03 Şubat 2015 Salı Saat 18:18
Arkasında daha
derin stratejilerin olduğu bir eylem olarak ele almak gerekiyor. Radikal
İslamcı grupların Ortadoğu’daki mevcut halleri Ortaçağ Avrupa’sındaki Katolik
kilisesini andırmaktadır. Nasıl ki Katolik kilisesi o dönemde dini kullanarak
yaşamın her alanına nüfuz etmeye çalıştıysa mevcut radikal İslamcı gruplar da
aynı şeyi hedeflemektedirler. Avrupa ülkeleri mevcut enerji ihtiyaçlarıyla
insan kaynaklarının çoğunu Ortadoğu ve Afrika ülkelerinden karşılamaktadır.
Bunlar ise ağırlıkta İslamcı düşüncenin hakim olduğu ülkelerdir. İslam kılıklı
fanatizmin ve faşizmin bu derece gelişmesi Batı’nın çıkarlarını tehlikeye
atmaktadır. Bundan dolayı Ortaçağ’ın sonlarında Avrupa kıtası nasıl ki Martin
Luther adlı rahibin faaliyetleriyle Almanya’da Katolik kilisesini reforme etmek
için isyan bayrağı açıp daha sonra kilise Luther akımı ile uzlaşarak
Protestanlık mezhebini resmen kabul ettiyse Paris’teki bu son eylemle de
İslamcılıkta tabu gibi görülen Hz Muhammet karikatürleri daha yaygın bir biçimi
ile yayınlanarak kendilerince reform yapmayı hedeflemişlerdir. Mısır’da Sisi,
Türkiye’de ise Gülen hareketiyle bunu yapmaya çalışmaktadırlar. DAİŞ ve benzeri
hareketlerin Irak, Suriye, Mısır, Lübnan, Libya, Yemen ve Nijerya’da hızla
yayılması herkesi ürkütmektedir. Tüm bu katliam, tecavüz, kadınların
kaçırılması, gasp ve talanın İslam’ın Sünni mezhebinin adına yapılması bir
propagandadan ziyade anti propagandaya dönüşmüş durumdadır. Bu durum Sünni
mezhep içinde de ciddi bir yol ayrımını beraberinde getirmektedir. Görülen o ki
bu stratejinin arkasında ABD, İngiltere, Fransa ve İsrail istihbaratları
vardır. Bu ülkeler bölgede Mısır’a daha aktif rol verebilirler. Bununla hem
İslam’ın Sünni mezhebine kapitalizm ve liberalizm aşılanarak reforme edilmeye
çalışılacak hem de bölgeye daha aktif müdahale etmenin meşruluğunu yaratmayı
hedefleyeceklerdir.
Arap baharı olarak nitelendirilen bu müdahale ile aslında
Sünni kesimler ortada kaldı ve ciddi bir boşluk yaşadılar. Kısmen bu boşluğu
radikal İslamcı örgütler doldurmuş olsa da hala büyük oranda ciddi bir boşluk
içindeler ve arayışları mevcuttur. Sünni İslam kesimleri öncüsüz kaldıkları
için herkes tarafından kullanıldılar. Bu durum onlarda ciddi bir güven
kırılmasına yol açtığı gibi herkesle hareket eden işbirlikçi bir tabaka da
yaratmıştır. Bu kesimin gerçekliğini dikkate alarak yaklaşan kim olursa olsun
onları kazanma ihtimali yüksektir. Özellikle Rojava ve Suriye’de arada kalan
Sünni Arap kesimlerinin kazanılması ve devrim saflarına yakınlaşmalarının
sağlanması son derece önemli olmaktadır. Bu konuda atılan adımlar son derece
sınırlıdır.
