22 Nisan 2014 Salı Saat 19:13
Hipokrat geleneği her ne kadar tıbbın hurafelerden arındırılması olarak ün yapsa da aslında 17.yy’ın Avrupa merkezli bilim anlayışının temsil ettiğine benzer biçimde kendisinden önceki tüm şifacılık, otacılık geleneklerini hurafe saymıştır. Şifacı ve otacıların büyük bölümünün kadın olması ve Atina toplumunda kadının konumu düşünüldüğünde bu geleneğin temsil ettiği eril karakter çok uzun yıllar boyunca kadınların ellerinden alınan bir bilimi geri alma çabalarına da sahne olmuştur. Bunun en güzel çarpıcı örneklerinden birini de Agnodice göstermiştir.
İÖ 3.yy’da Atina yasalarına göre hekimlik mesleği kadınlara yasaktır. Agnodice, İskenderiye Okulu’nda anatominin kurucusu kabul edilen Herophilos (M.Ö. 335-280)’un derslerine girebilmek için erkek kılığına girerek kendi alanı olan jinekolojide uzmanlaşmıştır. Tıp eğitimini tamamladıktan sonra kadın hastalıkları alanında hekimlik yapmak üzere Atina’ya gelmiştir. Mesleğini uygulayabilmek için kendisini erkek olarak tanıtmak zorunda kalmış, kısa zamanda büyük bir ün kazanmıştır. Kadın hastalar tarafından çok sevilen bu genç hekimin gerçek kimliği konusundaki dedikodular ve meslektaşları tarafından kıskançlıkla karşılanması yüksek mahkemede yargılanmasına neden olmuş, kadın olduğunu açıklaması üzerine yasalara karşı geldiği için cezalandırılması gerektiği öne sürülmüştür. Atinalı kadınların mahkemeye gelerek hemcinslerini savunmaları, kendilerine ilgi ve şefkat gösteren Agnodice’in yargılanmak yerine ödüllendirilmesi gerektiğini öne sürmeleri hem onun beraatını sağlamıştır. Agnodice idam edilmemiş ancak erkek yasalarınca uzmanlık alanı sınırlanmıştır .
İkinci örnek ise, İS 1.yy ilişkindir orijinal nüshası Floransa’da bulunan ve Metrodora tarafından yazılmış olan uterus, mide ve böbrek hastalıkları konusundaki kitap, bir kadın tarafından yazılmış en eski el yazması eser olma niteliğini taşımaktadır. Ancak bu kitabın yazarı o dönemde erkek olarak ve Metrodorus ismiyle sunulmuş ve yüzyıllar boyunca öyle tanınmıştır.
Tüm baskı ve kısıtlamalara rağmen kadınlar her zaman sağlık, şifa ve tıpla ilgili olmuşlardır. Roma’da savaş ve istilaların yarattığı ihtiyaçlar nedeniyle askeri hastahaneler öne çıkarken siviller için ilk hastane M.S 4. yüzyılda Fabiola adında bir kadın tarafından kurulmuştur.
Kadınların hekimlik eğitimi görmesinin önüne konulan engeller karşısındaki tek istisna 1173’te İtalya’da kurulan Salerno tıp okulu’dur. Bu okulun kurucuları arasında Arap ve Yahudi asıllı bilim adamlarının bulunduğunu da eklemek gerekir. Birçok açıdan çağının çok önünde olan okul 13. Yüzyılda ortadan kaybolmasına rağmen burada yazılan tıp kitapları 17-18. Yüzyıla kadar bütün Avrupa’daki tıp eğitiminin ana kaynağını oluşturdu. Salerno tıp okulunun “jinekoloji ve obstetric (doğum bilimi) kitabının yazarı ise bir kadındır: Trotula. Trotula ile birlikte Abella, Rebecca ve Constanza da bu okuldaki diğer kadın hekimlerdir. Ortaçağda cinsel edimin katılımcı olmayan tek gözlemcileri kadınlardı, ya iktidarsızlık davalarında mahkemeler tarafından uzman tanıklık yapmakla görevlendirilen ebelerdi ya da kadın pezevenkler. Erkekler bu tür bir güçle tehdit edildiklerini hissediyorlardı ve hem bilimsel hem kurgusal literatür, erkeklerin korkularını yansıtıyordu. Trotula ününü ebelik üzerine yazısından çok böyle tehdit edici bir rol oynama kapasitesine borçluydu. İksir hazırlama ve kızlık zarını onarma sanatında usta bir kadın olan Trotula erkeklerin nasıl aldatılacağını biliyordu ve bu tür sihirli sanatların kurbanı olmaktan korkan erkekler, düşmanca tepki gösterdiler. Yaşlı kadın, cadı haline geldi. (Karadul olarak bilinen örümceğe tarantula denilmesinin bununla bir bağlantısı var mı bilmiyorum ama bir arkadaşım buna dikkat çekmişti. İncelenmeye değer bir konudur).
