15 Şubat 2016 Pazartesi Saat 07:24
1- Suriye’den Çıkış
Suriye’den çıkışım NATO-Gladio operasyonuyla bağlantılıdır.
Türk ordusundaki ayrışmayı ve Gladio’yu dikkate almadan bu operasyonu doğru
yorumlayamayız. Genelkurmay Başkanları İ. Hakkı Karadayı ve Hüseyin Kıvrıkoğlu
başkanlık dönemlerinde sanıldığı kadar her şeye hâkim değildiler. İkisi de Kürt
sorununda Eşref Bitlis’in yaklaşımına daha yakın durmaktaydılar. Savaşın
Kürtlerin toptan tasfiyesine yöneltilmesini hem doğru hem de mümkün
görmüyorlardı. Turgut Özal ve Eşref Bitlis’in başlatmak istedikleri barış ve
siyasi çözümü hem yurtseverliğin gereği sayıyor, hem de klasik savaş anlayışına
daha uygun buluyorlardı. Sakıp Sabancı da bu çizgiyi TÜSİAD içinde savunan
kesimi temsil ediyordu. MİT içinde Kontrgerilla Daire Başkanı Mehmet Eymür ile
Emniyet Teşkilatından Hanefi Avcı’nın yaklaşımı da aynı çizgi paralelindeydi.
Bu ekip Susurluk olayını da değerlendirerek savaş lobisine karşı bir hamle
yapmıştı.
Karşı ekibi veya Gladiocu kanadı esas olarak Doğan Güreş ve
Çevik Bir temsil ediyordu. Sakıp Sabancı ve Hüseyin Kıvrıkoğlu’na yönelik
suikast girişimlerini bu ekip yönlendirmişti. Ayrıca daha önceleri başta Turgut
Özal ve Eşref Bitlis olmak üzere devlet içinde bazı kişileri tasfiye etmeyi
amaçlayan çok sayıda suikastı da aynı ekibin selefleri, daha önceki uzantıları
gerçekleştirmişlerdi. 1990’da Genelkurmay Başkanlığı sırası ordu teamüllerine
göre Muhittin Fisunoğlu’na gelmişti. Doğan Güreş kural dışı biçimde Genelkurmay
Başkanlığı görevine getirilince aralarındaki çatlak büyüdü. Diğer ekip ordu
içinde iki PKK sempatizanı askerle Doğan Güreş’e zehirli çayla suikast
girişiminde bulundu. Bu girişim tam başarıya ulaşmadı. İmralı’da özel askeri
savcı bu konudaki kararı kimin verdiğini sorunca, iki askerin PKK sempatizanı
olduğunu, olaydan sonra kaçıp gerilla saflarına katıldıklarını ve şehit
olduklarını söylemiştim. Asıl kararın ordu içinden verildiğini tahmin ettiğimi belirtmiştim.
Bu yöndeki soruşturma böylelikle kapanmıştı.
Ordu içinde bu nitelikteki çelişki 20. yüzyılın başına,
hatta daha öncelerine kadar uzanır. Sultan Abdülhamit’in (hatta Sultan
Abdülaziz’in) düşürülüşünden Mustafa Kemal’e suikasta, 15 Şubat 1925’te Şeyh
Sait’e karşı düzenlenen komployla başlayan ve 18 Kasım 1937’de Seyit Rıza’nın
komployla idam edilmesine kadar giden Kürtlere yönelik soykırım uygulamalarına,
Serbest Fırka’nın kapatılmasından (1930) İnönü’nün başbakanlıktan düşürülüşüne
(1937), 27 Mayıs 1960 askeri darbesinden 28 Şubat 1997’deki postmodern darbeye
ve en son 2000 sonrası darbe hazırlıklarına kadar geçen yaklaşık yüz yıllık
süredeki tüm benzer olaylarda aynı çizgi çatışması vardır. Önce Almanya, sonra
sırasıyla İngiltere ve ABD hegemonik güçler olarak bu çatışmaları dışarıdan
destekleyip kontrol ediyorlardı. Tüm bu komplo ve suikast olayları özünde
Ortadoğu halklarına, özellikle Anadolu ve Mezopotamya halklarına karşı
yürütülen hegemonya savaşlarının birer yansımasıydı.
Bunlardan PKK’nin öncülük ettiği Kürt direnişinin payına
düşen ve daha önceki bölümlerde taslak halinde sunduğum dört önemli Gladio
savaşı dönemi vardır. Kapitalist güçlerin hegemonik savaşı Beyaz Türk faşizmi
kılığına bürünerek sürdürülüyordu. M. Kemal’den beri ordu içinde bundan
rahatsız olan bir kesim de her zaman vardı. Bunlar yurtsever ve Anadolucuydu.
27 Mayıs 1960 darbesinden 2000’ler sonrası darbe hazırlıklarına kadar bu
yurtsever ve barış yanlısı diyebileceğimiz kesimin durumu darbeciler ve
komplocularınkinden farklıydı. Darbeciler ve komplocuların arkasında esas
olarak NATO-Gladio’su durmaktaydı. Ayrıca sivil toplum içinde de her iki
tarafın güçlü uzantıları, odakları mevcuttu. Bunlar aralarında daimi bir ilişki
ve çelişkiyi yaşarlar. Dönemlere göre birbirlerine üstünlük kurarlar. Sınıfsal
olarak da millici ve işbirlikçi burjuvaları temsil etmek durumundadırlar.
İşte Suriye’den çıkışım öncesinde bu iki kesim arasında yine
rekabet baş göstermişti. Bizimle diyalogdan yana olanlarla karşı olanlar
arasındaki rekabet, İsrail ve ABD’nin de desteğiyle NATO-Gladiocu kanadın, yani
savaş ve imha yanlısı kesimin lehine sonuçlanmıştı. Çıkışın az öncesinde İsrail
İstihbaratı dolaylı yoldan ısrarla Suriye’den çıkmam gerektiği mesajını
vermişti. Ayrılmayı uygun bulmamıştım. Suriye’deki konumumuzun büyük darbe
almasından çekinmiştim. Stratejik ve ideolojik olarak da bunu doğru
bulmuyordum. Savaş doğal seyrinde yürüyecek, kaderde olan yaşanacaktı. Kaderci
çizgide değildim. Ama yaklaşık otuz yıllık ideolojik, politik ve askeri çizgiyi
bir anda bir tarafa bırakarak rota değiştirmek de anlamlı bir kadere karşı
çıkış tavrı olamazdı. Dürüst olmak gerekiyordu, kendimi kurtarmayı esas
alamazdım. Atilla Ateş’in NATO-Gladio’su adına yaptığı son uyarıdan sonra,
ancak Suriye ve Rusya’nın kararlı bir biçimde arkamızda durması halinde savaşı
bir üst aşamaya tırmandırma şansımız olabilirdi. Fakat bu destek sağlanmadığı
gibi, her iki ülkenin şahsi varlığımı kaldırabilecek gücü veya niyetleri bile
yoktu. Suriye için bu gerçekten mümkün olamazdı. Kuzeyden Türk güneyden İsrail
ordusu tarafından bir günde işgal edilebilirdi. Panik içine girmeselerdi, benim
için daha uygun bir üslenme imkânı yaratabilirlerdi. Bunu da göze alamadılar.
Rusya’nın tavrı daha onursuzdu. Mavi Akım Projesi ve on milyar Dolarlık IMF
kredisine karşılık bizi Moskova’dan zorla çıkardı.
