27 Kasım’da Heyat Tahrir El Şam (HTŞ) tarafından başlatılan Halep saldırısı, 3 gün içinde Halep’e girerken, daha sonra Hama ve Hums yanı sıra Şam merkezine girerek 61 yıllık Baas ve 54 yıllık Esad rejimini 12 gün gibi kısa bir sürede yıkılması tesadüf değildir. Diğer yandan işgalci Türk devletine bağlı SMO çete grupları da önce Til Rifat-Şehba daha sonra da Minbic ve Kobanê kırsalına DAIŞ çeteleri ile birlikte saldırmaya başladı.
Her ne kadar bu sürecin yeni geliştiği ifade edilse de, aslında başlangıcı 2019-2020 yıllarına dayanmaktadır. Özellikle Abraham Anlaşmalarıyla Yahudilerin Suudi Arabistan ve Birleşik Arap Emirlikleri ile yakınlaşması, bugün sahada gözlemlenen gelişmelerin zeminini oluşturmuştur.
ULUSLARARASI GÜÇLERİN ORTADOĞU’DAN ÇEKİLDİĞİ ALGISI
Ortadoğu’da yalnızca Suriye değil, İran’dan Ermenistan’a, Afganistan’dan Yemen’e, Ürdün ve Lübnan’a kadar birçok bölgeyi etkileyen kapsamlı bir sürecin düğmesine basıldı. Uluslararası güçlerin bu süreçte Asya ve Balkan ülkelerine yönelik siyasi ve ekonomik açıdan çok ilgili olması, bunun yanı sıra Ukrayna’yı Rusya’ya karşı desteklemesi, bu güçlerin Ortadoğu’dan tamamen çekildiği algısı oluştu. Ancak gerçek, önem verdikleri bölgelerde daha uzun vadeli planlar oluşturduklarını gösteriyor. Afganistan’da Taliban ile yapılan anlaşmalar bu kapsamda değerlendirilebilir. Zira Suriye 2011 yılından bu yana jeo-politik ve jeo-stratejik açısından Afganistan’dan daha farklı bir konumdadır. Suriye sahasında uluslararası ve bölgesel aktörlerin çok fazla oluşu Suriye’nin Afganistan gibi oldu bittiye getirilemeyeceği anlaşıldı. Bundan kaynaklı da uluslararası güçler bugün Suriye’de yaşanan sürecin zeminini oluşturmada oldukça zorlandığı görüldü.
Bir yandan sistem dışı örgütleri sisteme dahil etmek amacıyla anlaşmalar, diplomasi trafiği yaşanırken diğer yandan da bu sürece direnenlerin tasfiyesi hedefleniyordu. Örneğin, İran’ın bölgesel nüfuzunu artırmaya çalışması ve buna bağlı olarak Kasım Süleymani’nin öldürülmesi, bu dinamiklerin bir parçasıdır. Kasım Süleymani, İran’ın askeri stratejisi açısından deha kabul edilen bir figürdü ve Lübnan’dan Libya’ya, Yemen’den Suriye’ye kadar birçok bölgede İran’ın askeri nüfuzunu genişletme çabası içindeydi. Bu durum, İran’ın bireysel etkili liderlik figürlerine yönelik bir stratejinin parçasıydı.
İran da bu süreçte radikal olarak bilinen birçok figürü tasfiye etti veya edilmesine göz yumdu. Kasım Süleymani’nin öldürülmesi, İbrahim Reisi ile birlikte Dışişleri Bakanı Emir Abdullahiyan gibi radikal figürlerin etkisizleştirilmesi bu çerçevede değerlendirilebilir. Ancak İran, bu adımlarla kendini ne ölçüde koruyabildiği konusunda belirsizlikler sürmektedir.
