağı darbe sonrası gördükleri muameleden hareketle sorgulayan kendisi de çete rolünü gönüllü olarak özellikle AKP’nin tek başına iktidar olduğu dönem oynayan BBP’nin kopması, bu dengesiz ilişkiyi görünür kılar. AKP-MHP ittifakının zirvede olduğu dönemlerde bile her iki partide bu zihinsel farklılığı dışa vuran açıklamalar görülüyordu. Ayrıca faşist ittifakta resmi olarak dâhil olan BBP’nin bunu gerçekleştirebilecek potansiyelinden bağımsız bir tür arabulucu işlevi üstlenmeye çalıştığını da belirtebiliriz. Çöküş sürecinde ise AKP ve MHP’nin karşılıklı şikâyetleri olabildiğine arttı.
12 Eylül Faşist darbesi ise Beyaz Türk faşizmini söylemini yenileyerek Yeşil ve Kara Faşizmine önemli oranda alan açtı. Bu açıdan resmi ideolojide yaptıkları dönüşümleri kavramsal düzeyde görmek oldukça öğreticidir. Atatürkçülük Kemalizm’in yerine İnkılap ise Devrim yerine ikame edilmiştir. Yapılanlar salt bir isim değişikliğinden ibaret değildi, bir kopuşa da işaret ediyordu. Türk İslam sentezi aynı zamanda değerler silsilesindeki değişim anlamına geliyordu.
Türk-İslam sentezi yani 12 Eylül’ün resmi paradigması da kapitalist modernitenin tarlasında yeşerdi. Hem tarihsel köken açısından hem de pratik siyasal izdüşümleri açısından durum nettir. Ve bu sentezin dönemsel politik gerekçesi doğrudan ABD’nin stratejisi ve perspektifiyle ilgilidir. Bu perspektif “Yeşil Kuşak” projesiydi.
1970’ler boyunca reel sosyalist blok dünyanın her yerinde etki alanını artırmıştı. Bu durum Ortadoğu için daha fazla geçerliydi. Batı blokundan tam onay alan İsrail’in ırkçı politikaları Ortadoğu toplumunu sosyalist ve demokratik güçlere yakınlaştırıyordu. Filistin ulusal hareketi statükocu Arap devletlerinin yetmezliğini gözler önünü seriyordu. 1979 tarihinde ABD hegemonyası için tehlikeli iki olay meydana geldi. İlki Sovyetler Birliği’nin Afganistan’a fiili müdahalesi, ikincisi ise anti Amerikan söylemiyle Şahlığı yıkan İran İslam Devrimiydi. ABD bu iki tehlikeye karşı İslami değerleri kullanarak oluşturulacak rejim ve hareketlerle bir set çekmeyi planladı. Yeşil kuşak olarak adlandırılan plan buydu. Ve bu planda kilit rol oynayan iki devlet Türkiye ve Pakistan’dı. İki devlette de yapılan darbelerle iktidara gelen yönetimler İslamiyet üzerinden kitleleri yönlendirmeye ve ABD’nin sosyalizm ve demokrasi karşıtı planını en üst noktada pratiAğe geçirmeye başladı. Sadece devletler esaslı olmayan bu plan Filistin hareketini bölen Hamas ve daha sonra insanlığın başına bela olacak Taliban, El Kaide gibi hareketlerinde ortaya çıkmasını sağladı.
12 Eylül ile birlikte devlet ABD patentli bir hamle ile İslami değerleri kullanarak bir eğilim ortaya çıkarıyordu. İslam’ın demokrat olan özü ve bu özü gerçekten yaşamak isteyen dindar kesimleri tekrardan dışlanarak devletçi İslam geleneğine dayalı faşist bir yapı açığa çıkarılmaya başlandı. Önderlik bu konuyu Kürdistan Devrim Manifestosunda şu şekilde ele alıyor:
“12 Eylül darbesinin Türk-İslâm sentezini benimsemesi, üçüncü kuşak faşist hareketi gündeme taşıdı. Yeşil Türk faşizmi diyebileceğimiz bu akım, 1970’lerden itibaren Sovyetler Birliği’nin Ortadoğu’da yayılmasını önlemek, Sovyet Rusya’yı Afganistan’dan atmak ve Orta Asya’da sorunlarla uğraştırmak, İslâm ülkelerinin demokrasiye ve sosyalizme kayışını önlemek isteyen ABD’nin ırkçı milliyetçiliğe göre daha kullanılır görmesi ve desteklemesi sonucunda gelişim sağlamıştır. İslâmcı Hareket ağırlıklı olarak İngiliz hegemonyacılığına hizmet temelinde ortaya çıkmıştır. Kapitalist moderniteden bağımsız değildir. Sanıldığı kadar millici ve özgürlükçü de değildir. Kapitalist milliyetçiliğin bir versiyonu olarak geliştirilmiştir. Temel hedefi, İslâmî kültürün yaygın yaşandığı toplumların demokratikleştirilmesini ve sosyalistleştirilmesini barajlamak, İslâm kültürünü kapitalizme entegre etmektir. Tüm hegemonik güçlerin bu amaçla kullandığı araçlar arasındadır.”