Atina ve Roma
macerasına geçmeden önce, çıkış öncesini ve sırasını daha yakından görmek
oldukça öğreticidir ve büyük önem taşır.
28 Şubat 1997 darbesinin ikilemini doğru kavramadıkça olup
biteni tam anlayamayız. Darbecilerin bir kanadı gerçekçi bir barış önerisi ile
bize yaklaşmıştı. Sanırım arşivimizde buna ilişkin belgeler vardır. Tıpkı
Turgut Özal ve Necmettin Erbakan’ın yaklaşımında olduğu gibi ciddi olduklarına
ve barış istediklerine ikna olmuştum. Darbe içinde darbeye de bu barışçı ve
siyasi çözüm yanlısı tutum yol açmıştı. Şimdi gayet açıkça ortaya çıkmıştır ki,
o dönemde yani yakalanmama kadar, İsrail ve ABD kesinlikle barış ve siyasi
çözümden yana değildi. Düşük yoğunluklu da olsa, savaşın devamını ve Kürt
sorununun çözümsüz kalmasını ısrarla istemekteydiler. Ortadoğu’nun kontrolü,
özellikle Irak’ın düşürülmesi için buna şiddetle ihtiyaçları vardı. Ancak bu
yolla Türkiye’yi pasifize edip kendi planlarını uygulayabilirlerdi. Turgut
Özal, Necmettin Erbakan ve Bülent Ecevit bu planlara dikkat etmedikleri, daha
Anadolucu, millici ve Kürt sorununda barışçı ve siyasi çözümcü yaklaşım
gösterdikleri için düşürülmüşlerdi. Düşürülmelerinin ölümle sonuçlanıp
sonuçlanmaması savaş yanlıları için o kadar önemli değildi. Zaten savaşın
içindeydiler. Savaşla sonuna kadar devam ederek, önlerine çıkan her engeli
devirip amaçlarına ulaşmak istiyorlardı. Buna Kürt gerçekliğinin askeri yoldan
tamamen tasfiyesi, bir nevi soykırım da dahildi. Hegemonik güçler klasik İttihat
ve Terakkici çizginin devamı olan bu anlayışın arkasında durmadıkça asla başarı
şansları olamazdı. Onlar da bunu bildikleri için ABD, İngiltere ve İsrail’in
desteğine mutlak gereksinim duyuyorlardı. 1998’de Suriye’den çıkışımda bu
destek sağlanmıştı.
1990’ların başında ABD ve İngiltere’nin, 1996’da da
İsrail’in (Türkiye ile İsrail arasında askeri alanda stratejik işbirliği
antlaşmaları) mutlak desteği alınmıştı. Sıra işin iç yanını halletmeye, yani
gerekli hükümet değişikliklerini ve ordu içi tasfiyeleri yapmaya gelmişti. Onu
da 1990’dan itibaren adım adım hayata geçireceklerdi. Genelkurmay Başkanlığı
görevini devralan Doğan Güreş’in İngiltere’ye ilk gezisini yapıp geri
döndüğünde “PKK’nin tasfiyesi için bize yeşil ışık yakılmıştır demesi bu
gerçeği ifade eder. Daha sonraki süreçte sadece Kürtlere ve PKK’ye yönelik imha
saldırılarıyla yetinilmediğini, Cumhurbaşkanını katletmeye, hükümet
değişikliklerine, ordu içi tasfiyelere, topluma yönelik pasifikasyon
hareketlerine, bir dizi aydın ve işadamına yönelik suikastlara, kitlesel
katliamlara ve medyanın teslim alınmasına varana kadar hangi korkunç olaylar ve
çatışmaların sahnelendiğini iyi bilmekteyiz. Eksik olan şey, tüm bu olayların
zincirleme bağlantılar içinde olduğunu anlamaktır. NATO’ya girişinden 1998’e
kadar Türkiye’nin yaşadığı tüm önemli siyasi ve sosyal olayların temelindeki
kalın NATO-Gladiocu çizgiyi görmeden hiçbir önemli olayı, çatışmayı ve suikastı
doğru olarak çözemeyiz. Özde halkların özgürlük, eşitlik ve demokrasi
isteklerine karşı bir NATO’cu savaş açılmış ve bu savaşın son halkasına
1998’deki Suriye’den çıkışım eklenmiştir.
Çıkışta önümde iki yol vardı: Bunlardan birincisi dağ,
ikincisi Avrupa yoluydu. Dağ yolunu seçmek savaşın şiddetlenmesi, Avrupa yolunu
tercih etmek ise diplomatik-politik çözüm şansını aramak demekti. Dağ yolu
hazırlıklarının günler öncesinden yapıldığı bilinmektedir. Kuvvetli ihtimal
dağa çıkış yönündeydi. Fakat tam o sırada bir Yunanlı heyetin yanımıza gelişi
ve Atina temsilcimiz Ayfer Kaya’nın Yunanlı yetkililerle yaptığı yoğun telefon
görüşmeleri (Ki, görüşülenler üst düzey yetkili sayılmaktadır), rotayı Atina’ya
çevirmemize yol açtı. Suriyeli yetkililerin sorunu çok acil çıkış yapmamdı.
Fakat Avrupa’ya çıkışımdan pek de rahat görünmüyorlardı. Bu konuda alternatif yaratmamaları
kendilerinin ciddi kusurudur. Atina’ya çıkış aslında hesapta yoktu. Bir
fırsattı ve oradaki dostların ciddiyetine inanarak bu fırsatı değerlendirmekten
kaçınmadım. Eğer karşılaştığım tablodaki gibi olduklarını bilseydim, kesinlikle
çıkış yapmazdım. Burada sorulması gereken soru şudur: Yunanistan’da da çok
güçlü olduğu bilinen Gladio bölümü mü acaba bu çıkış senaryosunda rol oynadı?
Buna kesin yanıt veremiyorum. Bu konunun araştırılması gerekiyor. Türkiye’ye
teslim edilmemde ABD’nin Türk yönetimiyle sağladığı uzlaşmada Yunanlılarla olan
sorunların çözümünde ilke anlaşmasına varılmış, en azından bu doğrultuda söz
alınmış olması ihtimal dahilindedir. Özellikle Ege ve Kıbrıs sorununun
çözümünde bu yönde niyet belirtmeleri kuvvetli bir ihtimaldir. Türkiye’nin bu
konuda sınırsız tavizkâr tutum içinde olduğu mutlaka göz önünde
bulundurulmalıdır.
Suriyeliler 9 Ekim’de içinde bulunduğum uçak Atina’ya
indiğinde rahatlamışlardı. Atina’ya indiğimde karşıma Kalenderidis çıktı.
Kalenderidis uzun süre Türkiye’de de kalmış olan NATO’da görevli bir subaydı.
Aynı görevi İsveç’te de sürdürmüştü. Yunan Gladio’sundan olma ihtimali vardı.
Oldukça dost görünüyordu. Aramızda ilginç bir kurye de vardı. Bazı NATO
belgelerini bana sızdırmıştı. Güven yaratmak için de böyle davranmış olabilir.