İran’ın bu stratejisi, son dönemde Türkiye’yi de içine alacak şekilde genişletildi. Önce Hamas üzerinden, daha sonra Hizbullah aracılığıyla Türkiye’nin de dahil olduğu bir tasfiye planına işaret edilmektedir. İsrail’in askeri anlamda Suudi Arabistan’a, finansal anlamda ise Körfez ülkelerine entegre edildiği süreç, başlangıçta lokal çatışmalarla sınırlı kalacak gibi görülse de, durumun kapsamı çok daha geniştir. Hamas Gazze’de tasfiye edilmiş, Hizbullah’ın komuta kademesi hiç olmadığı kadar zayıflatılmıştır.
BATILI GÜÇLER NEDEN HTŞ’Yİ SEÇTİ?
Batılı güçler, tarih boyunca radikal İslamcı hareketleri kendi planları ve stratejileri kapsamında aktif olarak kullanmışlardır. İngiltere’nin bu konudaki deneyimi vahabizme kadar dayanmaktadır. İngiltere her dönemde Nakşibendi ve İhvan ile planlar çerçevesinde ilişkilenmiştir. Bu durumu göz ardı etmemek gerekir. Geçmiş süreçlerde batılı güçler radikal İslamı ve Cihadizmi komünizme karşı mücadele kapsamında örgütlemiş, Sovyetlerin yıkımında aktif bir güç olarak Afganistan, Pakistan’ı devreye koymuştur. Birçok ülkede var olan sol sosyalist hareketlerin geriletmesinde, tasfiye edilmesinde bu radikal unsurlar desteklenmiş ve harekete geçirilmiştir. Son günlerde Suriye’de gelişen 26-27 Kasım tarihinde harekete geçirilen HTŞ ve onun kenarına konumlandırılan SMO çeteleri sadece uluslararası bir planın parçası olduğunu gösteriyor.
HTŞ BÖLGEDEKİ CİHADİSTLERİN BAŞINA İDEOLOJİK BEKÇİ OLARAK KONULDU
HTŞ ile ilgili uzun değerlendirmeler yapılabilinir ama uluslararası arenada HTŞ’ye verilen iki temel rol ile anlatmak yeterli olacaktır. Birinci rol olarak; HTŞ İran ve ona bağlı milislerini Suriye topraklarından çıkaracak, BAAS rejimini hem askeri ve hem siyasi olarak tasviye edecek. Planın devamında ise, Rusya’yı Suriye’den ve Akdeniz’den bir bütünen uzaklaştıracak. Bunun için HTŞ grupları uluslararası güçler tarafından desteklenmiştir. Rejimin tasviye edilmesi için Türkiye ayrı bir rol oynamış ve HTŞ gruplarına destek vermiştir. Rus güçlerini uzaklaştırılması için Batılı güçler askeri ve siyasi destekler sundu. İran ve İran’a bağlı grupların sökülüp atılması için de İsrail ortak olarak desteklediği İran’a bağlı bazı milis grupların bulunduğu nokta ve cephaneliklerin vurulmasıyla ortaya çıktı. Diğer uluslararası güçler bu planın içerisinde yer aldılar. Örneğin Fransa ve Almanya gibi devletler bu süreci bütünü ile destekleyici güçleri oldular. Bunun sonucunda kısa süre içerisinde öngörülen birinci görev HTŞ’nin Şam’a girmesi ve Esad rejiminin yıkılmasıyla tamamlanmış oldu.
HTŞ’nin ikinci en temel görev ve rolü ise; bilindiği gibi Ortadoğu’nun ve Orta Asya’nın tüm radikal ve cihadist gruplarını önce Suriye geneline daha sonra da İdlip ve Türk işgali altındaki bölgelere doldurdular. İdlib’tekiler sürece göre eğitildikten sonra El Nusra öncülüğünde 11 grupluk bir çatı örgütü kurularak adına da Heyat Tahrir El Şam (HTŞ) denildi. Böylelikle İdlib’teki tüm cihadist grupların başına HTŞ ideolojik bekçi olarak konuldu. Türkiye ise kendi kontrolündeki grupların başına tam kontrolü sağlayacak bir bekçi seçemedi. Eğer ki Türk devleti bu grupların kontrolünü ele alabilseydi 26-27 Kasım’da başlayan saldırıya öncülük yapabilecekti. Özellikle 2020 yılında Astana toplantısında alınan karar sonrası Halep kırsalından İdlib’e yerleşen HTŞ bu planın parçası olmak için kendisini bazı Batılı güçlerden aldığı destekle hazırlayıp örgütledi. Bu gelişen sonuç uzun süreli hazırlıklar ile gelişmiştir.