Bu temelde 12 Eylül cuntası, devletin tüm aygıtları ile topluma bu bakışa uygun bir din anlayışı empoze ediyordu. İmam Hatip okullarının sayısı bu anlayışı yaygınlaştırmak için artırılıyordu. Cunta lideri eline kutsal kitap alarak mitingler düzenliyordu. Devletin resmi dinini vaaz eden Diyanet İşleri Başkanlığı çok etkin bir kurum haline getiriliyordu. Ortadoğu’daki devletlerle İslami zemin üzerinden ilişkiler geliştiriliyordu. Özgürlük Hareketine karşı İslami kavramlar bezenmiş Kürt karşıtı bildiriler uçaklarla Bakurê Kürdistan’a dağıtılıyordu. Cemaat yapılanmalarının önü açılıyordu. Bugün baş düşman ilan edilen Fethullahçı cemaat her açıdan palazlandırılıyordu. Daha sonraki süreçte birçok yurtsever Kürdün kanına girecek olan Hizbulkontra’nın temeli de bu dönemde atılıyordu.
AKP-MHP faşist ittifakının da temel harcı olan Türk-İslam sentezi aslında açıkça faşizmin dini kavramlarla süslenmeye çalışılmasından ibaret olduğu gibi fazlasıyla yüzeysel ve kendi içerisinde çelişkilidir. Temel önermesi “İslam dini Türk kimliğinin kurucu unsurudur, Türkler İslam’ı ayakta tutan temel millettir” olan bu akım farazi bir tarih uydurur. Bir tür altın çağ olarak Osmanlı İmparatorluğu yüceltilir. Fakat aslında Osmanlı ne sadece Türk kimliği ile açıklanabilir ne de teokratik bir devlettir. İslam’ı koruyup kollayan ulus olarak tek başına Türkleri görmek ise açıkça körlüktür.
Türk egemenlerin İslam ile birlikte ciddi bir atılım yaptığı doğrudur. O zamana kadar Orta Asya’da merkezi uygarlığın kıyısında göçebe devletler şeklinde var olan ve Türkmen boylarının güçlü ahlaki politik değerler ile sınırladığı devletlerde hüküm süren Türk yönetici elitleri İslam ile birlikte sadece uygarlığın devletçi geleneğine dâhil olmuyor, o zamana kadar (Karmatilerden Bühevyoğullarına kadar çeşitlilik sergileyen) heteredoks akımların tehdidi altında olan Ortodoks Sünni İslam’ın tekrardan güçlenmesine yol açıyordu. Selçuklulardan Osmanlıya kadarki süreci bu şekilde ele alabiliriz Öte yandan bu hamlenin Osmanlıların Balkan coğrafyasında yaptığı gibi İslam’ı farklı bölgelere taşıdığı da doğrudur. Zaten Yeşil faşist teorisyenlerin kendi hayali ideolojilerine zemin yaptıkları durum budur. Fakat tarihsel toplumsal hakikat bu şekilde değildir.
Devletçi güçlerin hamlesinin Türkmen boylarını “Celali” yaptığı, Türkçeyi ötelediği ve o dönemin egemenlerinin Beyaz Türk faşistlerin Batı özentisine benzer şekilde İran-Arap kültürünü içselleştirmek(En basitinden sözde şair olan Osmanlı padişahlarının şiirlerini katiyen Türkçe yazmadığı hatırlanabilir.) için her şeyi yapığı görmezden gelinir. Bu gerçekleri modern ulus mantığına göre ele almanın zorluğu ortadır. Yüceltilen dönemde Türk izi silik bile değildir. Nitekim Kemalistler bu gerçekten hareketle Osmanlı dönemine dair yine yanlış olan bir karalama ve suçlama pozisyonunu almışlardır. Oysa iki bakış açısı da tarihsel değildir. Tarihsel diyalektik birebir bugünün gözlüğü ile geçmişe bakmaya izin vermez. Bu yapıldığında ortaya tutarsız zorlama sahte bir tarih çıkar. Zaten sahte bir tarih olmaksızın faşist bir ideoloji inşa edilemez. Bugün gerçekleri tarihsel kökenlerinden başlanarak çarpıtılır.