Kendisi beni aynı havaalanında bir odada bekleyen havacı general ve İstihbarat
Şefi Stavrakakis’in yanına götürdü. Stavrakakis, âdeta Nuh der peygamber demez
bir tavırla, geçici bile olsa Yunanistan’a giriş yapamayacağımı söyledi. Sözleştiğimiz
dostlar ortalıkta yoktu. Akşama kadar didiştik. Tesadüfen devreye Moskova’daki
ilişkimiz Numan Uçar girdi. Bir Yunan özel uçağıyla yönümüzü Moskova’ya
çevirdik. Liberal Demokrat Parti Başkanı Jirinowski’nin yardımıyla Moskova’ya
inmeyi, o sırada ekonomik kaos yaşayan Rusya’ya giriş yapmayı başardık. Fakat
bu sefer karşımıza Rus İç İstihbarat Şefi çıktı. O da Nuh der peygamber demez
havasındaydı. O koşullarda Rusya’da kalamazdık. Yaklaşık otuz üç gün sözde
gizli kaldım. Yanında kaldıklarım ve benimle ilgilenenler Yahudi kökenli
siyasilerdi. Dürüst olduklarına inanıyordum. Beni gerçekten gizlemek
istiyorlardı. Ama bu yöntemi doğru bulamazdım. Bu süre içinde hem İsrail
Başbakanı A. Şaron, hem de ABD Dışişleri Bakanı M. Allbright Rusya’ya
gelmişlerdi. Rusya’da Pirimakov başbakandı. Hepsi de Yahudi kökenliydi. Ayrıca
dönemin Türkiye Başbakanı Mesut Yılmaz da devredeydi. Sonunda Mavi Akım Projesi
ve on milyar Dolarlık IMF kredisi üzerinde anlaşarak Rusya’dan ayrılmamı
sağladılar.
Moskova’yı hemen tercih etmem, “Ne de olsa yetmiş yıllık bir
sosyalizm deneyimi yaşadılar ister çıkarları ister enternasyonalist tutum
gereği olsun, beni rahatlıkla kabul ederler inancından kaynaklanıyordu.
Sistemin çöküşüne rağmen, moral açıdan bu kadar düşmüş olabileceklerini beklemiyordum.
Liberal kapitalizmden çok daha kötü bir bürokratik kapitalizm çöküntüsüyle
karşı karşıyaydık. En az Atina’daki dostlar kadar Moskova’daki dostların
tutumundan da hayal kırıklığına uğradık. Daha doğrusu, kurulu dost
ilişkilerinin pek güvenilir olmadığı açığa çıkmıştı.
Üçüncü rotamız yine tesadüfen Roma ilişkilerinden yararlanma
temelinde oldu. Kısa süre önce ilişki kurduğumuz Komünist Parti-Yeniden
Yapılanma’dan iki dost milletvekilinin yardımıyla Roma macerasına başladık. Bu
sefer İtalyan istihbaratının senaryosuyla bir bölümü hastanede geçen altmış
altı gün sürecek Roma günlerimiz başladı. Dönemin Başbakanı Massimo D’Alema’nın
tavrı dürüst ama yetersizdi. Siyasi güvenceyi tam verememişti. Durumumuzu
yargıya terk etti. Buna öfkelenmiştim. İlk fırsatta İtalya’dan çıkma
kararlılığındaydım. D’Alema son demecinde, İtalya’da dilediğim kadar
kalabileceğimi belirtmişti. Ama bu bana zoraki bir tavır gibi geldi. Bu arada
yanılmıyorsam ortak bir Arap girişimi oldu. Açıklamadıkları bir yere götürmek
istediklerini söylediler. Resmiyeti ve güvencesi olmadığından kabul etmedim.
Rusya’ya ikinci sefer gidişim hataydı. Ama bu hatada Numan
Uçar’ın laçka tavrının rolü vardı. Bu kişinin içyüzünü halen tam bilemediğim
tavrına güvenerek yola çıktım. İçyüzünü bilseydim kesinlikle Roma’dan çıkış
yapmazdım. Yanıltılmıştım. D’Alema’nın özel uçağıyla NATO sahasından çıktığımda
derin bir oh çektiğimi hatırlıyorum. Fakat bu çıkış yağmurdan kurtulayım derken
doluya tutulmak gibi bir şeydi. Bu sefer Rus İç İstihbaratı beni gidişin
Ermenistan’a olacağına ikna ettikten sonra havaalanına götürdü. Sanırım
hazırlanan senaryo gereği havaalanında Ermenistan işinin yattığını, istersem
bir haftalığına Tacikistan’a gidebileceğimi, bu bir hafta içinde alternatif
yaratabileceklerini söylediler. Beni bir nevi aldatarak bir kargo uçağıyla
Tacikistan’ın başkenti Duşanbe’ye indirdiler. Bir hafta hiç çıkmadan bir odada
bekledik. Moskova’ya tekrar döndük. Mecburen tekrar Yunanlı dostlara başvurduk.
İki gün içinde hayli maceralı, karlı soğuk bir Moskova gününden sonra yönümüzü
tekrar Atina’ya çevirdik.
Hatırladığım kadarıyla bu sefer tam anlamıyla Olympos
tanrılarının oyunlarına geldiğimi kendi kendime fısıldar oldum. Tam da bu tanrı
hayaletlerinin arasında bulunuyordum. Aklıma özellikle Hades düşmüştü.
Havaalanının VIP salonundan giriş yaptım. Giriş yapmamla Cehennem Tanrısı
Hades’in amansız takibinin başlaması bir oldu. Dostum Nagzakis’in eski çağın
büyücü kadınlarına benzeyen kaynanasının epey dağınık evinde bir gece
kalabildim. Kadına “Pangalos ne yapar? diye sormuştum. “Seçimlerde kullanır
derken, çağın gerçeklerinden ne denli kopuk olduğunu anlatır gibiydi. Bana
biraz da eski soylu ama çok güçsüz bırakılmış Yunan halk gerçeğini anımsattı. O
geceden sonra bir nevi ölüm kampına doğru gidiş başladı. Tümüyle Hades
devredeydi. Söylenen ve yapılan her şey sahteydi. Dürüst unsurlar yok muydu?
Vardı, fakat hepsi modernite canavarı karşısında çaresizdi.
Afrika’ya doğru yola çıkışta bu sefer Mandela figürü etkili
oldu: Moskova’ya doğru yola çıkışta Lenin figürünün etkili olması gibi. Güya
Güney Afrika’ya gidecek, hem sağlam diplomatik ilişki kuracak hem de resmi
geçerli pasaport alacaktım. Sahtekârlığı ile Yunan devleti bu oyunda da
başarılı olmuştu. Aslında tarih boyunca Yunan halkının demokrasisinin bu
sahtekâr tarafından hep aldatıldığını ve büyük trajedilere duçar edildiğini
bilerek yaklaşmalıydım. Dostluklara çocuk saflığıyla inanmam bu tavrımda etkili
oldu. Yunanistan’dan çıkış sırasında her iki havaalanına gidişte içinde olduğum
arabanın şoförleri ayıkıp kendime gelmem ve gitmemem için yoğun çaba
harcadılar. Büyük bir komplonun yürürlükte olduğunu belirtmek için ellerinden
geleni yapma dürüstlüğünü gösterdiler. Muhtemelen onlar da alt düzey istihbarat
memurlarıydı. Birincisi arabayı uçağa çarptırarak gidişi engelledi. İkincisi
ise arabayı gizli geçmemiz gereken havaalanına yakın yerde yedi sefer
dakikalarca bozulmuş süsü vererek durdurdu. Verilen sözlere o kadar güvenmiştik
ki, hiç ayıkmadım. Tersine, bir an önce kaderde ne varsa görmek için aceleyle
gitmek istiyordum. Bindiğim uçak Gladio’nun gizli operasyonlarda kullandığı bir
araçtı.
