Genelkurmay Başkanlığı, Kazan Vadisi’ndeki olaydan sonra “Envanterimizde kimyasal silah bulunmuyor” açıklaması yapmıştı. Ancak 6 Aralık 2004’te yayınlanan “Sunshine Project Ülke İncelemeleri-No. 3 Türkiye’deki Biyolojik ve Biyokimyasal Silahlara ilişkin Araştırmalar Üzerine Bir İnceleme” raporunda bunun doğru olmadığı çok sayıda bilgi ve belge ile ortaya çıktı. Raporda, “Türk Silahlı Kuvvetleri askeri çarpışma durumlarında, göz yaşartıcı gaz gibi sözde ‘ölümcül olmayan’ kimyasal silahlar kullanmıştır ve olasılıkla halen kullanmaktadır. En az bir olayda, silahlı Kürtlere karşı yürütülen ve 20’sinin ölümüne yol açan bir operasyonda göz yaşartıcı gaz el bombaları (grenades) kullanılmıştır. Bu olayda, ‘ayaklanma kontrol ajanlarının savaşta kullanımını açıkça yasaklayan Kimyasal Silah Anlaşması çiğnenmiştir” ifadelerine yer verilmiştir.
Kazan Vadisi’nde araştırma yapan dönemin Federal Alman Parlamenteri Dış İlişkiler Komisyonu üyesi ve 2 yıl Birleşmiş Milletler de biyolojik kimyasal silahlar konusunda uzman olarak çalışan Jan Van Aken ise, otopsi raporlarının açıklanmamasına dair, “Eğer ben devlet olsaydım, kimyasal silah kullanılmadığı konusunda kendimden emin olsaydım, bu tür iddiaların araştırılması için bütün olanakları sağlardım” ifadelerini kullanmıştı.
Aken, Türkiye’nin kimyasal silah kullanmış olabileceğine işaret eden 5 örneğin bulunduğunu işaret ederek, şu çarpıcı bilgileri paylaşmıştı: “Türkiye kimi bombaların içini gazlarla doldurmuş. İngiltere’de Bradford Üniversitesi bir rapor hazırladı. Ve bu raporda Türkiye’nin ürettiği bombalarda gaz kullandığı tespit edilmiş. Bunlar normal kullanılan gazlar değil. 8 kilometre havada uçarak etki yaratabiliyor. 27-30 Eylül 2005’de Uluslararası Savunma Sanayi Fuarı’nda (İDEF) Yivli Setli Havan Gözyaşartıcı CS MKE MOD 251 ismi ile bu havan sergilendi. Bradford Üniversitesi de raporunda fotoğrafları ile buna yer verdi. Yani bu tür silahların olduğunu biliyoruz. Üçüncüsü 2009 yılında yaşamını yitiren PKK’lilerin fotoğraflarını Hamburg Üniversitesi Tıp Fakültesi’nde bir pataloğa gösterdik. O doktor fotoğraflardan yola çıkarak kimyasal kullanıldığı tahminini yüzde yüz belirtebileceklerini söyledi. Fotoğraflarda PKK’lilerin bedenleri yanmıştı, ancak saç ve kıllar olduğu gibi duruyordu.” Açıklamalarına rağmen TC Devleti hiçbir soruşturma ve yaptırıma tabi kalmadı.
SONUÇ ÜZERİNE
Ortadoğu’da ve Kürdistan’da siyaset kazanları fokur fokur kaynamaktadır. Kazanların fokurdaması için ateşe sürekli odun atan egemen devletlerin hedefinde ülkesi dört parçaya ayrılmış kadim Kürt halkı var. Asıl savaş bir bütün olarak Kürdistan sahasında cereyan ediyor ve Kürdistan’ı yüz yıl sonra yine ve yeniden işgal ve ilhak planları yapılıyor.
Kürdistan coğrafyasının hedef olarak seçilmesi salt sahip olduğu enerji kaynakları ve enerji yollarıyla ilgili değildir. Zaxo’dan İran’a kadar uzanan Türkiye-Irak sınırının güneyinin, gerilla üslenmesinin belkemiği rolünü oynamasının yanı sıra, PKK’nin uluslararası bir aktör haline gelmesinde de Irak’taki dengenin değişmesi belirleyici olmuştur.
Türk devletinin 1992 yılının Ocak ayında İstanbul’da İçişleri Bakanı ve Jandarma Genel Komutanı tarafından basına bir brifing vererek duyurduğu “Terörle Mücadele Konsepti” de, “PKK’nin ayaklanma ve başkaldırı safhasında” olduğu tespitine dayanıyordu. 1993 ve 94 yıllarında temel gerilla üslenme alanları ve gerilla güçlerine yönelik savaş ve şiddet pratiği üst bir aşamaya taşırılarak sürdürüldü. Bu temelde 1992 Ekim ayında Türk ordusunun KDP ve YNK ile birlikte Güney Kürdistan’daki PKK üslenme alanlarına saldırısıyla başlayan “Güney Savaşı” Türk ordusunun yeni konseptinin ilk adımı sayılabilir. 1993 yılından itibaren temelde “arazi hâkimiyeti taktiğine” dayanacak olan devletin saldırı konsepti böylece savaşın mekânını da Güney Kürdistan’ı içerecek tarzda genişletmiştir.