Rejim, İran ve Rusya’nın Ortadoğu’da uluslararası güçler tarafından zayıflatılması, Lübnan’daki ateşkes ve HTŞ ile savaşın startı verilmesi tesadüf değildir. Colani öncülüğünde ki HTŞ’ye biçilen ikinci rol ise; önce Suriye topraklarına doldurulan daha sonra Türk işgali altındaki bölgelerinde radikal grupları tasfiye etmek olacaktır. Bu tasviye işlemini HTŞ gibi örgütlere benzeyen bir yapıya yaptırmaları zorunludur. Şimdi bu görev HTŞ önünde çaresizce duruyor. Bu planı tam olarak yerine getirebilecek mi tüm uluslararası güçler buna bakacak. Görünen o ki HTŞ iktidarın ve kontrol altına aldığı ganimet sarhoşluğuna kapılırsa ve kısmen bile olsa diğer gruplar ile uzlaşma yoluna giderse onu var eden küresel güçlerin hışmına uğrayacak. Ancak diğer yandan da küresel güçleri razı etme adına HTŞ sözü edilen bu paralı gruplara savaş ilan ederse ciddi bir iç iktidar mücadelesi ile karşı karşıya kalacak ve bu görevin altında kalıp ezilebilir.
27 Kasım öncesi işgalci Türk devleti MİT üzerinden SMO grupların çete başlarıyla birlikte defalarca Colani ile İdlib ve Kilis’te görüşerek, bu plana dahil olma isteğini gösteriyor. Bu görüşmelerde HTŞ’nin istemediği bazı çete gruplarını ya isim değiştirerek birinci ve ikinci Feyleq içinde eriterek tasfiye etti ya da önemli ve stratejik noktaları ellerinden alarak yalnız başına bıraktırdı. Ancak işgalci Türk devletinin bunun karşılığında Kuzey ve Doğu Suriye Demokratik Özerk Yönetiminin kazanımlarına karşı ortak hareket edilmesi talebinde bulunduğu gelen bilgiler arasındaydı. Son savaş hükümeti Dışişleri Bakanı Hakan Fidan ve MİT Müsteşarı İbrahim Kalın’ın Şam’a giderek Colan’i öncülüğünde kurulan yeni geçici hükümet yetkilileri ile görüşmesi bu çerçevede değerlendirmek mümkün.
Tabi, insanlığın başına bela olan DAİŞ çetelerini tasviye eden YPG, YPJ öncülüğündeki QSD çatısı altında birleşmiş güçler HTŞ eli ile tasviye edilmesi ya da marjinal düzeye düşürülmesi işgalci Türk devletinin vereceği tavizler karşılığında ihtimal dahilinde. Ancak bu olasılığı boşa çıkaracak tek faktör Kuzey ve Doğu Suriye Demokratik Özerk Yönetiminin sergileyeceği siyaset olacaktır.
Zira uluslararası stratejilerin kurucuları Radikal İslamcı cihadist hareketleri hiçbir zaman yapıcı bir unsur olarak öne çıkarmamışlardır. HTŞ’ye Suriye’nin geleceği ve inşası için rol verildiği düşünülürse yanıltıcı olabilir. Çünkü yukarıda da belirtiğimiz nedenlerden kaynaklı Suriye Afganistan’a benzemez. Suriye’nin batı için pozisyonu çok önemlidir. Hristiyanlığın ana merkezidir. Jeopolitik ve jeo stratejik konumu ayrı bir öneme sahiptir. Bölgedeki güçlerin HTŞ ile yürütecek diplomatik süreçlerde bu durumları göz ardı edip etmeyeceği ise önümüzdeki süreçte belli olur.
EDİTÖRDEN