Yalnız ondan önce bir de Minsk seferimiz vardı. Nairobi’ye
gitmeden önce Minsk üzerinden Hollanda’ya geçiş yapacaktım. Yine özel uçakla
Minsk’in dondurucu soğuğu altında iki saatten fazla bekledim. Beklenen uçak
gelmedi. Beyaz Rusya havaalanı polisleri uçağı dakikalarca kontrol ettiler. Bir
ihtimal ve belki de son fırsat olarak beni Minsk Havaalanına bırakacaklardı.
Gerisi Beyaz Rusya yönetiminin insafına kalmıştı. İlginç olan odur ki, o sırada
Türk Milli Savunma Bakanı İsmet Sezgin de Minsk’e bir ziyarette bulunuyordu.
Beklenen uçak gelmeyince, güya son fırsat da kaçmış oldu. Geriye dönüş bir nevi
‘beyaz ölümdü’. Gladio uçağı Akdeniz üzerinden süzülürken, sonraki yorumumla bu
gidişi Yahudi soykırımında kurbanların tren seferleriyle taşınmasına
benzetmiştim. Şahsımda bir halka uygulanan soykırım rejiminin en kritik
dönemine girilmişti. NATO’nun gizli ve gerçek yüzünü bu seferler sırasında
gördüm. Minsk’ten dönerken, uçağın herhangi bir Avrupa havaalanına inmemesi
için yirmi dört saatlik alarm verilmişti. Anlaşılıyor ki, o dönemde tek
isyankâr devlet olan Beyaz Rusya’nın Minsk Havaalanı dışında inişi kabul edecek
tek bir havaalanı bırakılmamıştı.
Nairobi’deki cehennemde önüme üç yol konulmuştu: Birincisi,
uzun süre emre itaatsizlikten çatışma süsü verilmiş bir ölüm ikincisi, CIA’nin
bir dediğini iki etmeden emrine girmem ve teslim olmam üçüncüsü, çoktan
hazırlanmış Türk özel savaş timlerine teslim edilmem.
Nairobi’deyken yanımda bulunan kişilerden Dilan tedirgin bir
ruh hali içindeydi. Düşüncelerini tam açıklasaydı ve sivil toplum örgütlerini
harekete geçirebilseydi, belki de komplo kısmen bozulabilir veya boşa
çıkarılabilirdi. Kendisinin bir tabancayla kendimizi savunmayı önermesini
yadırgamıştım. Bu bizim ve benim için intihar demekti. İntihara niyetim yoktu.
Israrla silahı üzerimde taşımam için son ana kadar etrafımda fır dönüyordu.
Silah üzerimde olsaydı ve çekmeye çalışsaydım, bu tavır kesinlikle ölüm demek
olacaktı. Daha sonra sorgulama sırasında, silah kullanmam halinde vur emri
olduğu söylenmişti. Elçilikten çıkmamın da ölüm demek olduğunu söylediler. En
akıllı tavrı aldığımı belirttiler. Ne kadar doğruyu söylediler, bilemeyiz.
On beş günlük Nairobi sürecinde Büyükelçi Kostulas’ın tavrı
anlaşılmaya değer. Acaba kullanılmış mıydı? Yoksa çok önceden planın bir
parçası olarak mı hazırlanmıştı? Kendim bunu çözemedim. Teslim edilmemden önce
kendi ikametgâhı olan eve hiç gelmedi. Elçilikten bir nevi zorla çıkarılmak istenmem
yüzünden Nairobi zebanisine biraz sert çıkıştı. Ama bu tavrı sahtekârca da
olabilir. Bu sefer de güya Hollanda’ya gidiş için Pangalos izin çıkarmıştı.
Buna pek inanmamıştım. Çünkü Yunan özel timleri evden çıkmamam halinde zorla
saldırıp çıkarmak için pusuda bekliyorlardı. Kenya polisi de aynı şeyi yapmaya
hazırlanmıştı. Tabii Güney Afrika Cumhuriyeti’ne gidiş çoktan bir aldatılış
öyküsü olarak kalmıştı. Kiliseye, BM’ye sığınma gibi öneriler hep kuşkuluydu.
Çıkmamakta diretmiştim.
9 Ekim 1998’den 15 Şubat 1999’a kadarki dört aylık süreç
müthiş geçmişti. Dünya hegemonu ABD dışında hiçbir güç bu süreçte bu dört aylık
operasyonu düzenleyemezdi. Türk özel savaş güçlerinin (Bu güçlerin başkanı
General Engin Alan’mış) bu süreçteki rolü sadece beni uçakla İmralı’ya, o da
kontrollü olarak taşımaktı. Süreç kesinlikle NATO tarihinin en önemli
operasyonunun gerçekleştirildiği bir süreçti. Bu o kadar açıktı ki, gidilen
yerlerde hiç kimse aykırı bir tavır sergileyemiyordu. Sergileyenler anında
etkisizleştiriliyordu. Büyük Rusya bile çok açık bir biçimde
etkisizleştirilmişti. Yunanlıların tavrı zaten her şeyi açıklamaya yetiyordu.
Roma’da kaldığım evin içinde ve dışında alınan güvenlik tedbirleri durumu
oldukça açıklayıcıydı. Tutsaklığa özgü olağanüstü tedbirler almışlardı.
Dışarıya adım bile attırmadılar. Özel güvenlik timleri odamın kapısına kadar
her yeri yirmi dört saat kontrol altında tutuyorlardı. D’Alema Hükümeti sol
demokrat bir hükümetti. D’Alema tecrübesizdi, kendisi yalnız başına karar
alamadı. Tüm Avrupa’yı dolaştı. İngiltere ona kendi öz kararını alması
gerektiğini belirtti kendisine pek dayanışma göstermedi. Brüksel’in tavrı net
değildi. Sonuçta yargıya havale edildik. Bu tavırda Gladio’nun etkisini
görmemek mümkün değildi. Zaten İtalya Gladio’nun en güçlü olduğu ülkelerden
biriydi. Berlusconi tüm gücünü harekete geçirmişti. Kendisi Gladio’nun
adamıydı. İtalya’nın beni kaldıramayacağını bildiğim için ayrılmak zorunda
kalmıştım. Tabii Türkiye bunun karşılığında ABD ve İsrail’in en güvenilir ama
en uydu ülkesi haline getirilmişti. Çılgınca küreselleştiği iddia edilen süreç
aslında Türkiye’nin küresel finans kapitalizmine peşkeş çekilmesi öyküsünden
başka bir şey değildi.
Irak’ın işgal senaryosu da benim teslim edilmemle sıkı
sıkıya bağlantılıdır. İşgal aslında bana yönelik operasyonla başlatılmıştır.
Aynı husus Afganistan’ın işgali için de geçerlidir. Daha doğrusu, Büyük
Ortadoğu Projesi’nin hayata geçirilişinin kilit adımlarından biri ve ilki bana
yönelik olan operasyondu. Ecevit’in “Öcalan’ın niçin teslim edildiğini bir
türlü anlamadım demesi boşuna değildi. Birinci Dünya Savaşı nasıl Avusturya
Veliahdının bir Sırp milliyetçisi tarafından vurulmasıyla başlatıldıysa, bir
nevi ‘Üçüncü Dünya Savaşı’ da bana yönelik operasyonla başlatılmıştı.