Dengeler değişti, statüko kaybetti
Daha önce Kürt Özgürlük Hareketinin yaptığı açıklamalarda
bölge üzerinde üç temel çizginin çatışma içinde olduğu vurgulanmıştı. Birincisi
ABD, İngiltere ve İsrail öncülüğünde olan emperyal çizgi, ikincisi temsilini
Türkiye, İran ve Suriye rejimlerinde bulan statükocu ülkeler ve üçüncüsü ise
Önderliğin radikal demokrasi çizgisiydi. Gelinen aşamada statükocu çizgi
kaybetmiş durumdadır. Emperyal çizgi de mevcut haliyle devam edemeyeceğini ve
ancak Kürt Özgürlük hareketi ile uzlaşırsa bir şansının olabileceğini anlamış
bulunmaktadır. Onun için Özgürlük Hareketiyle temas ederek uzlaşma yollarını
arama dışında başka şansları kalmamıştır. Bunu yapmazsa bölgeyi tümden radikal
İslamcı gruplara bırakarak statükocu güçlere tekrardan can verebileceğini
anlamış gibi görünmektedir. Çünkü mevcut haliyle radikal İslamcı gruplara en
aktif destek veren bu statükocu güçlerdir. ABD öncülüğündeki bu emperyal
çizginin Kürt Özgürlük hareketiyle uzlaşmaya çalışarak aynı cephede gibi
görünmesi elbette stratejik olarak değerlendirilemez. Aksine birbirlerine karşı
çetin bir mücadele sürekli olacaktır. Biri diğerini kendi çizgisine çekmek için
sürekli çaba içinde olacaktır. Kürt sorunu artık bölgesel bir sorun olmaktan
çıkmış ve uluslararası bir yoğunluk merkezi halini almıştır. Kürt sorunu
Türkiye, Suriye ve İran gibi devletlerin istismar sahası olmaktan çıkmıştır.
Uluslararası güçler bölgede kendilerini var etmenin yollarını Kürtler üzerinden
sağlamaya çalışmaktadır. Eskiden bu güçler Arap ya da başka kesimler üzerinden
bölgede varlıklarını sürdürmeye ve çıkarlarını teminat altına almaya
çalışıyorlardı. Bu durum Kürt sorununu uluslararası boyuta taşımıştır. Mevcut
durum İran, Suriye ve Türkiye’yi oldukça ürkütmektedir. Aynı şekilde bunların
Özgürlük Hareketine olan yaklaşımlarını da etkilemektedir. En basitinden
Türkiye eskisi gibi Özgürlük Hareketine karşı savaş açamaz. Türkiye devleti
savaştığı gibi uluslararası güçlerin AKP ve Erdoğan rejimine karşı harekete
geçerek içten darbe yapma olasılıkları yüksektir. Türkiye devleti bunun
farkındadır. Aynı şekilde Suriye devleti de Kürtlere karşı geniş kapsamlı bir
savaşı başlatamaz. YPG ve YPJ güçlerine karşı savaş açmış bir Suriye devleti,
DAİŞ karşıtı ittifak güçlerine rejime müdahale etmek için bir gerekçe sunmuş
olacaktır.
AKP’li TC, Rusya-İran ile ittifak taktiğine başvurabilir
Türkiye ise Kobanê üzerinden Kürdistan Özgürlük Hareketi
karşısında ulaşmak istediği siyasal üstünlüğü yine Kobanê direnişi ile
kaybetmiştir. Bunu tekrardan elde etmeye çalışmaktadır. Yine ABD’nin
geliştirdiği konsepte dönük karşı duruşu itibarıyla Rusya ve İran ile
yakınlaşma taktiğine başvurabilir. Türkiye ve Rusya arasında imzalanan ekonomik
antlaşmalar bunun küçük bir göstergesi olsa da asıl olan İran ve Rusya’nın ABD
karşısında Türkiye’yi kendi tarafına çekmek istemesidir. Özellikle İran bu
konuda aktif haldedir. Kürt Özgürlük Hareketi’nin İran ve Türkiye için “ortak
nokta olması bu durumu güçlendirmektedir. Cizre olayları İran ile bağlantılı
olmakla beraber AKP’nin Hizb-ul Kontra çetesi Huda-Par’ı mağdur göstermesi
taktiksel bir antlaşmasının işaretidir. Bu aynı zamanda İran’ın, Kürt Özgürlük
Hareketinin Barış Süreci açısından üçüncü göz olarak ABD’yi önermesine bir
misillemesi olarak da görülebilir.
KDP Oyunları ve Şengal Politikası
KDP’nin herkesten gizli ve birdenbire “Şengal’i kurtarma operasyonu başlatması,
imajını tazelemeye yönelik olduğu kadar Özgürlük Hareketinin Şengal operasyonu
ile elde ettiği prestij ve rolünü de çalmayı amaçlıyordu. İşin aslı tekrardan
Kürt Özgürlük Hareketini Rojava’ya sıkıştırarak boğmaktı. DAİŞ’in 100 km’lik
alanı hiç çatışmadan KDP peşmergelerine bırakması ve Mesut Barzani’nin hızla
Şengal dağına çıkıp Şengal’in kurtarıldığı “müjde sini vermesi ve hemen
ardından Fazıl Mirani’nin açıklama yapması bunun çok planlı bir senaryo
olduğunu ortaya koyuyordu. Oysa Şengal hala kurtarılmamıştı ve Mesut
Barzani’nin bu kadar erkenden Şengal’in özgürleştirildiği açıklamasını yapmış
olması, DAİŞ’ten bir söz aldığı ihtimalini akla getiriyordu. HPG/YPG güçlerinin
onlardan erken davranarak Şengal’a girmesi tüm hesapları bozmuştur. Bu durum
DAİŞ’i öfkelendirmiş ve tekrardan yönünü KDP’ye çevirmiştir. KDP Peşmergeleri
tekrardan hızla bölgeden kaçmışlardır. KDP peşmergelerinin ikinci defa Şengal’e
ihanet ederek kaçması bir önceki gibi gölgede kaldı, basında fazla yer
almadı. Öyle anlaşılıyor ki KDP’nin
“Şengal’i kurtarma operasyonu KDP, DAİŞ ve Türkiye’nin bir ittifakı sonucuydu
ve başarısız olmuştur.