1990’lı yıllara aslında damgasını vuran gelişmelerden biri de bu olmaktadır. 1992,1995 ve 1997 yılları başta olmak üzere Türk ordusu ile en kapsamlı çatışmalar bu sahada yaşandı. Bu süreçte Türk ordusunun yanı sıra Güney Kürdistan’ın temel askeri-siyasi güçleri KDP ve YNK ile de çatışmalar yaşanması, bu sahanın sadece geri çekilme ve üslenme değil, temel mücadele alanı haline de geldiğini göstermektedir.
1995’den sonra yürütülen askeri mücadele Kuzey Kürdistan’da o zamana kadar kazanılan alanların savunması niteliğinde geçerken, asıl stratejik başarıyı Güney Kürdistan’da iyice derinleşen üslenme ekseninde elde etmeyi amaçladı. 1998 sonuna gelindiğinde Suriye sınırından başlayıp İran sınırına kadar uzunluğu 200 km.’yi aşan ve derinliği yer yer 40-50 km’yi bulan dağlık alan PKK kontrolü altındaydı. Türkiye-Irak sınırının güney hattının tümünü kapsayan bu alanın yanı sıra, Güney Kürdistan’ın içine kadar uzanan Gare ve Qandil gibi iki önemli dağ silsilesini de elde tutan gerilla, Türk ordusunun üç büyük operasyonuna (92 Ekim, 95 Mart ve 97 Mayıs-Ekim) rağmen bu alanı korudu.
Kayıtlara “93 Konsepti” olarak geçen ve uluslararası güçlerin müdahil olduğu saldırı dalgası, yirmi sekiz isyana karşı oluşturulan özel savaş makinesinin Kürdistan’ı bir uçtan bir uca kuşatarak “hayali Kürdistan olanın mekanı kabristan olur” diyen egemen kibrin bulaşıcı azarını bütün Ortadoğu’ya bulaştırmaya çalışıyor. Bunun için kimyasal silah da olmak üzere bütün kirli ve suç yöntemlerini gerilla üzerinde denemekten çekinmiyorlar.
Kaldı ki PKK’nin Güney Kürdistan’ın içlerine doğru yayılan önemli dağ silsilesi Gare’de üslenmesinin tarihi 1995 yılı başlarına; İran sınırı boyunca uzanan Qandil’deki üslenmesi ise 1997 yılı sonuna dayanmaktadır. O tarihlerden bugüne kadar PKK ile bölge devletleri arasında süren hegemonya savaşı uluslararası bir minvalde hem genişlik hem derinlik kazanarak devam ediyor. Kürtler yine tarihsel bir virajın bütün sarsıntılarını yaşayarak direnmeye devam ediyor. Ortadoğu ve Kürdistan, Emperyalistlerin “tavşana kaç tazıya tut” politikasıyla savaş sahası haline getirilmiş ve bütün yeraltı kaynakları yerel işbirlikçiler aracılığıyla yağmalanmıştır. Petrol ekonomisinin yarattığı devasa körfez fonları , neoliberal ekonominin gittikçe artan enerji ihtiyacı ve bu ihtiyacı karşılayacak petrol ve doğal gazın taşınmasında oluşan enerji koridorlarından güvenli bir şekilde taşınması için bir uzlaşmaya varıldığını gösteriyor.
Avaşin, Zap, Gare, Şengal, Rojava…Kürt gerillasının askeri üstlenme alanlarına yönelik işgal harekatı üzerinden elde edilecek askeri zafer beklentisi, sivil alana tevil edilerek hem kitleler hem de muhalefet bloku manipülasyona tabi tutuluyor. Kürtlerin/bağlaşık müttefik güçlerin örgütlü olduğu bütün askeri alanlara karşı kimyasal silah kullanımını da içeren ve sivil mevzilere dönük süpürme ve çöktürme harekatı “şok ve dehşet” doktrini çerçevesinde büyük bir tasfiye dalgasıyla bir üst aşamaya çıkarılmak isteniyor. Görünen o ki hesaplar sarp kayalıklardan ve mukimlerinin mukavemetinden geri dönüyor. Sonuçları itibariyle bu kalkışmanın iktidar bloku açısından “bumerang etki”leri olacağı aşikar. Kürt Gerillasının ölümcül sıçrayışı ve direnme kararlılığı tarihin hükmünü icra ettiği büyük karşılaşmalarda “tasfiyeciliğin tasfiyesi”ne açılan yolun, muktedirlerin mezarlığı olduğunu gösteriyor.
Cihan BEDEWİ