Operasyondan sonraki süreci anlamak için operasyon öncesinde
ve sırasında olup bitenleri iyice anlamak gerekir. ABD Başkanı Clinton
Suriye’den çıkarılmam sorununu görüşmek için Başkan Hafız Esad’la biri Şam’da,
diğeri İsviçre’de toplam dört saatten fazla süren iki toplantı yaptı. Hafız
Esad o görüşmelerde konumumun önemini fark etti. Sürece yaymayı kendi açısından
daha uygun gördü. Geçici bile olsa, Suriye’den çıkmam konusunda bir talepte
bulunmadı. Beni Türkiye’ye karşı iyi bir dengeleyici unsur olarak sonuna kadar
değerlendirmek istiyordu. Ben ise Suriye’yi stratejik tavır almaya zorladım.
Ama gücüm veya durumum bunu başarmaya elvermiyordu. İran’da olsaydım belki de
stratejik bir ittifak geliştirilebilirdi. O konuda da ben İran’a
güvenemiyordum geleneksel tavırlarından (Simko ve Qasimlo cinayetleri ve bunun
gibi komplolar, Med Kralı Astiyag’ın Harpagos tarafından düşürülüşüne kadar
eskiye giden oyunlar) çekiniyordum. Clinton ve ilişki içinde olduğu Irak Kürt
liderleri Suriye’de bulunmamı kendi stratejik amaçları için uygun
görmüyorlardı. Çünkü Kürdistan ve Kürtler giderek kontrollerinden çıkıyordu.
İsrail de bu durumdan çok rahatsızdı. Kürdistan’daki gelişmelerin seyri ve
Kürtlerin kontrolünün ellerinden çıkması onlar için kabul edilemez bir durumdu.
Kürdistan’ı kontrolleri altında tutmak, özellikle Irak’la ilgili planları için
hayati rol ifade ediyordu. Mutlaka ayrılmam ve bağımsız Kürt kimliği ile
özgürlük çizgisine son vermem dayatılıyordu.
Bizim varlık nedenimiz ise, partimiz ve özgürlük çizgisiydi.
ABD ve İngiltere 1925’ten beri Türkiye’ye verdikleri sözü (Irak Kürdistan’ına
dokunmamak şartıyla Türkiye Kürdistan’ını feda etmek) tutmak durumundaydılar.
Türkiye bu temelde NATO’ya girmiş, kendisiyle bu temelde Kürt sorunu üzerinde
anlaşmışlardı. Konumumuz ve stratejimiz, geleneksel ve güncel olarak büyük önem
arz eden Ortadoğu’daki bu dengeyi ve hegemonyayı tehdit ediyordu. Ya bu
hegemonyanın yörüngesine girecek ya da tasfiye edilecektik. Türkiye Cumhuriyeti
1925’ten beri bu hegemonik güçlerle yaptığı antlaşmaları (1926’da Musul-Kerkük
konusunda anlaşma, 1952’de NATO’ya giriş, 1958 ve 1996’da İsrail’le yapılan
anlaşmalar) Kürtleri tarihten silme temelinde kullanmak istiyordu. Laik
milliyetçi pozitivist ideoloji bu imkânı veriyordu. Cumhuriyet kadrosu buna
inandırılmıştı. Bu aslında tarihsel Türk-Kürt ilişkilerinin ruhuna ve
ittifakına çok aykırı bir durumdu. Ama İsrail’in kuruluş hesapları nedeniyle
sistemin yapamayacağı çılgınlık yok gibiydi. Beyaz Türk gerçeği denilen yapay
ideoloji, kadro ve sınıf oluşumu bu temelde inşa edilmişti. Ayrıca PKK bu
oluşuma öldürücü darbe vurmuştu. Çünkü Kürt kimliğinin kabulü ve özgürlüğünün
tanınması bu oluşumun inkârı anlamına geliyor, en azından bu ölümcül
politikaların terk edilmesini gerektiriyordu. İsrail’le yapılan antlaşmalar bu
oluşum için hayati anlam ifade eder. Zaten Türk ulus-devleti Proto-İsrail
olarak inşa edilmişti.
KDP bağlamında da benzer bir Beyaz Kürt oluşumu inşa
edilmeye çalışıldı. Aynı merkez hem Türklerde hem de Kürtlerde benzer ama
aralarında çelişkiler bulunan iki güç yaratmayı varlıkları için (ABD ve
İngiltere başta olmak üzere, Batının Ortadoğu’daki hegemonik çıkarları ve
İsrail’in güvenliği için) hayati önemde görmekteydiler. Kendilerine bağlı ama
aralarında hep problemler olan bu iki güç bağlamında bölgedeki çıkarlarını
kollamak son derece akıllıca bir politikaydı. PKK’nin çıkışı, tarihsel olduğu
kadar güncel geçerliliği de olan bu oyunu bozuyordu. 1993 ve 1998’deki çözüm ve
barış imkânının doğması bu oyunun sonu demekti. Onun için bu tarz bir çözüme
müsaade edilmedi. Büyük suikastlar ve komplolar düzenlendi. PKK’nin Kürtleri
denetim altından çıkarıp, başta Türkler olmak üzere diğer toplumlar ve
devletlerle barıştırması, bu güçlerin Ortadoğu’daki hegemonik oyunları ve
çıkarlarının devamı açısından stratejik bir darbeydi. Gerekçelerini daha da
kapsamlı biçimde sıralayabileceğimiz bu hususlar, 1998 komplosunun neden büyük
ve stratejik amaçlı olduğunu yeterince kanıtlamaktadır.
Clinton o dönemde Ortadoğu’daki hegemonik hamleye büyük önem
veriyor ve Türkiye’nin rolünün bundaki önemini hep vurguluyordu. Özel Danışmanı
General Galtieri bana yönelik operasyonu Clinton’ın emriyle yönettiklerini
bizzat açıklamıştı. ‘Üçüncü Dünya Savaşı’ meselesine gelince, Irak, Afganistan,
Lübnan, Pakistan, Türkiye, Yemen, Somali ve Mısır başta olmak üzere belli başlı
ülkelerde olup bitenlerin bilançosunun çoktan Birinci ve İkinci Dünya
Savaşlarındaki bilançoları birçok yönden aşmış olması bu savaşın gerçekliğinin
anlaşılması için yeterlidir. Zaten nükleer silahlar nedeniyle ‘Üçüncü Dünya Savaşı’nın
parçalı olacağı, uzun bir sürece yayılacağı ve değişik teknolojilerle
yürütüleceği anlaşılır bir husustur. NATO’nun son Lizbon Zirvesi, ABD’nin İran
etrafındaki ablukayı derinleştirmesi, ‘Üçüncü Dünya Savaşı’nın seyri hakkında
gereken bilgiyi vermektedir.