Gerillanın Şengal’ı işgal eden Daiş çetelerine yönelik
operasyon başlattığı sırada Mesut Barzani’nin Şengal topraklarında koalisyon
güçlerine teşekkür etmesinin üzerinde düşünülmelidir. Barzani bununla kendini
tekrardan dünyaya Kürtlerin ulusal lideri olarak lanse etmeye çalışmakta ve
Şengal ile Maxmur’da kaybettiği sözde liderlik imajını kazanmaya çalışmaktadır.
En önemlisi de tüm bilgiler KDP’nin, Şengal’e müdahale öncesi bir kez daha DAİŞ
çeteleriyle oturduğunu gösteriyor. Yine aynı şekilde DAİŞ’in Kerkük’e
saldırması da DAİŞ-KDP ittifakının sonucudur. Fakat Kerkük ve Şengal’da PKK
gerillalarının varlığı ve direnişi KDP’nin oynadığı oyunları bozmaktadır.
Bu oyunun derinlerinde TC’yi aramak en makul ve mantıklı
davranış olacaktır. Zaten TC-DAİŞ-KDP üçlemesi siyasi genetik yapı ve ideolojik
olarak benzerdirler. TC ile DAİŞ zaten birliktedirler. KDP de zorunlu olarak bu
çete yapısıyla savaş halinde olsa da her an onunla oturup Özgürlük Hareketine
karşı komplolara başvurmaktan geri durmamaktadır. Şengal’de böyle bir tehlike
her an için mevcuttur. KDP’nin
Şengal’deki Kürt Özgürlük Hareketine dönük hassasiyetinin tetikleyicisi TC’dir.
İkincisi alanda yaşanan soykırımın tüm boyutlarıyla açığa çıkma ihtimalidir.
Böylesi bir durumda hedefte olacak olan KDP’dir. KDP’de bunu gizleme telaşı
vardır. Üçüncüsü Şengal için düşünülen demokratik özerk kanton sistemi KDP’nin
rantçı, merkeziyetçi ve dikta rejimine bir darbedir. KDP bu açıdan Şengal’e
kendisi açısından hayati bir yaklaşım içerisindedir. Tüm bu nedenler KDP’yi
gerçekten de her zamankinden daha fazla tehlikeli kılıyor.
En son Êzidilerin kendi meclislerini kurması ciddi bir
adımdır. KDP bu durumu sadece kendisine karşı değil Güney Kürdistan’a karşı
yapılmış bir parçalama hareketi ve Güney halkının iradesine saygısızlık olarak
yansıtmaktadır. Atılan bu adımın diplomatik çalışmasının iyi yürütülmesi
gerekmektedir.
KDP’nin Şengal’den Rojava’ya Yansıyan Politikaları
Şengal’de yaşananlar direk olarak Rojava’yı etkilemektedir.
Kürt üst mercii seçimlerini kaybeden Barzani uzantısı ENKS, kendi içerisindeki
3 partiyi saf dışı etti. Bu Barzanilerin Şengal’deki öfkelerinin Rojava’ya bir
yansımasıydı. Böylece panik siyaseti yürüten KDP aslında günlük olarak
kaybediyor. Fakat kendisi kaybederken bir yandan da Rojava devrimini ve
Kürdistani süreci tüm gücüyle tıkatmaya çalışıyor. Elbette bu konuda yapılması
gereken onun provokatif zemininden uzak durarak Rojava’da kısmen
gerçekleştirildiği gibi her geçen gün daha da ufalmasının yaratıcı taktiklerini
geliştirmektir.
Kürdistan Stratejik Araştırmalar Merkezi
www.navendalekolin.com – www.lekolin.org – www.lekolin.net –
www.lekolin.info