Aynı şey sözde İslam savunuculuğu iddiası için de geçerlidir. En başta Osmanlı’da olmak üzere o dönemin devletlerinin egemenlerinin ne kadar İslamiyet’e göre yaşadığı, İslamiyet’i ne kadar her şeyin önünde gördükleri ortadadır. Muaviye İslam’ın çeşitlemelerini topluma karşı olarak sistematize etmek ise İslam savunma değil aksine özünden uzaklaştırmadır. İslam o dönem de tıpkı bugün gibi egemenlerin elinde kendi iktidarlarını tahkim etmenin bir aracı olarak kullanılır. O zamanın farkı ezilenlerin rızasını imal etme sürecinin başat ham maddesinin din olmasıdır. Bu dönemi devletçi İslam mantığı ile tutarlı gösterme imkânı vardır fakat bu İslam’ın özü olarak sunulamaz. Kaldı ki Devletçi İslam’ı bile ulusçulukla sentezlemek mümkün değildir. Çünkü İslam ümmetçiliğin evrenselciliği tartışmasız bir şekilde ortadır ve devletçi İslam’da bile görmezden gelinemez.
Özcesi Türk İslam sentezinin en temel noktaları çelişkili, sahte ve dikiş tutmaz argümanlarla maluldür. AKP-MHP faşizminin pratiğinde gördüğümüz akıl dışılık dayandığı ideolojik harçtan kaynaklanmaktadır. Tıpkı ideolojileri gibi kendileri de ne Türk ne de İslam’dırlar. “Tanrı dağı kadar Türk, Hira dağı kadar Müslüman” sloganın altını kazıdığında ortaya çıkan gerçek budur.
Nasıl ki Beyaz Türk faşizmi bilimsellikten uzak ve yanlış bir tarih bilinci ile Türk kimliğinin inşasına yönelmişse, devletin yerine ikame ettiği Yeşil Faşist eğilimin yöntemi de aynıdır. Türk devletinin asli unsuru olan farklı halklara, farklı inançlara olan tahammülsüzlük bu sefer dini duygular alet edilerek yaygınlaştırılmıştır. Tersine bugün daha açık olarak gördüğümüz üzere dini duyguları maddileştirmiş ve İslam’ın özünden uzaklaşmaya hizmet etmiştir. Egemenlerin sömürü düzenin milliyetçilik merkezli maskelenmesine bu sefer daha yoğun dini soslar eklenmiştir. Felsefi olarak altı boş bu düşüncenin hayal ettiği bir toplum da vardır. Buna göre yüzde 99.9 Müslüman(Bu 0.1’e de faşistler ne kadar hoşgörülü olduklarını iddia edebilmek için tahammül ederler.) ve 100 Türk(Türk olmayana tahammül etmeyi gerektirecek herhangi bir gerekçe yoktur.) bir toplum yaratılacaktır. İnsanlar Türk olarak diğer tüm uluslardan bu arada Müslüman kardeşlerinden de üstün olduğunu düşünecek fakat Müslüman olarak aynı zamanda diğer dinlere sahip insanlardan da yüce olduğundan da şüphe duymayacak. Bu arada egemenlerinin onu sömürerek her geçen gün zenginleştiğini unutacak ve içi boş bir şekilde kendini dünyanın merkezi olarak görecek fakat ülkesinin kapitalist merkez devletlere sıkı sıkıya bağımlı olduğunu, kendisinin onların da paryası olduğunu da anımsamayacak. Ne de olsa hem Türk hem Müslümandır! İste hayali kurulan bu tür bireylerden oluşan bir toplumdur ve toplum mühendisliği ile bunu inşaya yönelirler. Bir sonraki bölümde değerlendireceğimiz bu hayalin boyutları ve topluma empoze yöntemleri olacak.
Kürdistan Stratejik Araştırmalar Merkezi