‘Üçüncü Dünya Savaşı’ bir gerçektir ve ağırlık merkezi
Ortadoğu coğrafyası ve kültürel ortamıdır. Sadece ‘Üçüncü Dünya Savaşı’nın
yoğunluk merkezi olan Irak’ta yaşananlar bile buradaki savaşın bir ülke ile
ilgili olmadığını, dünya hegemonik güçlerinin çıkarları ve varlığı ile ilgili
olduğunu gayet iyi açıklamaktadır. Bu savaş ancak İran’ın tamamen
etkisizleştirilmesi, Afganistan ve Irak’ın istikrara kavuşturulması, Çin’in ve
Latin Amerika’nın tehdit olmaktan çıkarılmasıyla sonlandırılabilir. Dolayısıyla
savaşın daha ortalarındayız. Kesin bir şey söylemek sosyal bilimler açısından
doğru olmasa da, savaş en az on yıllık (NATO’nun son stratejik planları da on
yıllık bir süreyi öngörmektedir) bir süre daha devam edebilir. Bazen diplomasi,
bazen şiddet yoğunlaşacaktır. Gündeme şiddetli ve kontrollü ekonomik krizlerle
müdahale edilecektir. Alanların önceliği değişecek, ama şöyle veya böyle savaş
komple olarak birçok alanda cereyan edecektir. Ancak savaşın bu temel doğası
göz önüne getirildiğinde, bana yönelik 1998 operasyonunun neden uluslararası
çapta yürütüldüğü ve NATO’nun en büyük Gladio operasyonu olduğu daha iyi
anlaşılacaktır. Şüphesiz büyük savaşlarda hep hegemonik güçler kazanmazlar,
halklar da çok şey kazanabilirler. Hatta hegemonik güçler sistemsel
kaybedebilir, halklar sistemsel kazanabilirler.
Bu konuyu bundan
sonraki bölümün ana konusu olarak çözümleyeceğim.
2- İmralı Süreci
Büyük Gladio komplosunun en önemli bölümü İmralı’da yaşama
geçirilmeye çalışılmıştır. Beni Adaya getiren birimin şefi General Engin
Alan’ın görevi bile bu gerçeği aydınlatmaya yeter. Engin Alan dönemin Özel
Kuvvetler Komutanlığı’nın, yani Türk Gladio’sunun resmi şefi durumundaydı.
Adada beni karşılayan AB Konseyi yetkilisinin yaklaşımı, komplonun AB boyutunu
daha da açıklayıcı nitelikteydi. ABD, AB ve Türk yönetimi arasındaki antlaşma
böylece açığa çıkmış durumdaydı. Operasyonun baştan sona ABD ve AB’nin siyasi
sorumluluğu altında NATO Gladio’su tarafından yürütüldüğünü bu üç göstergeden
(ABD Başkanı Clinton’un özel danışmanı General Galtieri’nin açıklamaları, AB
Siyasi Komiserliğinden bayan yetkilinin yaklaşımı ve Türk Özel Kuvvet
Komutanlığı Şefi Engin Alan’ın rolü) daha açıklayıcı kanıt olamaz. Daha sonra
ortaya çıkan bu gerçeklerden önce de beni etkisizleştiren gücün Türk hükümeti
güvenlik güçleri olmadığından şüphe etmiyordum, ama operasyon mekanizmasını tam
kavrayamamıştım. Süreç gerçekte olduğundan çok farklı yansıtılıyordu. Türk
hükümeti bastırıyor ve sonuç alıyor gibi bir hava ısrarla yaratılıyordu.
Başbakan Bülent Ecevit’in beni niçin yakaladıklarını ve Türkiye’ye iade
ettiklerini anlamadığını söylemesi bile bu iddiamı doğrulayıcı önemli bir
kanıttır. Gelişmeler çözümlenip netleştirildikçe iddiam daha da
doğrulanacaktır.
Ada’da beni ilk karşılayan kişi resmi üniformalı albay
rütbesinde bir askerdi. Kendini Genelkurmay’ın temsilcisi olarak tanıttı. İkili
ve gizli olmasında yarar gördüğünü belirttiği önemli konuşmalar yaptı. Daha
sonra sorgulama resmen başladığında da aynı yetkilinin ayrı ve önemli
konuşmaları olmuştu. Dört güvenlik biriminden (Genelkurmay, Jandarma, Emniyet
ve Milli İstihbarat) oluşan bir heyetin çapraz sorgulaması on gün sürmüştü. Bu
arada kuvvet komutanlıklarına hitaben bir kaset konuşmam oldu. Daha sonra da
aylarca süren sohbet niteliğinde karşılıklı konuşmalar oldu. Başka kişiler de
ara sıra devreye giriyor, Avrupa’dan da ara sıra heyetler geliyordu.
İmralı sürecinin uluslararası komplo niteliğini göz önünde
bulunduran bir savunma anlayışına öncelik tanıdım. Yaşadıkları katı Türklük
bilinci, Türklük adına hareket edenlerin gerçekle bağlarını kopartmıştı.
Komplonun ardındaki felsefeyi kavramaları doğalarına aykırıydı. Çünkü onlar da
en az yüzyıllık bu komplo felsefesinin inşa ettiği yapılanmaların ürünüydüler.
Dolayısıyla inşa edilmiş bu yapılanmalarını inkâr etmeleri ve eleştirel
yaklaşmaları beklenemezdi. İster yargılanma komedisi sırasında ister hükümlülük
sürecinde olsun, kendilerinden herhangi olumlu bir değişim iradesi beklemek
anlamsız olurdu. Genelkurmay Başkanlığı temsilcisinin fısıltı halinde
söylediklerine uygun davranılacağına inanmak, mevcut koşullarda safdillik
olurdu. Zaten sözlerini uygulayabilecek bir karar gücünden yoksundular. Benim
için ABD’nin arkasında durduğu ve AB’nin kontrol ettiği bir sistem icat
edilmişti. Bu sistemi kurgulayan İngiltere’ydi, icrası da Türklerin payına
düşmüştü.
Komplonun ardındaki felsefi ve politik zihniyeti anlamak
büyük önem taşır. Sıkça komplonun asırlık bir temeli olduğundan bahsediyor,
döne dolaşa bunu açıklıyorum. Her dönemin kilometre taşı olan komplolardan
bahsettim. Bunlardan sadece Kürtlere yönelik olanlarından Hamidiye Alayları
komplosu, 1914 Bitlis’teki Melle Selim, 1925 Şeyh Sait, 1930 Ağrı ve 1937
Dersim komploları, 1959’da 49’lar ve 1960’ta 400’ler Davaları, Faik Bucak’ın
öldürülmesi ve Sait Kırmızıtoprak’ın KDP tarafından katledilmesi, yine PKK’nin
ideolojik aşamasından günümüze kadar aynı zihniyet tarafından organize edilen
yüzlerce komplo bir çırpıda sıralanabilir. Komploları düzenleyenler bunu ustaca
düzenlenmiş iktidar sanatı saymaktadırlar. Yani komplo iktidar sanatının en
önemli aracı ve ruhu durumundadır. Bu sanat Kürtler için kesinlikle komplo
temelinde yürütülmek durumundaydı. Komplonun açıktan bir yöntemle uygulanması,
öyküdeki çocuğun “Anne bak, kral çıplak demesine benzer bir duruma yol
açacaktı. Hedefinde soykırıma dek giden uygulamalar bulunan bir iktidar gücünün
elinde komplo dışında bir araç ve buna yön veren zihniyet yoktur. Burada önemli
olan, komploya dahil olan güçlerin doğru tanınması ve tanımlanmasıdır.
İmralı sürecinde bu konuda zorlandığımı belirtmeliyim. Öyle
ki, komplonun içinde birbirleriyle oldukça çelişkili güçlerin varlığı söz
konusudur. ABD’den Rusya Federasyonu’na, AB’den Arap Birliği’ne, Türkiye’den
Yunanistan’a, Kenya’dan Tacikistan’a kadar birçok devlet komploya dahil
olmuştu. Asırlık düşmanlar olan Türkler ve Yunanlıları birleştiren neydi? Neden
benim sırtımdan bu kadar ilkesiz ittifaklar veya çıkar birlikleri kuruluyordu?