Öteden beri doğum, lohusalık, gebelikten korunma, kürtaj gibi kadının üreme döngüsüyle ilgili uygulamalar kadınların denetiminde, yardımlaşma ve kuşaktan kuşağa bilgi-deneyim aktarımı biçiminde işlerliğini sürdürmüştü. 14-17.yy arasında üreme sağlığına ilişkin bu denetimin kadınlardan erkeklere geçtiği ve tıbbın erkek egemenliğinde bir meslek haline geldiği görülmektedir. Tıp ve hukuk eğitiminin standardize edilmesi, hekimlik yapacak kişilere eğitim ve diploma zorunluluğu getirilmesi ve tıpta okullaşmanın kadınlar açısından sonuçları Salerno Okulu dışında hiç de beklenildiği gibi olmamıştır. Çünkü kadınların üniversiteye girme hakkı yoktur.
İngiltere’de 1421’de Üniversiteler okullu olmayan kadınlara tıbbın yasaklanması için parlamentoya başvurur.
1518’de Tıp Kolejine verilen öncelik patentinde “Büyücülük, sihir ve biraz da ilaç kullanarak cüretkârca tedavi yapmaya çalışan ve Tanrı’nın hoşnutsuzluğuna sebep olmaktan başka bir şey yapmayan cahil kadınların” yetkisiz olduklarından bahsedilir.1563 yılında çıkarılan bir yasa ile büyücülüğe ölüm cezası getirilir ve binlerce kadın idam edilir. Bu davalarda yargılananların %85’i kadındır.
Paganizmin lanetlenmesi kadınlar üzerinden gerçekleştirilir. İdam edilen ilk Hristiyandan Theodosia, Niceratave Thekla kadın şifacılardır.
Batı Ortaçağ toplumu birbirine denk düşen üç hiyerarşiyi barındırmaktaydı halk üzerinde kilisenin, kadın üzerinde erkeğin ve köylü üzerinde toprak sahibinin egemenliği. Kadın-ebe-sağaltıcı ise bu üç hiyerarşiye meydan okumakta, kilise dışı bir alt kültürü temsil etmekte, bir azınlık grubunun sahip olduğu potansiyel gücü simgelemekte ve bu nedenle de kurulu düzen için bir tehdit oluşturmaktaydı. Kilisenin savı, bilge kadınların (“kocakarılar ) ve “cadılar ın hastalıkları iyileştiremeyeceği ya da hastalık tedavisinin kendi başına kötü bir şey olduğu değil, “bu kadınların başarısının şeytanla işbirliğinin bir sonucu olduğu, çünkü bu işbirliğinin kadının doğasına içkin bir özellik olduğu biçimindeydi. 1563’te yayımlanan Malleus Maleficarum (Cadı Balyozu) adlı ünlü Ortaçağ cadı avı metninde “Katolik inancına ebelerden daha fazla zarar veren kimse yoktur, eğitim görmemiş bir kadın sağaltıcılığa kalkışırsa cadı olduğuna hükmedilir ve öldürülür denilmektedir. Öldürülmeliydiler, çünkü şifa dağıtan bilge kadınlar ve ebeler birer uygulamacıydı inanç dünyasının sabır ve acı çekme öğüdü veren duaları ile kilisenin uhrevi öğretilerinden uzak duruyor, deneme-yanılmalarla yüzyıllar içinde edinilmiş empirik bilgi birikimini kullanıyor ve neden-sonuç ilişkilerine önem veriyorlardı.
Tıbbın, erkeklerin tekelinde profesyonel bir meslek haline gelmesi ve tıp diploması olmayanların mesleği icra etmelerinin yasaklanması ile birlikte kadın ebelere karşı düşmanlığın bu şekilde yoğunlaşması hiç de şaşırtıcı değildir. Tıbbın profesyonelleşmesini Kilise’nin sıkıca denetlediğini görüyoruz. Ortaçağ Cadı yargılamalarında kilisenin başvurduğu “uzman” erkek doktordur cadı olarak kimin yakılacağına o karar verir. Gene Malleus Maleficarium, cadı avında doktorun rolünü açıkça belirlemekte ve doktorluk statüsü ile formel Tıp eğitimi almış olmayı birbirine bağlamaktadır: “Eğitim görmemiş bir kadın, sağaltıcılığa kalkışırsa cadı olduğuna hükmedilir ve öldürülür.”
19. yüzyıla gelindiğinde kadınlara yasak olan okullardan aldıkları diplomalarla, devletlerin onayı ile mesleği icra etme hakkı olan erkek doktorlar geride fiziki olarak katledilmiş, katliam yapılmayan yerlerde de küçük düşürülüp yöntemleri hurafe olarak görülen kadınların üzerinden meslekte yükseldiler. Eğitim görmüş erkek doktor kitlesi hızla artarken, çok az sayıda kadın çok zorlu uğraşlarla hekim olabilmişti. Bu dönemde kadının sağlık endüstrisine girişi daha çok hemşirelik ve hasta bakıcılık şeklinde olmuştur. Aslında hemşirelik çok eski çağlardan beri vardı, tıpkı ebelik gibi. Haçlı seferleri zamanında hemşire tarikatları olduğu bilinir. Modern anlamda hemşirelik Florence Nightingale (1820-1910)’in kötü şartlardaki hastaneleri düzeltme çabası ile başladığı ifade edilir. Fakat kendisi zamanın yükselen hareketi olan feminizme tiksinti ile bakıyordu. Hemşireliği kadınlar için bir meslek olmaktan çok bir görev sayıyordu. Başlarda hastanelerde ne olduğu anlaşılamayan bu meslek gurubunun, kesinlikle doktorun işine karışmaması gerektiği öğütleniyor, hastaya doktor bakmadan ellememeleri ve sadece doktora yardımcı olmaları öğretiliyordu. Doktorlar da işlerine bu şekilde yarayacak olan bu kadınları kısa zamanda benimsediler. Nihgtingale, bu okullarda sadece hemşire yetiştirmedi, Viktoryen Dönemin ideal kadını ‘evdeki melek’ anlayışını alt sınıftan kadınlara da aktararak bu ideolojiyi yeniden yeniden üretti.