Ayrıca hedeflenmeme için için sevinen Türk ve Kürt sol ve ulusal
işbirlikçilerin sayısı hesaplanmayacak kadar çoktu. Resmi dünya sanki benim
şahsımda en tehlikeli rakibini kıstırmış gibiydi. PKK içinde bile kendileri
için ikbal günlerinin geldiğine ve diledikleri gibi yaşamaları fırsatının
doğduğuna inananların sayısı küçümsenemezdi. Şüphesiz en başta ve en genel bir
gözlem tüm bu güçlerin kapitalist modernitenin liberal çıkarlar peşinde koşan
önde gelen kesimlerinden oluştuğunu ortaya koyuyordu. Ben birçoğunun liberal
faşist zihniyetini ve çıkarlarını tehdit etmekteydim.
Örneğin İngiltere bu güçler içinde en tecrübelisidir. Benim
Avrupa’da politika yapmamam için ilk işaret fişeğini sıkan güçtür. Avrupa’ya
adım atar atmaz beni hemen ‘persona non grata’, yani ‘istenmeyen kişi’ ilan
etmişti. Bu basit bir adım değildi, sonucu önceden belirleyen adımlardandı.
Peki, Humeyni için, Lenin için bile alınmayan böylesi bir tavır neden hemen
benim için alınmıştı? Savunmamın birçok bölümünde buna yönelik birçok ipucunu
açıklamaya çalıştım. Bu nedenle fazla tekrarlamaya gerek yoktur. Özcesi,
Ortadoğu’ya yönelik iki yüzyıllık hegemonik hesapları önünde, özellikle
Kürdistan politikasından ötürü (özetle “Ver Kerkük-Musul’u, yok et kendi
sınırlarındaki Kürtleri politikası nedeniyle) ciddi bir engel olarak ortaya
çıkmıştım. Bütün planları ve uygulayıcıları karşısında tehlikeli olmaya
başlamıştım.
ABD’nin derdi daha başkaydı. BOP devreye konulmak
istenmekteydi. Bunun için Kürdistan’daki gelişmeler kilit önemdeydi. Mutlaka
etkisizleştirilmem en azından konjonktür gereğiydi. Tasfiye edilmem o günler
için küresel politikalarına uygun düşmekteydi. Tarihinin çok önemli bir
ekonomik krizini yaşayan Rusya’nın o dönemde çok acil krediye ihtiyacı vardı.
Eğer derde derman olacaksa, bana karşı düzenlenen komploda yer alıp rolünü
oynamaması için neden kalmayacaktı. Zaten diğerleri ‘Büyük Ağabey’in uslu küçük
kardeşleriydi. Ağabey ne söylese başları üzerinde yeri vardı. Türk solculuğu
(istisnalar hariç), Kürt işbirlikçileri ve PKK’deki rahatsızlar için ciddi bir
rakipten kurtulma fırsatı söz konusuydu. Hepsinin bu tavırlarının derinindeki
felsefe son tahlilde liberalizmin günlük çıkarcılığının, pragmatizminin,
egoizminin felsefesidir.
Bunları söylerken sanırım gerçeği biraz daha aydınlatmış
oluyorum. O günlerde Kürdistan’ın özgürlüğünden ve Kürtlerin kimliğini
kazanmalarından yana olmak her türlü günübirlik liberal çıkarları, pragmatizmi
ve bencilliği aşmayı gerektiriyor, sağı ve soluyla kapitalist modernite
yaşamından vazgeçmeyi veya bu yaşamın karşısına dikilmeyi emrediyor, buna
zorluyordu. Tersine o günlerin dünyası küresel liberalizmin dünyayı fethetme
savaşında şahlandığı günlerin dünyasıydı. Liberal faşizmin dünya çapında
egemenliğini ilan ettiği yıllar yaşanmaktaydı. Politik açıdan ise, Ortadoğu
hegemonik mücadelenin merkezi konumundaydı. Kürdistan üzerindeki mücadele
hegemonik hesaplar açısından kilit roldeydi. PKK’nin ideolojik ve politik
konumu hegemonik hesaplarla açık çelişki içindeydi. Dolayısıyla tasfiye edilmem
bu hesapların önünün açılması anlamına geliyordu.
İmralı döngüsünde tüm bu tarihsel hesaplar şahsımda yeniden
canlandırıldı. İmralı sürecini çözümleyebilmem için uzun bir tarihsel temeli
bulunan güncel çıkar çatışmalarının farkına varabilecek bir bilince sahip olmam
gerekiyordu. Hegemonik sistemin komplo hesaplarında çok dikkat edilmesi gereken
hususlardan biri de ustaca planlanmış ve son iki yüyılda uygulanan bölgeye
ilişkin ‘böl-yönet’ politikalarına alet olmamak, özellikle derinleştirilmesi
hedeflenen Türk-Kürt çatışmasında bu güçler yararına kullanılmamaktı. Bu
politikalara alet olan Ermeniler, Grekler, Balkanlardaki etnik yapılar,
Araplar, Süryaniler, Türkler ve Kürtler çok şey yitirmişlerdi. Bunlardan
bazıları binlerce yıllık vatanlarından ve kültürel varlıklarından olmuşlar,
hatta ulusal toplum olmaktan çıkarılmışlardı. Ayrıca Türklerle birlikte
yaşadıklarından ötürü birçok güç Kürtlere karşı öfke içindeydi. Malazgirt
Savaşından beri stratejik önemini her zaman koruyan bu birlik, özellikle
1925’ten bu yana uygulanan inkâr ve imha politikasıyla berhava edildi.
Cumhuriyet’in bu asli unsurunun inkârı ve tasfiyesine yönelik süreç derinliğine
araştırılıp tarih felsefesiyle yorumlandığında, özünde bu stratejik birliğin
hedeflendiği açığa çıkıyordu. İngilizler ve iç uzantılarının Mustafa Kemal’i
zorlamaları komplonun en önemli adımıydı. Geleneksel Türk yönetim olgusunda,
felsefesinde Kürt düşmanlığı ve asimilasyonculuğu yoktu. Bu düşmanlık özel
amaçlarla geliştirilmişti. İsyan süreçleri ve sonrasında yaşananlar bu gerçeği
doğruluyordu. İmralı’da oldukça dikkatimi çeken ve üzerinde daha da
yoğunlaştığım bu durum politik felsefemde köklü bir dönüşüme yol açtı.
Üç versiyon halinde
geliştirdiğim savunmalarımda bu siyasi düşüncenin gelişimini görmek mümkündür.
Vardığım sonuçlar ana hatlarıyla şöyleydi:
a- Komplo
şahsımda sadece Kürtlere değil, Türklere de yapılmıştı. Teslim ediliş biçimi ve
bunda rol oynayanların niyeti ‘terör’ün sona erdirilmesi ve çözüm olmayıp, bir
yüzyıl daha sürecek şekilde anlaşmazlığın temelini derinleştirmekti. Beni
komploya düşürmeleri bu niyetleri için ideal bir fırsat sunmuştu. Bu fırsatı
sonuna kadar kullanmak isteyeceklerdi. Aksini düşünmek mümkün değildi. Çünkü
isteselerdi bu yöndeki çok olumlu gelişmelere katkı sunabilirlerdi. Oysa işleri
sürekli çıkmaza sürüklüyorlar, sorunu çözmek yerine tam bir kördüğüme
dönüştürüyorlardı. Tipik bir İsrail-Filistin ikilemi yaratılmak isteniyordu.
Nasıl ki İsrail-Filistin ikilemi yüz yıldır Ortadoğu’da Batı hegemonyasına
hizmet etmişse, ondan çok daha büyük boyutlu olan Türk-Kürt ikilemi de en
azından bir yüzyıl daha hegemonik hesaplarına hizmet edebilirdi. Zaten 19.
yüzyılda bölgedeki birçok etnik ve mezhepsel sorunun geliştirilmesinde ve
çözümsüz bırakılmasında aynı amaç güdülmüştür. İmralı gerçeği bu yöndeki ham
bilgilerimi iyice olgunlaştırdı. Fakat karşımda duran en önemli sorun, bunu
Türk yönetici elidine kavratabilmekti.
b- Dolayısıyla
komplonun benden, Kürtlerden daha çok Türklere yapıldığını kavratabilmek en
önemli sorunum haline gelmişti. Bunu sorguculara sıkça vurguluyordum. Ama onlar
kendilerini başarı şehvetine kaptırmışlardı. 2005’te Kürt kimlik ve özgürlük
hareketinin eskisinden daha diri olduğunu kavradıkları zamana kadar bu
yaklaşımları devam etti. Konu üzerinde daha derinliğine yoğunlaştığımda,
Meşrutiyet ve Cumhuriyet dönemlerindeki komplo unsurlarını daha yakından
gördüm. Türk bağımsızlığı denilen olayın en fena bağımlılık türlerinden biri
olduğunu fark ettim. Türklerin bağımlılığı ideolojik ve politikti. İnşa edilen
milliyetçilik ve ulusçuluğun yabancı menşeli olduğunu, Türk toplumsal olgusu ve
tarihiyle pek az ilgisinin bulunduğunu gittikçe daha iyi fark edebiliyordum.
Hegemonik güçler Türk yönetici elidinin iktidar konusunda ne denli zaaflı
olduğunu biliyorlar ve bu zaafı kullanıyorlardı. Kürtler üzerinde kurdukları
sınır tanımaz hâkimiyet de aynı zaaftan ileri geliyordu. Bu hâkimiyet aynı
zamanda mahkûmiyetleri demekti. Hâkimiyetleri hep güdümlüydü, öz ideolojileri
yoktu daha doğrusu, ‘hâkimiyet her şey, ideoloji hiçbir şey’ kuralı işletiliyordu.
c- Hegemonik
güçlerin Türk-Kürt ikileminin derinleştirilmesinde kullandıkları yöntem ‘tavşan
kaç, tazı tut’ yöntemiydi. Öyle ki, hem tazı hem de tavşan bu kovalamacada
yorgun düşecekler, sonuçta her ikisi de sahiplerinin hizmetine ve kullanımına
gireceklerdi. Bana bizzat uygulananlar bu yöntemin doğrulanması anlamına
geliyordu. Gerek AB Konseyi’nin yaklaşımları gerekse AİHM’nin kararları tam da
bu politikanın uygulanmasına hizmet ediyordu. İki tarafı da kendine sonsuz
bağlama mantığı geçerliydi. Amaç adalet ve çözüm değildi. Savunmalarımı daha
çok bu mantığı teşhir amacıyla geliştirdim. Hiçbir NATO ülkesinde görülmeyen
bir biçimde Gladio örgütlenmesini devletin tepesine oturtmak iyi niyet ve
güvenlikle izah edilemez. İpleri kendi ellerinde olduğu ve ülkeyi diledikleri
gibi yönetmelerine eşsiz bir fırsat sunduğu için, hegemonik güçler Gladio’nun
Türkiye uzantısına göz yummuşlardı. Bir bütün olarak Gladio yakından
incelendiğinde ve felsefesi açığa çıkarıldığında, hedefin en kısa yoldan ülkeyi
işgal etmek, halkını bölüp parçalamak ve çatıştırmak olduğu görülecektir.
Özellikle Ortadoğu’daki uzantılarında bu gerçeklik sıkça yaşanan uygulamalarla
kendini ortaya koyuyordu. Bir halkı yönetmenin en etkili aracıydı. Hem halkını
devlete karşı çıkartıyorlar, hem de ikisini birbirine ezdiriyorlar, tehlikeli
gördüklerini bu yöntemle tasfiye ediyorlardı. Türkiye’nin son altmış yıllık
yönetim gerçeğinde bu olgu çok çarpıcıydı. Ülke âdeta Gladio çatışmalarının
laboratuvarı haline getirilmişti. Sadece PKK tarihinin tüm önemli süreçlerinde
yaşanan Gladio’dan kaynaklı çatışmalar devletin ve halkların yüzyıllarca süren
geleneksel dostluklarının sonunu getirmeye yeterli olmuştu.
d- İmralı
sürecini bu oyunu bozmak için ideal bir platform olarak değerlendirdim. Bunun
için gerekli olan teorik temelimi güçlendirdim. Barışın ve siyasi çözüm
koşullarının bütün felsefi ve pratik argümanlarını geliştirdim. Demokratik
siyasi çözümün özgünlüğü üzerinde yoğunlaştım. Zorlu ve sabır isteyen bu
çalışmalar komplonun kısırdöngülerini kırabilir ve çözüm alternatiflerini
geliştirebilirdi. Bu konuda kendime güvenmekten başka çarem yoktu. Aslında
komplo sürecinde rol alanların niyeti farklıydı. Benim şahsımda PKK’nin ve
Özgürlük Hareketi’nin bitirilişini sağlamak istiyorlardı. Cezaevi uygulamaları,
AİHM ve AB’nin tüm yaklaşımları bu ana amaçla bağlantılıydı. Benden
arındırılmış bir Kürt Hareketi hedefleniyordu. İğdiş edilmiş, efendilerinin
hizmetinde olan geleneksel işbirlikçiliğin modern bir versiyonu oluşturulmak
isteniyordu. Özellikle ABD ve AB’nin uzun vadeli çalışmaları bu doğrultudaydı.
Türk yönetici elidiyle bu temelde ittifaklara açıklardı. Özcesi, özellikle
İngiliz hegemonyacılığının önce işçi sınıfı hareketinde, daha sonraları ulusal
kurtuluş hareketleriyle devrimci-demokratik hareketlerde başarıyla uyguladığı
bu iğdiş etme modeli, liberal insan hakları ve özgürlükleri yöntemiyle başarıya
ulaşmıştı. Devrimci önderleri ve örgütleri tasfiye etmişlerdi. Yüzlerce yıldır
uyguladıkları tasfiye yöntemlerinin bir benzeri PKK’ye ve devrimci, kolektif
özgürlük ve eşitlik hareketine uygulanıyordu. İmralı sürecinden beklenen esas
sonuç buydu üzerinde çokça çalışılan ve ustaca uygulanmak istenen plan buydu.
Strateji ve taktikler bu plan çerçevesinde geliştiriliyordu. Benim bunlara
mukabil geliştirdiğim savunma ne klasik ortodoks dogmatik tutuma, ne de kendimi
kurtarmaya ve koşullarımı iyileştirmeye dayanıyordu. Savunmama yön veren şey
ilkeli, halkların tarihsel ve toplumsal gerçekliğine uygun onurlu barış ve
demokratik çözüm yolu oldu.
Kürt Halk Önderi
Abdullah Öcalan
Kürdistan Devrim Manifestosu
Kültürel Soykırım Kıskacında Kürtleri Savunmak –Kürt Sorunu ve Demokratik Ulus Çözümü