1873’de Londra’da Kadınlar için Tıp Okulu kuruldu ancak erkeklerden oluşan Kraliyet Koleji’nden ebe olarak çalışma izni alamadılar.
Kadınların hekim olmaları ve hekimlik yapabilmeleri önündeki yasal engellerin kalkması 20. Yüzyıl başlarına kadar sürdü.
1970’lere kadar kadınlar için sınırlayıcı kotalar devam etti( %10 ya da 20den fazla olamazlar gb).
Sonuç olarak:
Kadınların mevcut kölelik statülerini meşrulaştırmak için kadınların aklının çalışmadığı için ünlü filozof ve bilgin kadınların olmadığı öne sürülür ya işte bizler bu gün neden ünlü kadın hekimlerin adının bilim tarihinde yer almamasının nedenlerini şimdi daha iyi biliyoruz.
Tıp alanı kadınların elinden alındığı gibi günümüzde tedavide kullanılan yöntemler, sermaye tekelleri ile olan ilişkileri ve etik alanda yaşadığı sorunlar nedeniyle tartışılan bir konumu yaşıyor. Özellikle kadın bedenine yaklaşım ve uygulanan tedavi yöntemleri konusunda bir çok tartışma yapılmaktadır. Uzun süre anatomi derslerinde insan anatomisinin erkek bedeni üzerinden anlatılmış, kadın bedeninin ise çoğunlukla sadece üreme organı dolayısıyla tıbbın konusu edilmiştir. Bunun yansımaları günümüze kadar da sürmektedir. Teolojik anlatıma sadık kalan hekimler kadının erkekten sonra yaratıldığı ve daha aşağı olduğu yönündeki savı desteklemek için çeşitli biçimlerde anatomik kanıtlar gösterme çabasına girmişlerdir. Aristoteles ve Galens, erkek ve dişi cinsel organların birbirlerinin ayna imgesi olduğuna inanırlardı. İbn sina El kanun da bunu şöyle ifade eder: “kadındaki üreme aracının rahim(matrix) olduğunu ve erkekteki üreme aracını, yani penisi ve penisle birlikte olan parçaları andırır şekilde yaratıldığını söylüyorum. Tek fark, erkek organın eksiksiz ve dışa dönük, dişi organın ise eksik ve içe dönük – erkeksi üyenin karşıtı- olmasıydı . Bu analoji daha da genişletilerek, yumurtalıkların testisin türdeşi, fakat daha küçüğü söylendi. Ortaçağ hekimleri, dişi anatomisini yorumlamayı zor gördüler. Bunun bir nedeni, ilke olarak erkeği model seçmeleriydi.
Günümüzde kadın bedeni tıbba gebelik, güzellik konuları ekseninde konu edilmektedir. Bir çok feminist akademisyenin de tespit ettiği üzere kadınlarda yaygınlaşan meme ve rahim kanseri üzerine yapılan araştırmalara ayrılan fonlardan daha büyük paralar erkeğin cinsel performansını arttırma yada kadın bedenlerini belli standartlara uydurma (zayıflama, estetik cerrahi) ve yaşlanmanın geciktirilmesi konularına odaklanılmaktadır. Diğer yandan bu yazıyı hazırlarken TUS sınavları için hazırlanan bir jinekoloji kitabının girişinde gözüme çarpan “Dünyadaki bütün kasırgalar neden hep kadın isimleri ile anılır? Her ikisi de ıslak ve vahşi başlar. Her ikisi de sonunda evinizi ve arabanızı götürür cümlesi de tıbbın mevcut eril karakterinin sürdüğünü ve karşısında esaslı bir mücadele verilmesi gereğini ortaya koymaktadır.
Kaynaklar:
– Tıp Tarihi ve Tıp Etiği Ders Kitabı- Cerrahpaşa Tıp Fakültesi Yayınları
– Politikanın Çağrısı- Fatmagül Berktay
– Tıp Tarihinde Kadın Hekimler- Gülsüm Önal
– Kadınların Tarihi II.-Ortaçağ’ın Sessizliği
BİTTİ
Zozan Sima
Kürdistan Stratejik Araştırmalar Merkezi
www.lekolin.org – www.navendalekolin.com – www.lekolin.net – www.lekolin.info